Pazar, Ocak 16, 2011

(S)aklımdakiler II

“Şemsiye yapımcıları
ıslanmaktan
tek kişiyi koruyacak genişlikte
kesince kumaşları
yağmur değil
yalnızlıktır yağan..”


Geçen akşam canım eve gitmek istemedi. Bir tarafta yağmur, bir tarafta soğuk. Hiçbirine aldırmadan attım kendimi yollara. Beyoğlu yağmurdan kaçışan insan seli sanki.. Cadde ışıl ışıl. Yeni yıl için hazırlanan süslerin ışıkları yere vurmuş. Işıklar alabildiğine derinlikte gölgelerle buluşunca Rembrandt tablolarına benziyor.

İnsanlar ve yansımaları.. O kadar büyük ve canlı bir resim ki, görmelisin. Tam fotoğraflık. Üstelik hepsi hareket halinde. Farklı hızlarda bile yürüseler, kendi içlerindeki gölge ve ışık oyunu, ritim duygusuyla birleşince inanılmaz bir kare çıkıyor ortaya. Gökyüzünde solda oluşan boşluğa da bulutlu bir yarımay eklenince, “niye yanımda kamera yok ?” diye hayıflanıyor insan. Ha, “kimin umurunda ?” dersen, benim dışımda hiç kimsenin. Biliyorum.. Ben de onun rahatlığıyla yürüyorum zaten. Keşke sen de burada olsaydın şimdi..

Çoğu yağmuru sevmez. Zira ıslanmak eylemi biz ademoğulları için icad edilmemiştir. Olsa olsa, evsiz barksızlara ya da yolda yağmura hazırlıksız yakalananlara mahsustur. Cümle içinde yaygın kullanılış biçimi bile “ıslanmak” değil, “ıslanmaktan korunmaktır”. Yani ya evlerin çatısı, ya sundurması, bilemedin otobüs durakları ya da Eminönü’nde yüzyıllık bir hanın bodrum katında güneşsiz kalan şemsiye imalatçısı içindir yağmur. Öyle ya, yoksa niye bu kadar insan iki damla düştüğünde bunlardan birinin altına sığınmak için koşuştursun ki ?

Hiçbirşeye aldırmadan yürümeye devam ediyorum. Bir ara yanımdan geçenlerin bakışlarını üzerimde hissettim. Garip bakıyorlardı. Anlamadım önce. Odakule’nin önünden geçerken “Haydi beş lira beş lira, şemsiyeler beş lira.. Şemsiye lazım mı abi ?” sorusuyla kendime geldim. Öyle ya, koca caddede bir tek bende şemsiye yoktu ve çoraplarıma kadar ıslanmış olsam da, yolu ortalayıp sakin sakin yürüyen bir tek ben vardım. Şemsiye taşımayı oldum olası sevemedim.

“Çay bardağında
Bırakılan dudak payı
Kadar bile
Uzak kalamam
Gözlerine..
Yakın olsun isterim
Ellerime ellerin
Yanındaki beton binaya
Yaslanması gibi
Köhne bir evin.. ”
 

Şu anda dördüncü sayfayı yazıyorum. Ve üç aşağı beş yukarı, bu satırları okurken bana kızdığını tahmin edebiliyorum. Bu kadar sessizliğin başka bir nedeni olamaz. Muhtemelen içinden “Niye ?” diye soruyorsun ya da en kestirmesinden “Kimi ne kadar ilgilendirir ?” cümlesi aklından geçiyor. Hatta belki de açık verdiğimi düşünüyorsun. Doğru, “yumuşak karın” psikolojisini kundaktaki çocuk bile öğrendi. Üstelik sızlayan bütün yaralarım hep o yumuşak bölgede. Ve haklısın, herkes bir kolu yukarıda gardını alıp yaşarken, dışarıdan gelecek herhangi bir tehlikeye/darbeye karşı savunmasız şekilde beklemek “saflık” derecesinde “salakça” bir davranış biçimi. Ama korkmuyorum. Sen de korkma, saklımdasın...


