Cumartesi, Aralık 31, 2011

Onikiye Beş Kala..

Çok uzaklardan ılık bir rüzgar esiyor sanki. Sesi gecenin karanlığıyla birleşince çok tanıdık bir melodiye dönüşüyor. Kollarımda hissettiğim hafif ürperti ve esintiyle burnuma gelen şu koku, yıllardır bildiğim ama unutulmaya yüz tutmuş bir düşü yeniden canlandırıyor. İlk kıpırtılar, çarpıntılar genelde bahar gibi başlıyor içimde. Geçen koca bir kışın ardından, yeni yeni filizlenmeye başlayan bahar dallarına benziyor kalbim; ince, narin ve umut dolu. Her nefes alışımda bir başka sevinç kucaklıyor gibi. Gözlerimde hiç bitmeyen bir uykusuzluk, midemde hiç dinmeyecek bir sevdanın sancısı ve aklımda sonunu bir türlü getiremediğim onlarca cümle. Oysa hep yazar olmayı isterdim. "Büyük büyük cümleler kurup, kaybolmuş insanların tekrar yollarını bulmalarını sağlayacağım" derdim. Olmadı tabi, ama keşke duygularımı doğru anlatacak birkaç cümle kurmayı öğrenebilseydim. En azından şu havada gezinen dağınık kelimeler sahipsiz, başıboş kalmazdı.

"Beni öyle bir yalana inandır ki,
Ömrümce sürsün doğruluğu." 

İşte yine başlıyor, hissediyorum yine aynı koku bu. Baharı bu yüzden çok seviyorum. Hani akşamları ılık bir rüzgar eser de sırtına yeleğini alırsın ya balkonda.. Bir tarafta akasya ağaçlarının kokuları, diğer tarafta leylaklar bütün bedenini çevreler bir anda. Sonra penceredeki rüzgar gülünün ipleri dört bir yana salınmaya başlar birden. Bak, işte mutluluğun resmi tamamlanmak üzere. Çünkü biliyorum ki, o iplerin ucundaki çanlar çalmaya başlayınca, sen geleceksin. 

İnsanın, ömrünün sonbaharında saklandığı yerden çıkması çok garip. Sanki bir yerlerde biri kurmuş "mutluluğun" saatini, o beklediğin gelince sen susturasıya kadar hiç durmadan çalacak gibi.

......

Vermeden alınamayan tek şeydir “mutluluk”…

En son kaldığım cümle buydu bir başka adreste. İsimler, şehirler farklı bile olsa, mektuplar aynıydı. Hepsi adreslerini kaybetmişti belki ama hiçbiri içindeki umudu yitirmemişti. Çünkü mutluluk bir kibrit çöpü gibiydi aslında, sönmesin diye avucumuzun içinde yaktığımız. Rüzgardan koruyorduk korumasına da; ne kadar yanacağını biz de bilmiyorduk.. Her defasında "hadi bu daha uzun yansın" dileğiyle yakıyorduk ateşi ve bekliyorduk.

......

"Aradan onca zaman geçti, peki bulabildin mi aradığın mutluluğu ?” sorusuna henüz verilecek bir cevabım yok. Üzgünüm. Karşılığını bulamadığım pek çok soru var. İşin kötü tarafı bu soruları hep kendime sormam, farkındayım. Beklentim neyse, sorulaştırdığım da o aslında.. Cevabı farklı bile olsa, hep kendi verdiğim cevabı duymak istiyorum -ki bu hiç doğru değil. Yani insanın ara sıra kendini et ve kemikten oluşan canlı bir organizmaya  doğrulatması şart. Yoksa ipin ucu kaçtı kaçacak, her an obsesif bir kişiliğe dönüşebilirsin. Hani gün gelir de birgün kendini "Tutunamayanlar" ın içinde "Olric ve Efendisi" diyalogları yazarken bulursan şaşırma.


- Olric, o da beni, benim onu düşündüğüm kadar düşünüyor mudur dersin ?
- Düşünüyordur efendimiz..
- Düşünüyorsa niye hiç aramıyor, sormuyor ?
- Yaralarınız henüz iyileşmediği için olabilir efendimiz..
- Yaralar umurumda mı sanıyorsun Olric ? Görmüyor musun onsuz nefes bile alamıyorum..
- Ama efendimiz, ya bir yara da o açmak istemiyorsa..
- Açsın Olric, bırak bir yara da o açsın. Kimbilir, bakarsın belki bu son yara olur ve ikimiz de -hiç olmadığımız kadar- mutlu bir şekilde verebiliriz son nefesimizi.
- Bizim için yazılan mutlu son, böyle bir Ölüm mü yani efendimiz ?
- Biz onsuz hiç yaşadık mı Olric ? "

......

