Salı, Şubat 22, 2011

(S)aklımdakiler V

“Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.”



Yağmurun ince ince ve kalabalıklar halinde yağmasını izlemek hoşuma gidiyor. Damlaların yoğunluğu arttıkça kendimi daha rahatlamış hissediyorum. Özellikle yere düştükleri zaman çıkardıkları ses ve sesteki uyum dinlemeye değer. İşte bu yüzden herkes ıslanmamak için kaçışırken, ben durmayı tercih ediyorum. Çünkü yağmur bana yaşadığımı hissettiriyor..

Diğer yandan insanların düşen her damlayı, birazdan elbiselerini-ayakkabılarını kirletecek çamur tanesi ya da saçlarının formunu bozacak sıvı kütlesi olarak görmesi hoşuma gitmiyor. Çünkü ben ne zaman yağmurun sesini dinlesem, sanki çok tanıdık bir melodinin notaları çınlıyor kulaklarımda. Ruhum huzur buluyor. Mesela Vivaldi’nin 4 Mevsim’i hatırlar mısın ? Hani yaz aylarını anlattığı kısımın son bölümünde (Summer 03, Presto) kemanların, viyolonsellerin hep birlikte çaldıkları bir yer vardır. Sanki sonbaharın gelişini müjdeler gibi orkestra hep bir ağızdan bulutları toplayıp, yağmuru yağdırır. Duyduğum müzik işte o.. Kemanlar çalıyor, yağmur müzikle aynı ritimde yağıyor ve ben başımı gökyüzüne doğru kaldırıyorum. Bütün damlalar yüzüme çarpıyor, gözyaşlarımla karışıp birlikte akıp gidiyorlar. Tıpkı film gibi.. Aslında insanların yağmuru değil de, ağladığı belli olmasın diye yağmurda yürümeyi sevdiklerini söylerler hep.. Ama ben her ikinizi de seviyorum..


“Kendimi sileceksem,
Bilirim sende varım.
Senin ben yarısıyla
Seni ben tamamlarım.
Seni sende bütünler,
Sana sende inanır,
Seni sende silerim,
Seni bende yazarım..”


Beyoğlu’nda yürümeye devam ediyorum, nereye gittiğimi bilmeden. Hava bir hayli soğuk. Nasıl bir zamansa geçmiyor bir türlü. On gündür senden haber çıkmadı ya, aklımda hep aynı soru; “Niye aramıyor ?”.. Sorunun cevabını bilmiyor olmak çok daha kötü. Soğukla birleşince tokattan beter ediyor insanı. Diğer taraftan elim ikide bir telefona gidiyor. Cevapsız bir arama ya da gelen/giden bir mesaj var mı diye kontrol ediyorum: “Arayacak mı ?”, “Aramayacak mı ?”..

Bak aklıma ne geldi, küçükken kelebek ile papatyanın masalını anlattılar mı sana da ? Gerçi ayrıntılarını ben de unuttum, ama hatırladığım kadarıyla şöyle birşeydi :


"Sadece 3 günlük ömrü olan kelebek papatyaya aşık olmuş... Etrafında kanat çırpıp durmuş günler boyu.. Ama ne yaptıysa derdini anlatamamış.. Ancak üçüncü günün sonunda öleceğine saniyeler kala “seni seviyorum” demiş. Papatya sadece “ben de” diyebilmiş. Ve kelebek ölmüş. Sonra gel zaman git zaman, “Ona sevdiğimi zamanında ben niye söyleyemedim” diye papatya üzüntüsünden yapraklarını dökmeye başlamış. Aslında döktüğü her yaprakta “seni seviyorum” diyormuş, ama diğer taraftan elinden gelen birşey yokmuş.. Çünkü giden gitmiş.. Ve son yaprağın yere düştüğü gün papatya da ölmüş. İşte o gün, bugündür sevdiğini söyleyemeyen herkes papatyaya sorarmış :
“Seviyor mu, Sevmiyor mu ?” diye.

N’olur hayatımın papatya fallarına dönmeyeceğini söyle bana…

“duymak istediklerimi söylemiyorsun hiç
dokunmuyorsun bana
sen gibi bir şimşek çakıyor
tam kalbime düşüyor yıldırımı
ben gidiyorum...”


Aslında eskiden bu kadar umursamazdım. Bilirdim ki uzun bekleyişlerin ardından gelen hep ayrılık olurdu. “Gitmek” ya da “kalmak” arasında bir seçim yapmak zorunda kalırdım. Ama şimdi bir türlü anlam veremiyorum; ne sana, ne de kendime. Zaten senin hayatında ayakkabıların ya da gömleğin kadar “herhangi birşey” iken, sessiz/tepkisiz kalıp, beni iyiden iyiye “hiçliğe” itmene üzülüyorum. Giydiğin ceketin rengine uygun bir çanta seçerken bile böylesine özen gösterirken, tanıdığın bir insana “merhaba” demek ne kadar zor gelebilir, anlamakta zorluk çekiyorum. Bak birşey söyleyeceğim; duygularını ifade ederken, utanan yahut yüzü kızaran bir insanla tanışırsan birgün, onu hiçlik kuyusuna atma olur mu ? Çünkü atarsan, bir daha çıkamaz oradan. Yorgun bedeni ve kırılgan ruhu onu karanlığa hapseder, kurtulamaz. Ama “yapamam” diyorsan, belki de en iyisi kuyuya atmak yerine basit bir veda cümlesi hazırlamak..