Söyledim ya, aklımda karşılığını bulamadığım pek çok soru var. Gerçi bir sorunun başına gelebilecek en kötü şey “cevabı”, biliyorum. Bu sessizliği bana bırakıp gittiğine göre, cevapları senin vermen yine en doğrusu. Merak ediyorum, mesela biz neyiz şimdi ? Sen ve ben yani ? Örneğin “sevgili” desen, değiliz.. Arkadaş demeye dilim varmıyor, çünkü isteğim o değil. Farkında mısın, yalnızca telefonun öbür ucundaki ses kadar birlikteliğimiz. Ve gün batımında çöken sisle, yalnız kalan iki yabancı şehir kadar uzak gözlerimiz. Peki ne olacak bize ? Yolunu kaybedip soğuk iklimlere kanat çırpan kuşlar gibi kimsesiz mi kalacağız, yoksa yarım bırakılmış cümleler gibi buruk mu ? Kış güneşini bahar sanıp, çiçek açan ağaçlar gibi şaşkın mı olacağız, yoksa kumdan kaleleri yıkılmış çocuklar gibi üzgün ve ağlamaklı mı ? Sorular, sorular ve hep aynı sorular..

Ben ağır, kalem ağır ve kelimeler çok anlamsız.. Bir özlemek ki, sorma…

Pazar, Ocak 02, 2011

(S)aklımdakiler I

‘Vermeden alınamayan tek şeydir “mutluluk”..’

Aylar önce en son bu cümlede kalmıştım..
Merak edenler için: “Bulabildin mi ?” ya da “Alabildin mi ?” sorusuna verilecek henüz bir cevabım yok. Üzgünüm diyecek durumda da değilim. Karşılığını bulamadığım pek çok soru var. İşin kötü tarafı bu soruları hep kendime sormam, farkındayım. Ve kaçınılmazdır ki, altbilinç hep aynı oyunu oynuyor. Verdiğim her cevap, yine bana çıkıyor. Soruyla-Umut arasındaki yakınlık.. Ne garip.. Beklentim neyse, sorulaştırdığım da o aslında.. Cevabı belli bile olsa, kendi verdiğim cevabı bekleyip, yine umutlanıyorum.. Ortada hiç bir neden yokken kendimi daha bir iyi, daha bir sevinçli hissediyorum. Ama gel gör ki, bu beni daha çok mutsuz ediyor. Çünkü kendi verdiğim cevapların umut dolu olması, sensizliğin duvarlarından geri dönüp yüzümde bir tokat gibi patladıkça, canım yanıyor...
Oysa bu cevapları vermesi gereken kişi sensin öyle değil mi ?

“özledim seni...
ayrılık yüreğimi uyuşturuyor,
karıncalandırıyor nicedir.
beynimi uyuşturuyor özlemin...
çok sık birlikte olmasak bile
benimle olduğunu bilmenin
bunca zamandır içimi ısıttığını
yeni yeni anlıyorum..”


Genelde bütün arkadaşlarım bana kızar, “felsefe yapma” diye. Çok uzun anlatıyormuşum. Onların deyimiyle “Dünya ateşten bir toptu” teorisiyle başlıyormuşum herşeye. Aslında kimse beni dinlemiyormuş, "nezaketen" dinliyor gibi yapıyorlarmış. E, haliyle bu da beni “sıkıcı” bir adam yapıyormuş. Haklıdırlar belki.. Savunma yapacak durumda değilim. Ama kimse şu açıdan bakmıyor; lezzetli bir yemeği, güzel bir filmi, keyifli bir müziği ya da kocaman bir sevgiyi tek bir cümlede özetlemek, kısa bir “evet”/”hayır” yargısına indirgemek ne kadar doğru olabilir ki ? Örneğin şimdi içlerinden biri çıkıp seni sorsa, ne olacak ? Basitleştirip en kısa yoldan mı anlatacağım ? Yani “bana o kadar çok benziyor ki, sanki aynadaki yansımam” desem yetecek mi, anlayacaklar mı ? Ya da “öyle güzel gülüyor ki, gözlerinin içi parlıyor, her defasında kendimden geçiyorum” kafi gelecek mi seni tanımlamaya ? Ne bileyim “geçen gün buluştuk, hiç aralıksız beş saat konuştuk” cümlesi her ikimizi de sıkıcı insan sınıfına mı sokacak ?.. Oysa ben hiç felsefe yapmadım. Yalnızca bildiklerimi ve hissettiklerimi, bir adım daha ötesinde öğrendiklerimi paylaştım.

Haliyle sonunda durdum.. Uzun zaman oldu. Susuyorum.. Susuyorum ve hiç konuşmuyorum. Ama senin için biriktirdiğim, cümle haline gelememiş o kadar çok kelime var ki, o dalga geçtikleri “ateşten top” başlangıcı bile yetmiyor artık. Üstelik nasıl ve nereden başlanır, nasıl toparlanır, bu kez gerçekten bilmiyorum.

Bazen hayatı bir kadeh şaraba benzetiyorum. Önemli olan şarabın kalitesi değil, kiminle içtiğin…