Günlerim, saatlerim, hatta altmışa bölünebilen bütün zaman dilimlerim seni düşünmekle geçiyor. Aklımdan çıkmıyorsun. Bildiğim bütün sokaklar, sorulan bütün sorular, yürüdüğüm bütün yollar sana çıkıyor. Ve kulaklarımda çınlayan hep aynı soru :
- Nerdesin ?
---- o ----
Aslında sen de bilmiyorsun nerede olduğunu değil mi ? Yalnızca kaçıyorsun, nereye gittiğini bilmeden. Belki yolun sonu çıkmaz, farkında değilsin. Belki farkındasın ama yok saymak rahatlatıyor. Belki de farkındalık korkutuyor, kalamıyorsun. Bir tarafın çocuk, bir tarafın kadın. İçindeki çocuk “gitme kal” diyor, biliyorum. Seni de, beni de ayakta tutan o. Kadınsa karşı çıkıyor “Kalacaksın da ne olacak, ne değişecek ? Dünya aynı dünya, yaşam ise günden güne birbirine dolaşan yün yumağı. Sen yavru bir kedi. Elllerinle bir o yana, bir bu yana yumağı kovalıyorsun. Eee sonra ? Hayat hep böyle mi geçecek ? Birgün sen de büyüyeceksin. Ya o yumağa dolanıp kalırsan ? ”
---- o ----
Ben en çok, o çocuğu seviyorum. Önyargıları yok çünkü. Kıskançlık nedir henüz öğrenmemiş, düşman olmayı bilmiyor. Yolda yürürken elimi hiç bırakmıyor, oturduğumda yanımdan hiç ayrılmıyor. Uykusu geldiğinde yatağa gitmek istemiyor, başı ya dizlerimde ya göğsümde. Korktuğunda boynuma sarılıyor. Sevgisi karşılıksız ve şartsız. İşte içimdeki ışığı yakan çocuk o. Ne de güzel gülüyor, gözleri ışıl ışıl. Kalbi kuş gibi, pır pır. Bıraksam sanki yerinden fırlayıp uçacak ve gelip ellerime konacak. Peki şimdi sesi niye bu kadar uzaktan geliyor ?
---- o ----
Yokluğuna alışamıyorum. Hangi yüze baksam sen. Kiminle konuşsam sen. Kalbim çarpsa sen. Hatta kapı çalsa, mektup gelse yine sen ve hep sen, ve geride kalan onlarca zaman, yüzlerce anı. Bitti artık, biliyorum. Bir yalnızlık ki sorma. Gölgem gibi, nereye gitsem benimle. İnsan hiç gölgesinden kurtulabilir mi ? Dışarıda bir yağmur, görsen yağmur değil. Sanki gök yarılmış ortadan. Yağıyor da yağıyor ; pencereme, yüzüme. Her damlada sen yağıyorsun ve düşen her damla biraz daha hatırlatıyor seni. Biraz daha saklıyor gözyaşlarımı.
---- o ----
Biliyor musun, geçen hafta kendime bir günlük aldım. Sayfaları hala boş. Birkaç yazma girişimim oldu ama, başarısızlıkla sonuçlanınca yırtma ve çöpe atma eylemi sadece beş saniye sürdü. Aslında çocukluğumda da bir kez denemiştim. Ancak “sepet sepet yumurta sakın beni unutma, unutursan küserim gözlerinden öperim” klasiğinden daha ileriye gidememişti. Hatırlıyor musun, Oğuz Atay “Tutunamayanlar”da, Selim karakterine de bir günlük aldırmıştı. Hatta Selim, günlüğün giriş kısmına “Ey insanlar, sonunda bana bunu da yaptırdınız” gibilerden bir cümle yazmıştı yanılmıyorsam. Sonunda ne olmuştu Selim’e, intihar mı etmişti ?
---- o ----
Konuşmak neyse de, yazmayı pek beceremedim ben. Bugüne kadar hiç mektup yazmadım, nasıl gönderilir onu bile bilmem. Hatırladığım yalnızca birkaç karpostal. Bir de çocuk resmi. Sanırım bir İtalyan ressama ait illüstrasyondu : “Ağlayan Çocuk”. Üzerinde eskitilmiş kahverengi bir kaban, yarım balıkçı rengi solmuş bir balıkçı kazak ve gözlerinde iki damla yaş... O zaman “kimbilir anne ve babası nerdedir, acaba yalnız mı bırakıp gittler, kimi kimsesi yok mudur, zavallı nasıl da ağlıyor” der, üzülürdüm çocuk aklımla.
Garip, bugün yine aklıma o “Ağlayan Çocuk” karpostalı geliyor. Üstelik bu kez karpostaldaki o çocuğun yüzünü çıkarıp yerine kendi yüzümü koyuyorum. Sonra arkasına birşeyler karalayıp sana gönderiyorum “iadesiz ve taahhütsüz”...
---- o ----
Oysa böyle olsun istememiştim. O ömrümün sonuna giden son gemi, sen olmalıydın ve gittiğim şehir de İstanbul. Günlerim, saatlerim, hala seni düşünmekle geçiyor. Bildiğim bütün sokaklar, yürüdüğüm bütün yollar yine sana çıkıyor. Ve aklımda hep aynı soru :
- Peki şimdi mutlu musun ?