Genelde beni sevmezler. Sıkıcı bir adam olduğum söylenir. Doğrudur da. Savunma yapacak durumda değilim zaten. Ama bilirim ki kimse gerçekleri duymak istemez. Asıl hikayenin ekseninden uzaklaştırmak için sulandırılmış  pembe cümleleri her zaman daha çok tercih ederler. Ve gerçeklerin acıtma duygusu nasıl korkutuyorsa artık, ne kadar kaçabilirse kurtulma şansının o kadar yüksek olacağını düşünürler. Ben yapamam öyle; doğru neyse onu bilmek, onu söylemek isterim. Mesela şimdi yeni yıl geldi. Herkes bir yerlerde plan yapıyor, nerede/ne yiyeceğiz-içeceğiz diye. Hatta mide dolunca içkiyi göz kapaklarından mı, yoksa kulak deliklerinden mi boca edeceklerinin hesabı içindeler. Ben ise, burada gecenin şu saatinde düşüncelerimi toparlayıp sana bu satırları yazıyorum, yarın ne olacağımı bilmeden. Yılbaşı ile ilgili tek planım da bu.. Bir an önce bitirmek ve adresini kaybetmeden göndermek.

Sıkıcı mıyım ?
Evet !

Ancak asla mutsuz ve umutsuz bir adam olmayı istemedim. Ayrıca mutlu olmayı seviyorum da ve herkesin hakettiğine de inancım sonsuz. Zaten böyle bir yaşam formunun bir bedende vücut bulması çok olanaklı değil - en azından yaşayanlar açısından-. İşin bu kısmı tamamen psikolojik ve kişiden kişiye değişebilecek bir bakış açısı. Karşındakini nasıl ve hangi kimlikle görmek istediğinle ilgili.

"Bunca kalp kırıklıklarına rağmen
-küçüklüğümde yaptığım gibi-
Rüzgarı arkama alıp bağırmak istiyorum hayata:
Acımadı ki !"

Bu durumun bendeki yansıması biraz farklı haliyle. Çünkü insanlar resmimi hep yanlış çerçevelere yerleştirmeye çalıştılar. Bir de anlattıklarım değerini yitirip, dinlenmemeye başlayınca durdum.. Uzun zamandır -nefes bile almadan- sadece susuyorum.. Susuyorum ve hiç  konuşmuyorum. Ama senin için biriktirdiğim, cümle haline gelememiş  o kadar çok kelime var ki.. Üstelik nasıl ve nereden başlayacağımı gerçekten ben de bilmiyorum. Keşke şair olsaydım, dünyanın en güzel şiirlerini sana yazsaydım. Hem belki o zaman rüzgar gülünün sesini beklemeden, kendiliğinden gelirdin. Belki yine yüzüne karşı birşey söyleyemezdim ama okudukların ikimize de yeterdi, kimbilir..

.....

Bu kez mutluluğun saatini doğru kurdum, sen gelince çalmaya başlayacak..

Cumartesi, Aralık 24, 2011

(S)aklımdakiler Son Bölüm...


"eğer hayal kurmak uçmaksa
biz artık gökyüzüne bakmayı uçmak sanıyoruz
ayaklarımızı yerden bile kesmiyoruz düşmekten korkup;
sonra da adına uçmak diyoruz.."

Ne garip değil mi, insan kendine hiç birşeyi konduramıyor. Bazı şeyler insanın üzerinde durmuyor, üzerine yakışmıyor. Mesela bir gün bakıyorsun ki kırk yıl geçmiş ilk günden bugüne.. İnanamıyorsun zamanın nasıl bu denli akıp gittiğine.. Hepsi sanki dün gibi oysa.. Yaşlanmak duygusu değil belki ama, o ana kadar sahip olduklarının muhasebesini yapıyorsun ister istemez. Toplama, çıkarma, çarpma derken hafızan her şeyi tek tek ayıklamaya başlıyor; İyiler-kötüler, doğrular-yanlışlar, yaşananlar-yaşanmayanlar, istenenler-istenmeyenler, söylenenler-söylenmeyenler, ıskalananlar-hedefi bulanlar, ihtiyaç duyulanlar-duyulmayanlar, verilenler-alınmayanlar, sevgiler-terkedişler... Liste uzayıp gidiyor.. Bunun en kötü tarafı listenin hep eksik çıkması. İşte konduramadığın kısım tam da burası.. Çünkü "benim düşlerim vardı" diyorsun, "planladığım, gerçekleşmesini beklediğim onlarca, yüzlerce hayal...". Peki ne oldu onlara ? Nerede kaldılar, zamanın hangi diliminde bırakıldılar ya da ne zaman unutuldular ? Yoksa hiç mi var olmadılar ?

