Perşembe, Mart 31, 2011

(S)aklımdakiler IX

“Gecenin yarısı,
bir kitabın orta yerinden başlamak gibiydi;
Seninle birlikte olmak..
Başını anlamadan sona yaklaşmak..
Sonunu okuyamadan uyuyakalmak..
Ve uyandığında kaldığın sayfayı karıştırmak"..


Yarım kalan hikayeleri hiç sevemedim ben.. Açık uçlu filmleri de, romanları da.. “Efendim seyirci/okuyucu kendi yorumunu yapsın" cümlesi hiç yakın gelmedi. Eğer bir anlatıcı varsa ben niye yorumlayım, zaten varlık sebebi bana birşeyler anlatmak değil mi ? Yanılıyorsam sen söyle, "Nedensiz sonuç" ya da "sonuçsuz neden" gibi bir hipotez öne sürülebilir mi ? Herşeyin sonlu olduğu bir dünya ise bu, mutlaka bir "final" yazılmalı. Önemli olan uzun-kısa, iyi-kötü, mutlu-mutsuz bitmesi değil. Önemli olan birilerinin bir yerde "dur" demesi ve noktalaması. Yaşam gibi.. Ölüm gibi..

Yine de yarımsın ama. Seni bir türlü tamamlayamadım. "Seni seviyorum" ile sona erecek bir cümlenin daha başlamadan bir "sus"la kesilmesi gibi. Gözlerinin dolup dolup, gözyaşların dökülememesi gibi.. Ne yapsam, ne söylesem yetmiyor. O kadar kitap okudum, hafızamda kalan onlarca şiir ve bir o kadar da tirad var ama hiç birinde karşılığı yok düşündüklerimin. Kelimeler kifayetsiz, cümlelerin boynu bükük. Hani uzaklar yakınlaştırırdı ? Hangimiz daha uzağız şimdi ya da hangimiz daha yakın, sen söyle ?


“seni görebilmek için
o geriye döndüğüm zamanlar,
ikimiz de ölüyoruz,
yaşarken.”


Görüyor musun bak, bütün hayatımız çocukluğumuzdan kalma "aldım-verdim" oyununa döndü. Ben bir adım atıyorum sen uzaklaşıyorsun, sen bir adım atıyorsun ben uzaklaşıyorum. Bu oyun böyle oynanmıyordu ki ! İkimizde geri çekiliyoruz. O kadar kötülük görmüşüz, o kadar acı çekmişiz ve o kadar uzun zaman tek kalmışız ki, yıllardır ağırlığını omuzlarımızda taşıdığımız bir yük var. Adına “Güven” diyorlar. Kazanması zor, kaybetmesi kolay olan şey. Aslında ne güzeldir birinin yanında savunmasız kalabilmek, rahat hissetmek ya da onun kurduğu cümlelerin doğruluğunu sorgulamak zorunda kalmamak öyle değil mi ? Peki bizim payımıza düşen ne ? Modern görünüşümüzün altında ezilen ilkel benliğimizi, farkında bile olmadan “öğretilmiş çaresizliğe” kurban vermek. Ve bunu, sanki bir alın yazısıymış gibi kabullenmek..

Oysa hayatın bize sunabileceği en güzel hediyedir sevgi dolu bir insan.. Ömür boyu hep onun hayalini kurarız. Duvarda boş çerçevesini bile hazır tutarız –ki bulduğumuz an vakit kaybetmeden o resmi yerine asabilelim. En kötüsü de ne biliyor musun ? O kişiyi bulduğumuzda; ne böylesine değerli bir varlığın değerini biliriz, ne kendimizin. Her ikisini de yok sayarız anlamsızca. Öldürmek daha kolay gelir. Çünkü yaşadıklarımızdan yaptığımız çıkarım; karşımızdakileri kendimiz gibi algılama iyimserliğinden başlayıp, herkesin aynı güvenilmezlikte karbon kopyalar olduğu gerçeğinde son bulur. Bir yerlerde bize benzeyen, bizimle aynı duygu diliminde başkalarının da olduğu düşüncesi aklımıza bile gelmez. Hem hayatı matematikleştiririz, hem de kendi lanetimizi, kendi ellerimizle alnımıza, avuçlarımıza kazırız.


Hani bizim hayalimiz, yalnız hayatlarımızı yarım ya da eksik bırakmadan, ortak bir yalnızlıkta birleştirmek, tekleştirmekti ?

"Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ
Sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik..
Ve o eksiği tamamlayayım derken,
Var olan aşınıyor azar azar zamanla."


