Perşembe, Ocak 19, 2012

Onikiye Beş Kala..

İnsan psikolojisidir, bütün hayatını hep arayarak geçirir. Aslında aradığı şu anda yaşadığı değil, gerçekte ne istediğidir. Bulup bulamaması bir yana, bu durumun tek kifayetsiz yanı, kişinin ne aradığını bilmemesidir. Zordur elbette. Çünkü çok değişkenli bir denklem gibidir. Kimi sevgi der, kimi aşk, kimi mantık. Düşün ki yağmur yağıyor; yüzlerce, binlerce damla düşüyor yere ama o damlaların yalnızca bir tanesi senin ve hangisi olduğunu bilmiyorsun. İş ki onu bulmakta, yere düşmeden tutabilmekte.

"Burada yağmur yağıyor ama sen
Şemsiyeni almadan gel yine de
Özletiyor bu çılgın sağanak seni
Sırılsıklam özletiyor biliyor musun?"


Yağmuru sevdiğimi bilmeyen kalmadı değil mi ? Örnek verirken bile düşüncelerim o tarafa doğru kayıyor. Ne yapayım ama, yağmur yağarken yürüyüş yapmayı ve altında ıslanmayı seviyorum. Başkalarının ne söylediği, ne yaptığı, niye saklandığı umurumda bile değil. Mesela şimdi bu satırları yazarken penceremden "tıp tıp" sesleri geliyor, ufaktan ufaktan çiselemeye başladı yine. Ve biliyorum ki birazdan o mis gibi koku odama dolacak. Ne güzel.

Penceresi büyük ve balkonlu evleri bu yüzden çok seviyorum, rahat oluyor. Çalışma masam pencere kenarında ve iki adım ötesinde balkon kapısı. Yağmur başladıktan beş dakika sonra -hangi mevsimde olduğuna aldırmadan- kapıyı açıp, temiz havayla birlikte o kokuyu odama dolduruyorum. İçime derince bir nefes çekip bir süre bekledikten sonra, "ohh" diyorum kendi kendime "işte hayat bu"...

"Bugün yağmur
bir kadın saçıdır,
yeryüzüne dökülen;
upuzun, ince ince..."


Bülent Abi kulağıma fısıldamaya başladı bile yine aynı şarkıyı. Birazdan Gökhan Kırdar'ın yağmuru gelecek, ardından Singing in the Rain, ardından Turgut Uyar ve Sunay Akın.. derken hep birlikte olacağız. O sayfalar dolusu yazılar, notalar, film pelikülleri ardarda dizilip yol olacaklar önümde.

Bak ne geldi aklıma ? Belki şimdi hatırlamayacaksın ama, seni de bana getiren bir ilkbahar yağmuruydu. Aylardan Mayıs'dı. Günlerden Salı. Ve bardaktan boşanırcasına yağıyordu mübarek. Yarı ıslak, yarı kuruyarak geçen bol sohbetli bir gecenin sonunda uzun zamandır tanıdığımı sandığım ama gerçekte hiç tanımadığım bir kadının portresi duruyordu karşımda. Ne çok hayalin vardı, cümleler yetişemiyordu peşinden. Nasıl da heyecanla anlatıyordun herşeyi. Ya gülüşün ona ne demeli, hele hele gözlerindeki o ışık yok mu, bugün bile parlaklığını yitirmedi. Ne zaman baksam dalıyorum, içinde kayboluyorum.

"Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen
Kum taneleri var ya onlardan birindeyim
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor
Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte"
 

Haydi yeri gelmişken söyleyim, ben bir yağmur romantiği değilim. Yağmuru sevebilirim, o ayrı. Yağmurun bende çağrıştırdıkları ilk bakışta romantik gibi de gelebilir, ama değiller. Bunların hepsi farklı farklı olgular. Hem ayrıca ben yazar da değilim. Benim için mutlaka bir benzetme yapılacaksa "hikaye anlatıcısı" denmesini tercih ederim. Çünkü bugüne kadar hep kendi hikayelerimi anlattım; zaman/mekan/isim vermeden, kimsenin özeline girmeden sadece yazdım. Keyif alanlar, alınanlar, keyifsiz kalanlar, okudukça üzülenler, kendine ortak payda çıkaranlar, yolunu aydınlatanlar, sevinenler, merak edenler bir yana; sayfalar dolusu bu hikayelerin tek ortak noktası gerçek olmalarıydı.

Biliyor musun, samimiyet çok önemli insan hayatında. Çünkü bir anlamda yakın durma duygusu bu, ancak ve ancak güven duyma duygusuyla birlikte gelişebiliyor. Düşünsene, kendinle ilgili gizli saklı bir bilgiyi karşındakine hiç çekinmeden bir anda fısıldayıveriyorsun ve hiç birşey olmamış gibi, en küçük bir endişe bile duymadan devam edebiliyorsun hayatına. Ne kadar rahatlatıcı. Saflık decesinde salaklıktan ya da teslimiyetçilikten bahsetmiyorum elbette. Ama hâlâ eski bir türk filmini izlerken gözyaşlarına hakim olamıyorsan, hâlâ o çok sevdiğin şarkıyı dinlerken müziğe eşlik edemeden duramıyorsan; ne bileyim birine onu sevdiğini hiç duraksamadan pat diye yüzüne karşı söylebiliyorsan ya da hoşlanmadığın birine onaylamadığın taraflarını tek tek sıralayabiliyorsan, samimiyet hiç de kötü bir şey değil. İçten olmak.. Kendin olmak.. İşte sana karşı hissettiklerimin ve seninle birlikteyken yaşadıklarımın bendeki yansıması da aynı böyle.

"aramak mı?
öyle bir şeydir ki bu arayış,
kendini bile bulabilir insan."


İnsanın iki hayatı var: Bir; şimdi yaşadığı.. İki; yaşamak istediği.. Arayışı da hep bu yüzden. Aslında ben de o hayatlardan biriyim. Herkes gibi birini, birşeyleri arayan; zaman zaman dalgalı, zaman zaman da dingin bir ruh. Bulmak konusunda endişem olmadı değil, hâttâ korktuğum anlar bile var. Bulduğum şey, hâyâl ettiğimle eşleşmezse ne yaparım diye düşündüğüm de.. Ama hiç vazgeçmedim. Sen dahil..

Aramak, yaşamakla eşdeğer uzun bir yolculuk gibi. Bir anlamda kendi içine dönebilme, kendini tanımlayabilme, kendinle yüzleşebilme. Yazıldığı gibi kolay değil tabi.. Çünkü kaybolanı ya da sen de olmayanı ararsın hep. Mesela sevgidir bazen, bezen de mutluluk.. Bazen aşktır, bazen de huzur.. Bazen basit bir cevap, bazen de acı bir gerçek. Hani Mevlâna'nın bir sözü vardır, der ki "neyi arıyorsan o'sun sen". Kelimelerin tükendiği an bu işte..

"aramak,
arananı değil;
arayanı
aramakmış
meğer."


Söyledim ya ben bir hikaye anlatıcısıyım; yazdıklarım tam da bu noktada yakalıyorsa herkesi, o zaman hâlâ doğru yerdeyim ve küçük de olsa bir başarıdan söz etmek mümkün. Yani demem o –ki ; eğer hayat dediğin karşımıza anıt gibi dikilmiş bir boy aynasıysa ve nasıl ki kendine yakışanı giydiğinde, bunun doğruluğunu o aynada sorguluyorsan; üstüne olmayanı yahut yakışmayanı da bir başkasına giydirmeyeceksin.