Pazartesi, Temmuz 23, 2012

Onikiye Beş Kala...


Aslında hepimizin hikayesi -üç aşağı, beş yukarı- bu kurbağanınkine benziyor. Ben buna "herşeye rağmen yaşamak" diyorum. Öyle ya, varlığımız ve yokluğumuz arasında bir fark olmadığına göre!.. Hele hele bir de yedi milyar dünya nüfusuna oranlarsan.. Haydi onu da geçtim, daha burnunun dibindeki insanın çırpınışlarını göremedikten ya da görmezden geldikten sonra nasıl bir fark olabilir ki ? Uçurumdan atlasan ne olacak, atlamasan ne olacak ? Ne değişecek ? Belli ki kimsenin umurunda değil. İşte o yüzden herşeye rağmen yaşamak adını verdim; baksana süreç de, sonuç da hep aynı.. Yüzmeyi zaten biliyorum..

Siyah en çok ona yakışırdı,
Gökkuşağı gibi.
Saçları, gözleri,
Elbisesi, ayakkabısı,
Hatta çorapları...
Bir tek gömleği beyazdı,
O da tezat olsun diye.
Zaten az görünürdü
Ve dahası masum değildi.

Babam hep söylerdi, anlamazdım o zaman; "Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik.. bir de ardımıza bakmışız ki, bir arpa boyu bile yol gidememişiz".. İnsan bu yaşta anlıyormuş o cümlenin mealini.. Ne kadar az şey yapmışız meğer, ne kadar az kalmışız.. Elde var; "yalnızlık".. Nasıl anlatsam bilmem ki ! Sanki bir çoğalıp, bir eksiliyorum. Hangi yöne dönsem ya sana çarpıyorum, ya da nereye tutunsam sana düşüyorum. Hayat dediğin çok garip birşey; sen daha ne olduğunu anlamadan bir de bakıyorsun ki zaman geçmiş. Derken bir gün eline kağıdı kalemi alıp not alırken, o güne kadar kendine bile itiraf edemediğin bir cümleyi yazıya dökmüşsün "yalnızım" diye.. Sence de garip değil mi ?

Alı da bilirdi, moru da,
Sevmeyi de, aşkı da.
Beklentisi yoktu yaşamdan
-yaşamın da ondan.-
Hayatın ortasında,
ortalama bir hayattı onunkisi.
Ama yine de bütün kırmızılar imrenirdi,
Maviler suskun,
Sarılar gözlerinde,
Öylece beklerlerdi.
Ve o hep, siyah derdi hepsine...

Yazmak gerçekten mutsuzluk. Mutlu olup da yazan insan görmedim bugüne kadar. Şarkı sözlerine, şiirlere, öykülere hatta filmlere bak. Hepsi kendi içinde başka bir dram sanki. Hayatın bütün dengesi bu dram üzerine kurulmuş da, bizlerde bu dram içinden kendi adımıza yaptığımız çıkarımlarla küçük küçük mutluluklar toplayıp; bütün kötülüklerden uzaklaşmaya çalışan pollyanna'lar gibiyiz. Sadece bu bile yazmamak için yeterli bir gerekçe. Doğanın bize bahşettiği en büyük mucizelerden biri "unutmak" iken, sen misin unutmayan ve herşeyi kaleme alan ? Bak sonu böyle olur işte..

Sonra bir gün, uzun zamandır görmediğin bir tanıdığınla karşılaşırsın "-Çok kötü görünüyorsun.." der, kalırsın. Boğazında düğümlenmiş yüzlerce kelime varken, bir tanesi bile yolunu bulup dışarı çıkamaz.. Cevap veremezsin.  Susa susa bu hale geldiğime göre, benim derdim de aynı.. Düşün mesela; şimdi burada, yanımda olsan hiç gecenin şu saatinde oturup bu satırları yazar mıydım ?

Siyah ona çok yakışırdı gülerken,
Ağlarken gözyaşları siyahtı.
Bir kadın sevmişti beyaz,
O da siyahı sevmemişti.
Düşleri yoktu.. Gölgesi de..
Yalnız bir adamdı ;
Unutulmuş bir not gibi,
Sayfanın en dibinde..

Şimdi bana "çok mutsuz görünüyorsun" diyorlar.. Olabilir de, olmayabilir de... Doğruluğunu tartışacak durumda değilim zaten.. Ama birşey söyleyeceğim; "mutsuz olmak" hiçbirşeyin yolunda gitmediği anlamına gelmiyor ki ! Hem ayrıca; tersten baktığında "mutlu olmak" da herşeyin yolunda gittiği sonucuna ulaştırmıyor kimseyi... İyisi mi, arada bir hep beraber aynadaki yansımalarımıza bakalım derim ben.. Çünkü ben ne kadar anlatırsam anlatayım, boş. Hayatında hiç kar görmemiş bir çocuğa, karı anlatabilir misin ? Ancak onu kış mevsiminde kuzey ülkelerinden birine götürüp, yağan karın altına bırakacaksın ki ne olduğunu anlasın öyle değil mi ?  İşte bu yüzden kendini aynada "görmek" daha iyi gelebilir..