Şimdi garip gelecek ama, yeni birşey farkettim; bende sana ait hiç birşey yok. Yalnızca bir telefon numarası.. Masamda fotoğrafın eksik.. Odamda kokun, salonda sesin eksik.. Omzumda başın eksik.. Kalbimin olduğu yerde bir parçam eksik.. Yazdıklarım, yazacaklarım, sayfalarım eksik.. Ve cümlelerim yüklemsiz... Kendimi hiç bu kadar eksik ve yarım hissetmemiştim. Oysa bugüne kadar istediğim her şeyi yaptım ben. Her şeyi aldım, her şeye sahip oldum. "Keşke" diyeceğim hiçbir şeyim olmadı. Bir tek sen.. Yarım kaldın. Bir tek seni unutamadım.

Her defasında gitmek istedim. "Gitmek kolaylaştırır" dedim kendi kendime, "yapabilirim, idare edebilirim".. Hiç tanımadığım insanlarla birlikte oldum mesela, onlarla yaşamayı denedim. Bir sürü film izledim, müzik dinledim, kitap okudum. Aklımı gerekli gereksiz birçok şeyle meşgul edip, kendimce zaman kazanmaya çalıştım. Olmadı.. Yine unutamadım… Şu kadar ömürde herşeyle başa çıktım, her şeyin üstesinden geldim ama bir tek sana olan sevgimin üstesinden gelemedim. Artık hangimizin zaferi ya da hangimizin yenilgisiyse bu, ben de bilmiyorum.


“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum..”


"Ayrılıkları, ayrıntılar acıtır" derler ya, galiba en çok acıtanı bu değil. Çünkü zaten ne kadar zaman geçerse geçsin, hiçbir ayrıntıyı unutmuyorsun. O bilinç altında bir yerlere yerleşiyor.. Üstünü örtmeye çalışsanda, bir süre sonra “ben buradayım” diye ortaya çıkıyor tekrar tekrar.. Sanırım insanı en çok acıtan; yaşayabilecekken, ve bunu biliyorken, ve ona tutma mesafesinde adım adım yaklaşmışken, yaşayamadığı, dokunamadığı, pas geçtiği ya da bir şekilde ıskaladığı mutluluklar.. Hayat diye bize öğrettikleri böyle birşey miydi ?

Salı, Mart 15, 2011

(S)aklımdakiler VIII

“Öperek uyandırdım bu sabah ayrılığı
Fırından yeni çıkan bekleyişler satın aldım
Kırmızı mavi ekoseli yalnızlığımı serdim masaya
Manzaraysa ayrılığa sıfır
İşte her şey hazır
Acılarımla iki lafın belini kırdık
Yokluğunda bir kuş sütü eksik
Yalnızlığım ve ben; seni çok bekledik.”


Beklentileri yüksek bir adam olamadım ben.. Hırs, ego nedir bilmem. Kimseyi hiçbir şey için zorlamadım, bekletmedim, alıkoymadım. Gitmek isteyene dur demedim, geleni de yalnız bırakmadım. İlk önceleri böyle değildi. Elbette –en az herkes kadar- bir beklenti içine giriyordum. Ama beklentiyi oluşturan her ne ise, onunla ilgili bütün duygularımı gözden geçirip, dikkatli davranıyordum. İsteğim çok basitti aslında. Çevremde bütün olup bitenlerin karşılıklı faydalar üzerine değil, doğası gereği gelişmesini istiyordum. Böyle olursa, belki bu bi’çare ademoğulları maskelerinden kurtulup, daha dingin, dengeli ve sevgi dolu bir yaşama merhaba diyebileceklerdi. Ve kimbilir belki de ruhlarını, o bitip tükenmeyen cehennem azabından kurtarabileceklerdi. Ne yalan söyleyim ben de çok sonra öğrendim; -ne kadar iyi niyetli olursan ol- meğer düşündüklerinle ilgili beklenti içine girmek insanı yerinde saydırıyormuş. Düş olarak başlayan şey zamanla umuda dönüşüyormuş. Ve daha da kötüsü; insan umut ettiği şeyin gerçekleşmesi için bütün duyularını körleştirip, hiç bıkmadan usanmadan bekliyormuş. Sonrası hep aynı zaten: Hayal kırıklığı..

“…
döndüğünde bulamayacak olmak beni,
korkutmuyorsa seni...
bu son satır fazladan yazılmış demektir!..”