- Nerdesin ?
---- o ----
Aslında sen de bilmiyorsun nerede olduğunu değil mi ? Yalnızca kaçıyorsun, nereye gittiğini bilmeden. Belki yolun sonu çıkmaz, farkında değilsin. Belki farkındasın ama yok saymak rahatlatıyor. Belki de farkındalık korkutuyor, kalamıyorsun. Bir tarafın çocuk, bir tarafın kadın. İçindeki çocuk “gitme kal” diyor, biliyorum. Seni de, beni de ayakta tutan o. Kadınsa karşı çıkıyor “Kalacaksın da ne olacak, ne değişecek ? Dünya aynı dünya, yaşam ise günden güne birbirine dolaşan yün yumağı. Sen yavru bir kedi. Elllerinle bir o yana, bir bu yana yumağı kovalıyorsun. Eee sonra ? Hayat hep böyle mi geçecek ? Birgün sen de büyüyeceksin. Ya o yumağa dolanıp kalırsan ? ”
---- o ----
Ben en çok, o çocuğu seviyorum. Önyargıları yok çünkü. Kıskançlık nedir henüz öğrenmemiş, düşman olmayı bilmiyor. Yolda yürürken elimi hiç bırakmıyor, oturduğumda yanımdan hiç ayrılmıyor. Uykusu geldiğinde yatağa gitmek istemiyor, başı ya dizlerimde ya göğsümde. Korktuğunda boynuma sarılıyor. Sevgisi karşılıksız ve şartsız. İşte içimdeki ışığı yakan çocuk o. Ne de güzel gülüyor, gözleri ışıl ışıl. Kalbi kuş gibi, pır pır. Bıraksam sanki yerinden fırlayıp uçacak ve gelip ellerime konacak. Peki şimdi sesi niye bu kadar uzaktan geliyor ?
---- o ----
Yokluğuna alışamıyorum. Hangi yüze baksam sen. Kiminle konuşsam sen. Kalbim çarpsa sen. Hatta kapı çalsa, mektup gelse yine sen ve hep sen, ve geride kalan onlarca zaman, yüzlerce anı. Bitti artık, biliyorum. Bir yalnızlık ki sorma. Gölgem gibi, nereye gitsem benimle. İnsan hiç gölgesinden kurtulabilir mi ? Dışarıda bir yağmur, görsen yağmur değil. Sanki gök yarılmış ortadan. Yağıyor da yağıyor ; pencereme, yüzüme. Her damlada sen yağıyorsun ve düşen her damla biraz daha hatırlatıyor seni. Biraz daha saklıyor gözyaşlarımı.
---- o ----
Biliyor musun, geçen hafta kendime bir günlük aldım. Sayfaları hala boş. Birkaç yazma girişimim oldu ama, başarısızlıkla sonuçlanınca yırtma ve çöpe atma eylemi sadece beş saniye sürdü. Aslında çocukluğumda da bir kez denemiştim. Ancak “sepet sepet yumurta sakın beni unutma, unutursan küserim gözlerinden öperim” klasiğinden daha ileriye gidememişti. Hatırlıyor musun, Oğuz Atay “Tutunamayanlar”da, Selim karakterine de bir günlük aldırmıştı. Hatta Selim, günlüğün giriş kısmına “Ey insanlar, sonunda bana bunu da yaptırdınız” gibilerden bir cümle yazmıştı yanılmıyorsam. Sonunda ne olmuştu Selim’e, intihar mı etmişti ?
---- o ----
Konuşmak neyse de, yazmayı pek beceremedim ben. Bugüne kadar hiç mektup yazmadım, nasıl gönderilir onu bile bilmem. Hatırladığım yalnızca birkaç karpostal. Bir de çocuk resmi. Sanırım bir İtalyan ressama ait illüstrasyondu : “Ağlayan Çocuk”. Üzerinde eskitilmiş kahverengi bir kaban, yarım balıkçı rengi solmuş bir balıkçı kazak ve gözlerinde iki damla yaş... O zaman “kimbilir anne ve babası nerdedir, acaba yalnız mı bırakıp gittler, kimi kimsesi yok mudur, zavallı nasıl da ağlıyor” der, üzülürdüm çocuk aklımla.
Garip, bugün yine aklıma o “Ağlayan Çocuk” karpostalı geliyor. Üstelik bu kez karpostaldaki o çocuğun yüzünü çıkarıp yerine kendi yüzümü koyuyorum. Sonra arkasına birşeyler karalayıp sana gönderiyorum “iadesiz ve taahhütsüz”...
---- o ----
Oysa böyle olsun istememiştim. O ömrümün sonuna giden son gemi, sen olmalıydın ve gittiğim şehir de İstanbul. Günlerim, saatlerim, hala seni düşünmekle geçiyor. Bildiğim bütün sokaklar, yürüdüğüm bütün yollar yine sana çıkıyor. Ve aklımda hep aynı soru :
- Peki şimdi mutlu musun ?