“Merhaba” demesi kolaydır kolay olmasına da, “elveda” demek zordur, bilirim.

Çarşamba, Şubat 09, 2011

(S)aklımdakiler IV

“Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç..
Sana diyeceklerim söylemekle bitmez.
Yıllardır yaşamımdan çaldığım zamanlar
Adında düğümlendi.”


Susmanın bir bedeli var, farkındayım. Sen bir başka şehirdeyken ve ben seni hiç göremiyorken, masada duran kağıda boş boş bakıp düşünmek, kelimelerle oynamak anlamsız geliyor.. Yazıyorum ve siliyorum.. Sonra yine yazıyorum, yine siliyorum.. Bu döngü hiç bitmiyor. Günlerce, gecelerce uğraştığım tek şey; doğru anlatılması gereken iki satır, üç cümle.. Haliyle hepsinin bir araya gelip, o boşluğu dolmayan duyguyu anlatması oldukça zor oluyor. Diğer yandan ben aklımdakileri söylüyorum söylemesine de, henüz bunları okuyup okumadığını bile bilmiyorum. Oysa hepsi senin için. Hayat ne garip değil mi ? Susarak söylediklerim, konuşarak söyleyemediklerimden daha çok.

“Sen say ki
ben hiç ağlamadım,
hiç ateşe tutmadım yüreğimi.
Ve say ki
bütün şiirler gözlerini,
bütün şarkılar saçlarını söylemedi..”


Bir insanın başına gelebilecek en kötü şey; hayal ettiği herhangi birşeyin gerçekleşmemesi ya da yaşanması mümkünken teğet geçen mutluluklar.. Bu beni oldum olası üzer. Düşünsene bir; başlangıcı ve bitişi belli iki nokta arasında yürüyorsun ama bu yolun ne kadar süreceği ile ilgili en ufak fikrin yok. Üstelik yaşadığın her dakika, "gelecek" dediğin şey şimdiki zamana dönüşürken, yaşadıkların da an be an "geçmiş" oluyor. Daha da kötüsü tutamıyorsun.. Mesela yıllar geçmiş yaşlanmışsın ve bir sabah uyandığında bakıyorsun ki, herşey eksik hayatında. Sadece minik bir cesaret kıvılcımı yakalayamadığın ve herşeyi umarsızca zamana bırakıp, ertelediğin için ne karadan uzaklaşabilmişsin ne yıldızlara dokunabilmişsin.

Diyelim çok sevdiğin bir el aynan var. Olmaz ya, bir gün yere düştü ve kırıldı. Ama ayna, senin için o kadar değerli ki vazgeçmen imkansız. Yere eğiliyorsun, bütün cam parçalarını toplayıp yeniden yapıştırıyorsun bir umutla. Sonra aynayı eline alıp, her zaman olduğu gibi yüzüne doğrultuyorsun. Bir de bakıyorsun ki, görüntü paramparça.. O kırıkları toplamasan, her parça kalbinde açılacak başka bir yara. Onarmaya çalışmanın verdiği umut ise, Pandora’nın kutusunda kalan son kötülük. Ne yapsan nafile, geri dönüşü yok ! Şimdi sen söyle, hiç kırılan bir aynadan, aynı görüntüyü vermesi beklenebilir mi ? İşte yaşam da böyle. Bir hayat kırıldığı zaman, yere dağılan parçalar yeniden bir araya gelemiyor. Ne düşlerin yetiyor ne de elinde kalan zaman.


“Bugün yağmur
bir kadın saçıdır
yeryüzüne dökülen
upuzun, ince ince
karanlık kokulu
sen ki aşkta aldatıldın,
yüreğin taş parçası
dinle yağmuru dinle
teselli bul türküsünden.
Herşey olur,herşey büyür
herşey geçer hayat kalır.”


Az önce Bülent Ortaçgil’den dinledim bu şarkıyı. “Benimle Oynar mısın” albümünde seslendirmişti ilk kez. Kimse bilmez ama, Ortaçgil şarkıları içinde sözleri kendisine ait olmayan tek şarkıdır bu. Hatta evvelsi yıl açıkhava konserinde "bu şarkıyı kıskanıyorum, çünkü bu sözleri ben yazmak isterdim" demişti. Şarkıyı dinlerken, yukarılarda bir yerlerde sonunu getiremediğim Beyoğlu hikayesi aklıma geldi. Yarım kalmasın..

Evet, hiç şemsiyem olmadı benim ve taşımayı da oldum olası sevemedim. Elimde şemsiye varken saklanıyormuşum ya da kötü birşeylerden gizleniyormuşum gibi geliyor – ki içimdeki çocuk ziyadesiyle rahatsız bu durumdan.. Oysa en güzel oyuncaktır yağmur, öyle değil mi ? Koşarsın, dans edersin, su birikintilerinin üzerinde “cıp cıp” atlarsın. Hem şeker değiliz ki eriyelim.. Büyümüş halimin düşüncesi de pek farklı değil, o’da şemsiye taşımayı yasaklayalım diyor..