Hepsi bir tarafa, o kadar çok azaldım ki.. Elimde hiçbir şey kalmadı. Hayat yaşanılası bir yer olmaktan çıkıp, memuriyete dönüştü. Döngü hep aynı. Tutku, heyecan, yenilik diye birşey yok. Ya da ne bileyim, olmayacak bir saatte kapısını çalacak bir dost, herhangi bir gününü sana ayırıp dinleyecek bir arkadaş, "hocam nasılsınız ?" diyecek bir öğrenci, başımı dizlerine koyduğumda bütün yaşadıklarımı unutturacak bir sevgili.. Sürekli aynı günü yaşıyorum sanki. Gerçi biliyorum, ben de en az herkes kadar suçluyum. Doğru yer ve doğru zaman kavramlarını kaybettim, bunca koşuşturmanın içinde. Hep bir telaş, hep bir telaş.. Sonu, daha baştan belli olan bir hikayede nereye yetişeceksem artık.. İnsan mezara da koşar adımlarla gitmez ya !

Yaşamı da bilirdi, ölümü de..
Varlığı da, yokluğu da..
Hayat bir gel-git'ler bütünüydü;
Gittiğinde  ufuklar açılırdı yüzünde,
Işıklar yanardı.
Ama döndüğünde,
gözleri yine siyaha çalardı,
Bakışları düşünceli..
Güneş bile utanır,
Saate aldırmadan batardı.

Bazen diyorum ki kendi kendime; keşke ben de herkesi, onların beni incittiği kadar incitebilsem.. Benim gözümden aynı acıları yaşamalarını ya da tanık olmalarını sağlayabilsem. Ama olmuyor. Elimde değil. Fırsatım olsa bile planlamış ya da kurgulanmış bir kötülük, aklımın ucundan geçmiyor. Tamam sonunda olan hep bana oluyor, zarar gören de hep ben oluyorum, ama yapamıyorum ben kıramıyorum kimseyi... O yüzden en derin yaralarım iyileşmiş gibi görünse de, kanamaya devam ediyor. Yani sıfıra sıfır, elde var yine sıfır. İşte en tehlikelisi bu galiba, zaman içinde kaybedecek birşeyinin kalmaması. Çünkü hiç kimse hayatlarının tamamlanmasına izin vermiyor. Haliyle varlığını yitirmeye başlıyorsun an be an. İşin yalnızlık kısmı da buradan geliyor olsa gerek.

Siyah en çok ona yakışırdı
Siyah olduğu günden beri.
Bütün renkler
Önünde diz çökerdi;
Ama o, yine de hepsine siyah derdi.
Çünkü siyahtı yaşam,
Siyahtı aşklar,
Gözyaşları siyahtı,
Düşler siyah.
Çünkü yaşam siyahtı
En az ölüm kadar...

Geçen gün bir kitap okudum. Öyle abartılacak cinsten birşey değildi ama, okuduklarımdan kendimce çok kırılgan bir soru çıkardım.. Bu soruya, enine boyuna düşünülüp doğru cevap bulunduğu an, biliyorum ki -biz dahil- herkes özgürlüğüne kavuşacak..

Diyelim ki, biri seni üzdü ya da çok kırdı.. Beklemediğin birşey ve canın çok yanıyor. Soru şu :
Böyle bir durumda kime gidersin ?
En sevdiğine mi ?
Seni en çok sevene mi ?


Cumartesi, Temmuz 07, 2012

Onikiye Beş Kala...

Karar vermişti küçük kurbağa
ölmesi gerekiyordu artık..
Ve ölecekti de...

Aslında kendisi de biliyordu
ölmemesi gerektiğini,
ama öylesine bıkmıştı ki herşeyden.

Hem ne yapmıştı
ne görmüştü kötülükten başka ?
Ayrıca kimse onun fikrini almamıştı
dünyaya getirirken.
Nihayetinde kendi halinde bir kurbağaydı,
kırk kardeşten yalnızca biri.

Sonra hangi kardeşini görebiliyordu  ki şimdi,
hatta gördükleri bazen
tanımazlıktan bile geliyordu.
Ya annesi babası,
onlar da tek başına bırakmamışlar mıydı ?

Yaşam zordu;
para kazanmak,
karnını doyurmak gerekiyordu.
Yiyecek bulmak
eskisi kadar kolay değildi.
Bunun yanında insan denilen varlıklar
günden güne kurutuyor
ve tüketiyorlardı çevrelerini.

Üstelik herkesin
başını sokacağı bir yuvası varken,
o bir gelincik yaprağından bile yoksundu.
Hiç kimsesi kalmamıştı, yalnızdı.
Çocuklar bile alay ediyordu onunla..
 
Artık ölümü buram buram hissediyordu..
Kararlı adımlarla uçurumun köşesine kadar yaklaştı.
Birkaç adım geriye gidip,
atacaktı kendini suların derinliğine.

Biraz prova yaptı önce,
o mesafeden oldukça yüksek görünüyordu..
Korktu.. Ama yapması da gerekiyordu..
Gözlerini kapadı, 
geriye doğru üç-dört adım attı..
Bir cesaretle, zıplaya zıplaya
yamacın köşesine kadar geldi,
ve durdu.. 

Bir an tereddüt etti ;
atlasa ne olacaktı,
ne kazanacaktı,
dahası kimin umurundaydı ?
Herşeye rağmen yaşam güzeldi
onunla ya da onsuz sürecekti de..

Yine de bıraktı kendini 
uçurumdan suya...
Fakat yaşadığı ve yaşayabileceği
en kötü son bu olsa gerekti;

Çünkü yüzmeyi zaten biliyordu...