Bugüne kadar hiç kimse düşlerime sınır koyamadı. Çünkü kimseyi varlık ya da yokluğuna göre değerlendirmedim. İşin en zor kısmı gerçek dünyaya geçtiğimde başlıyordu. Zira hayalini kurduğum şeyler gerçek dünyada camdan kalp gibi; ince ve kırılgandı.. Onlar, birileri tarafından her defasında fütursuzca yere atılırdı. Yüzlerce parçaya ayrılırlardı. Toplayamazdım hiçbirini. Korkardım, içim acırdı.. Toplarken, o küçücük parçaların yüreğimde açacağı yeni yaralardan korkardım.. Ya da yaralanmayı göze alsam bile kanamayı durduramamaktan korkardım.

Kaybettiklerimin sayısı arttıkça herşeyi bıraktım. Gitmem gereken yerlere gitmedim mesela. Yapmam gerekenleri yapmadım. Dostlarımı, sevdiklerimi aramadım. Dışarı hiç çıkmadım, gezmedim, eğlenmedim.. İşten eve, evden işe.. Kimseyle görüşmedim, ne düzenli bir uyku, ne de bir öğün yemek.. Hayat ile olan bütün bağı kestim. “Ölmekten ne farkı var ?” diyeceksin şimdi biliyorum. Öyle değil ama.. Hem kolay mı sanıyorsun bir insanın kendi ölümünü planlaması ? Ayrıca öleyim diye bir çabam da yok !.. Benimkine “yaşamak ile ilgili çabayı kesmek” diyelim, ağır kaçmasın.. Görüyorsun ya, insan zamanla herşeyden vazgeçebiliyor. En sevdiklerinden bile..


“son isteğin nedir ?" sorusu
çok çok kolaydır,
"ilk isteğin nedir?"sorusundan.
çünkü, o soruyu
kimse kimseye soramadı,
korkusundan.”


Seninle ilgili -aylar öncesinden- son hatırladığım şey "İnsan neyle yaşar ?" sorusu.. O zaman cevap yazmamıştım hatırlarsan. Yüzünü göremesem bile, en azından “sesini duymak” türünden lükslerim vardı. Bu kadar zamandır yaşadığım eksiklik ve yarım kalmışlığın ardından, ancak şimdi yüzleşebiliyorum bu soruyla.

Pandora'nın kutusu açılıp, Zeus'un içinde sakladığı bütün kötülüklerin dünyaya saçılmaya başladığı günden beri, sorduğun sorunun cevabı aynı: Umut.. Kimilerine göre “İyi şans”, kimilerine göre ise “Kötülüklerin en kötüsü”.. İşkenceyle mutluluk arası birşey, nasıl oluyorsa artık !..

“Kötülüklerin en kötüsü” düşüncesini savunanlar için “Umut etmek”, karşındakine farkında olmadan bir takım anlamlar yüklemekle eşdeğer... Oysa hiçkimse bir başkasının beklentileri için yaşamaz hayatını. Kendini bir başkasının ellerine teslim edip, sorumluluk vermek ya da onun sorumluluğunu almak istemez. Uzak olmak, yabancı kalmak (ileride yalnız kalacağını bile bile) korunma içgüdüsüyle birleşip daha rahatlatıcı gelir.. Zaten hepimizin yıllarla birlikte eksilmemizin nedeni de bu değil mi ? Böyle bir hikayenin sonu kaçınılmaz olarak hayal kırıklığı..

Peki Pandora’nın kutusu açıldıktan sonra ne olur ? Kötülüklerin etrafa hızla yayıldığını gören Prometheus, son anda yetişerek kutunun kapağını kapatır. Böylece umudun da uçup gitmesini engeller. Çünkü o, kötülüklerle başa çıkabilmenin tek yoludur. Mitolojik efsane, “Umudun” Zeus tarafından, Prometheus’un emrine verilmesiyle biter. Ve o günden sonra Prometheus diyar diyar gezip, insanlara ihtiyaç duydukları kadar umut dağıtır.. İşte “İyi şans” değerlendirmesini yapanların hikayesi de bu.

Bana gelince..Başıma gelen onca şeye, yapılan onca kötülüğe rağmen hâlâ umudumu kaybetmedim. Belki ara ara zorlanıyorum, doğru.. Ama vazgeçmedim. Çünkü umut denince benim aklıma özgürlüğüm geliyor.. Mesela çıkmışım bir tepeye, sırtımı yaslamışım bir ağaca ya da uzanmışım çimlerin üstüne, gökyüzünü seyrediyorum. Böyle bir maviyi rüyanda bile göremezsin. Hele hele hemen altında desenlenmiş sıra sıra, köpük köpük bulutlar yok mu, öm’re bedel.. Ya da kar yağmış, yağmur yağmış mahsur kalmışım evde.. Üşümemek için demlemişim çayı, geçmişim pencerenin önüne. Ve bir an düşündükten sonra buğulanmış cama parmaklarımla güneş resmi çiziyorum. Nasıl bir turuncu, nasıl sıcak.. Elini uzatsan, sanki elini yakacak…

“Umut” iyi bir şeydir, belki de yaşadıklarımızın içinde en iyisi. Ve unutma ki, iyi şeyler asla ölmezler.