Keşke burada olsan şimdi, sonra bir yağmur başlasa ufaktan, sonra dışarı atsak kendimizi – şemsiyesiz ama-, beraber ıslansak…

Salı, Şubat 01, 2011

(S)aklımdakiler III

“Başlangıçta doğruydu belki.
Sıradan bir serüven,
rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
gün günden hayatıma yayılan,
büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp,
varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Oysa bilmediğin bir şey vardı
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim..”

İnsan böylesine özlerken bir tek şeyin farkına varıyor; “yokluğun”. İster istemez hep bunu sorguluyor, içindeki fırtınayı dindiremiyor. Çaresizlik de karışınca işin içine, sanki kocaman bir taşı göğsüne oturtmuşlar da nefes alamıyormuşsun gibi geliyor. Yokluk nasıl anlatılır ki ? Yalnızlık mı denir mesela, yoksa eksiklik mi ? Yenilmişlik ve unutulmuşluk var mıdır içinde ya da yarım bırakılmışlık ? Uğruna kocaman bir hayatı adamayı düşündüğün bir sevgili için “gitti artık, o yok” nasıl denir ? Değil midir ki en zoru bir insanın sevdiğini son kez görmesinden çok, bir daha hiç göremeyeceğini bilmesi ?

Mesela ben.. Şu anda ve şimdi, herşeyi bıraktım seni düşünüyorum. Benim de aklımdaki tek şey yokluğun. 1 ay önce senin için birkaç satır karalamışım, onu okuyorum. Bir yandan da şimdi yazdıklarıma göz atıyorum. Her şeyinle aynı kalmışsın, bir satırım bile değişmemiş.. Dahası aradan geçen onca zaman, hiç görüşmesek bile, seni azaltmamış..

“Tek kişilik miydi ki bu şehir ?
Sen gidince bomboş kaldı...”

Oysa hep tam tersini söylerler değil mi ? Zamanın uzaması, en acısına yahut en yakıcısına bile tanık olsan, bir süre sonra en olmaz yerlerini törpülemeye başlar. Böylesine bir yoklukla yaşayamacağını düşünürken, gün gelir bir bakarsın ki bitmiş. “Ben bu acıyı ömrüm boyunca çekeceğim” derken; sesleri, yüzleri, isimleri, anıları, mutlulukları kaybetmişsin ve hikayen de sona ermiş. Karşıma çıkabilecek bütün zorlukları göze alıp, inadına yazmak isteyişimin bütün nedeni bu işte : Unutmamak ! Biliyorum ki her şeyi olabildiğince yalınlığıyla kağıda dökersem, kullandığım her kelimede, kurduğum her cümlede biraz daha çoğalacaksın.

Ama yine de ara ara zorlamıyor değilsin. Bazen gerçekten “varlığın mı yok ediyor” yoksa “yokluğun var ediyor ?” ya da hangisi daha umut dolu diye düşünürken buluyorum kendimi. Çünkü özlüyorum: Ruhumu eriten kronik bir hastalık gibi; görmeden geçirdiğim her saniyenin bir ömür gelmesi gibi; boşluğu hiç doldurulamayacak bir eksiklik gibi...

“Sevmek
güzel meslek
ama zor
can dayanıyor
dayanmasına
ama yürek
gitti gidecek..”

Aslında hep tek bir kişiyi özlüyorsun, bak bu doğru.. Onu anlatabilecek başka duygu yok ki elinde... Zamanla her yer ve her şey ıssız geliyor. O kadar arıyor, o kadar özlüyorsun ki, özlemenin verdiği o acıyı bile artık kaybetmek istemiyorsun. Çünkü onun olmadığı her yer, çıkışı olmayan ıssız bir hapishane. Ve kendi ellerinle kurduğun bu hapishanenin karanlık odalarından birinde, güneşli bir gökyüzünü hayal ediyorsun... Bir süre sonra hayaller yerini geçmişteki güzel günlere bırakıyor. O cânım, tekrar tekrar yaşanası anılar, saklandıkları yerden bir bir dışarı çıktıklarında anlıyorsun ki, artık yalnızsın.

“Sen gittikten sonra
yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse.."

Çoğu zaman susmak ve hiç konuşmamak istiyorum. Yazmak bile ağır geliyor. Gitmeyi düşünüyorum bazen.. Uzaklara ama, çok uzaklara.. Gitsem ve dönmesem diyorum.. Vazgeçiyorum. Biliyorum ki nereye ya da ne kadar uzağa gidersem gideyim, bu sol göğsümde yıllardır taşıdığım ağırlık yine bana ihanet edecek, yine benimle gelmeyecek.. O’da öğrendi sonunda, aslında gittiğim yerin hiç bir önemi yok.. Gitsem de, kalsam da önemli olan yanımda kimin olduğu...