"Her an bir çarpıntıyı yaşamaktayım
Her an çılgın bir heves dağlıyor kalbimi
Tanrım, ben mi hayatı aşmaktayım
Yoksa hayat mı aşmakta beni..."

Şöyle yukarılardan bir yerden kendi hayatına bakınca daha net görüyorsun pekçok şeyi. Tamam kırk yılı, yaş olarak kendine yakıştıramıyorsun belki.. Hâttâ tanımadığın birileri "Aaa inanmıyorum, hiç göstermiyorsunuz.. Bana sorsanız en fazla otuziki-otuzüç derdim" cümlesini kurduğunda mutlu oluyorsun.. Belki o cümlenin coşkusuyla gidip gardrobunu yeniliyorsun, hayatın boyunca giymediğin renkleri, desenleri, modelleri alıp tarzını değiştiriyorsun. Erkeksen sakal ve bıyıklarını kestiriyorsun; kadınsan esmerlikten sarışınlığa terfi edip, iş çıkışında spor salonlarına hafta sonları yoga/transandantal meditasyon seanslarına devam ediyorsun. Akşam yemekleri için seçtiğin özel menüler ya deniz ürünleri ya da  teflon tavada bir çay kaşığı halis-muhlis zeytinyağ ile kendi buharında pişirilmiş sebzegiller ailesi, vesaire.. İsteyen bunları da yapsın tabi, amacım karşı bir duruş sergilemek değil. Ama ben yaştan, yaşlanmaktan bahsetmiyorum ki !.. Yaş dediğin ne ? Kaç yaşında olduğun ya da kaç yaşında gösterdiğin ne kadar önemli olabilir ?
 
Diyorum ki, mesela en son neyin senin olmasını istediğin çok önemli. Ne kadar zaman önce istediğin çok önemli, tabi senin olması için ne kadar emek harcadığın da.. Nasıl sonuçlandığı, elde edip edemediğin daha da önemli. Elde ettiysen nasıl değerlendirdiğin, koruduğun ya da  edemediysen nasıl bir tepki verdiğin çok daha önemli..

"Şimdi kocaman denizlerde, kocaman gemilerde
Neden yok küçüklüğümüzdeki büyüklüğümüz;
Çocukluğumuzun bahçelerinde, o evlerde
Kağıttan gemilerimizi yüzdürdüğümüz.
Bir şeyler mi kalmış çocukluğumuzda, 
Çocukluğumuzla çözdüğümüz..."

Yani hayal kurmak diyorum... Ne kadar insani değil mi ? Hatta biraz çocuksu, belki biraz da umut dolu. Daha çok yarına ait, sanki yaşamın doğal uzantısı, bir anlamda yansıması gibi. Düşünsene bir, daha çocukken başlıyor.. Kimisi için vitrinde gördüğü allıpullu bir oyuncak, kimisi için yavru bir kedi, kimisi için sinema, kimisi için güzel bir elbise, kimisi için de uçurtma.. Hep arzu edilen, sahip olmak için her şeyin göze alındığı bir varlık.. Öyle ki gerçekleştiğinde yaşamın bütün akışını değiştirecek ve sana yeni bir değer katacak, belki de hayata bağlayıp dört elle sarılmana neden olacak…

Mesela ben çocukken de yağmuru çok severdim, durgun su hiç bana göre değildi. Böyle bir sürü kağıttan kayık yapar yapar saklardım. O zamanlar İzmir’de yaşıyoruz, babam asker orada görev yapıyor.. İzmir’in de yağmuru pek meşhur. Bir başladı mı yağmaya, sağanak şeklinde durdurabilene aşk’olsun.. Ben biriktirdiğim kayıkları cebime doldurur, yağmur başladığında atardım kendimi sokağa. Sonra kaldırım kenarlarından suya batmadan, yolun logarlarla buluştuğu köşenin başına geçer kağıttan kayıklarımı suyun akıntısına bırakırdım. Onlar salına salına logar deliklerine ilerledikçe, ben yere doğru eğilip gidişlerini izler; bir gün onlardan birinin içinde olacağımı ve uçsuz bucaksız denizlere açılacağımı düşlerdim. Çünkü sanırdım ki, o logarların altından akan su, benim o güne kadar hiç görmediğim, yalnızca adını duyduğum okyanus denilen büyük denizlere ulaşıyor ve logarların içine düşen kayıklarım da derin sularda benim hiç bilmediğim yeni ülkelere doğru yol alıyor.. Çocuk aklı işte..

Söylesene bana en son ne zaman hayal kurdun ?
- …

"Bir gün diyorum..
Bir gün gelecek ve uyanınca
ilk aklıma gelen sen olmayacaksın!"

Küçükken insan daha cesur oluyor galiba. Beklentisi küçük şeylerde olsa, onunla ilgili hayalini gerçekleştirmek için hiç düşünmeden kolayca gözü karartabiliyor. “Herşey büyüyünce değişiyor ?” diyeceksin; hiç alakası yok ! Mesela sen şimdi en son kurduğun hayali hatırlamıyorsun ya, ne kadar kötü. Hatırlamanı isterdim. Kimbilir ne güzel bir şeydi. Öte yandan kimsenin hayallerine de ortak olmuyorsun.. Olabildiğince uzağa, ardına bile bakmadan kaçıyorsun.. Yakınından geçse, gözardı edip ucundan bile tutmuyorsun.. Benimkiler dahil... Peki sorabilir miyim sen nasıl nefes alıyorsun ?
- ...

Ben ne mi yaptım ? Hiç büyümedim. Kocaman bir adam oldum ama çocukluğumdan hiç vazgeçmedim ve hiçbir hayalimin peşini bırakmadım. Bazen kayık oldum, bazen uçurtma.. Kimi zaman bir martının kanadında, kimi zaman bir yelkenlinin kuyruğunda özgürlüğünü arayan bir seyyah gibi gezdim durdum. Hayatımın en orta yerinde hatta en merkezinde ve hatta kurulabilecek en büyük hayalin içine senin resmini koydum.

"Şimdi beni uçurumdan atsan,
düşene kadar aklımdaki tek şey;
sırtıma değen ellerin olurdu.''

Senin için yazdıklarımı hatırlıyor musun ? Hani bahar gelecek çiçekler açacaktı; Kuşlar kendi halinde gökyüzünde kanat çırpacaklardı; İçlerinden biri gelip omzuma konacak ve “boşver işi gücü, herşeyi bırak, ona git” diyecekti.. Umut, özgürlük, mavi gökyüzü, toprak, çimenler, ateş böcekleri, pamuk gibi bulutlar.. Hepsi, ama hepsi senin içindi..

O buğulu cama çizdiğim güneş resmi vardı ya, artık ısıtmıyor içimi. Her sabah uyandığımda “o iyi ki var benim hayatımda” demiyorum. Aşman gereken o son tepenin yamacında beklediğim sen değilsin, bir başkası.. Anne karnından yeni çıkmış bir bebeğin hafızası ve masumluğuyla yeni bir yolculuğa çıkıyorum şimdi. Yeni düşlerim var yarına dair, üstelik benimle aynı düşü görebilecek bir çift göze daha sahibim..

Mesela onunla beraber geceleyin yıldızları sayabiliriz hatta hepsine ayrı ayrı isim bile verebiliriz. Olmadı bir gece uykusuz kaldığımızda, aynı gökyüzünün altında gün doğumunu birlikte karşılayabiliriz. Belki bir gün dilimize aynı şarkı dolanır ve “bu bizim şarkımız olsun” diyebiliriz. Kilometrelerce uzaklıkta olsak bile, aynı rüyayı görüp, aynı anda yataktan fırlayabiliriz. Dudaklarımızdan tek bir cümle dökülmeden saatlerce birbirimize bakıp yalnızca gözlerimizle konuşabiliriz. En sevdiğimiz filmleri defalarca izleyip, bıkmadan usanmadan aynı yerlerine gülüp, aynı yerlerinde ağlayabiliriz. Hatta belki, her defasında “seni çok seviyorum”la biten kavgalar da edebiliriz.. Olamaz mı ? Olabilir..

İyi ol.. Mutlu kal..
Çünkü gidiyorum..
Çünkü senin sandığın bu kalbi, artık bir başkasına teslim ediyorum..
Çünkü birgün biri beni hayallerine ortak edecekse, bu kişi o olsun istiyorum..
Elveda yabancı..
Düşler buraya kadar...

Hoşçakal..