Cuma, Mart 04, 2011

(S)aklımdakiler VII

“En fazla içimde ölürsün
Nasılsa yokluk rehin bırakılıyor kalana
Kalan gidene denk neyi varsa susuyor.
Ve susmak inceltiyor her yarayı
Ve susmak bakmak oluyor
Gitmediğin her yere..”


Aynadaki adamın haline üzülüyorum. Çok yorgun görünüyor.. Biraz durgun, biraz uykusuz, biraz kayıp, belki biraz da kimsesiz. Bakışlarında yıllardır çözemediğim bir hüzün var. Gözbebeklerindeki ışık, günden güne soluyor. Başını bir sağa bir sola çevirip, aynadaki yansımanın kim olduğunu anlamaya çalışsa da, başarılı olduğu pek söylenemez.. Mesela adam, yüzündeki yaranın ne zaman çıktığını hatırlamıyor ama, aynadaki yerini biliyor, o gösteriyor yarayı.. Göz altındaki mor halkaları, dudak kenarlarında derinleşen kırışıklıkları, şakaklarında gün geçtikçe sayısı artan akları hiç görmemiş ama aynadaki adam bütün çizgileri, akları her gün ve tek tek saymış. Bütün bedeli o ödemiş sanki.. Kimbilir sesinin çıkmayışı da belki bu yüzden.

İnsan ve yansıması; aynı dili konuşsalar bile yabancılar. Birbirlerine böylesine benzemelerine rağmen, her defasında ilk kez karşılaşıyorlar gibi.. Ve aslında, her ikisinin de aklında hep aynı soru : “Hangimiz daha gerçeğiz; O mu, Ben mi ?”..

İçime ne kadar işlediysen, gelmeyeceğini bildiğim günden beri aynadaki adamı bile tanıyamaz oldum - gerisini artık sen düşün…


“Kimi sevsem sensin, hayret !
Senden nedense vazgeçilemiyor...”


Seni düşünmediğim herhangi bir saat, bir saniye, bir an dahi yok... Hani belki diyorum uyuyunca unuturum ama, o da olmuyor. Çünkü uyuyamıyorum. Uyursam rüyaya dalarım diye korkuyorum. Gerçek hayatta yüzyüze gelmeyi başaramasam da, rüyada karşılaşma olasılığımız beni tedirgin ediyor. Hatta öyle bir anda bile ne söyleyeceğimi, nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Düşüncesi, yüzümün kızarmasına yetiyor. Bu nasıl bir çaresizlik ya da nasıl bir utangaçlıksa, bu kadar yıl geçti hala çözemedim.

Zaman hiç geçmiyor.. Ya da o geçiyor, ben duruyorum. Geceler uzun, uçsuz, bucaksız ve aynı.. Okuma, yazma, dinleme üçgeninin batık yolcuları.. Başlarda heyecan verici gibi görünse de, bir süre sonra aynılaşmanın verdiği rahatsızlık, harcanan zamanla güç birliği yapıp, intikam almaya başlıyor. Ben çoğalmayı ve başkalaşmayı umarken bir de bakıyorum ki, azala azala tek kalmışım. Yani “suçlu” yine benim..

Geçen gece bir kitapta rastladım. “Öğretilmiş Çaresizlik” diye bir başlık atmışlar. İlgimi çekti. Hızlıca bir göz gezdireyim derken, takıldım kaldım. Bir yandan hoşuma gitti, ama okurken ara ara kendimden şüphelenmedim değil “Acaba bende mi bu gruba dahilim ?” diye. Öte yandan “Öğreti” ve “Çaresizlik” gibi, biri olumlu biri olumsuz, iki kelimenin birbirine iliştiğinde, böyle bir anlama geleceği hiç aklıma gelmezdi :



“Öğretilmiş çaresizlik kültüründe, bireylere neleri yapmamaları gerektiği o kadar güçlü bir şekilde öğretilir ki, o kişi o alanda yeni bir denemede bulunmayı aklından bile geçirmez. Kişi deneyip yanılmadan doğuştan kaybetmeyi kabul eder! Batılılar deneyip yanılıp çaresizliği öğrenir. Bizse çaresizliği doğar doğmaz öğreniriz ki, deneyip yanılmayalım! Bu kadar iyi kalpli insanlar olduğumuz halde, bu kadar çaresizlik içinde yaşamamızın tek nedeni bu..”

Şimdi sen söyle, biz hangi taraftayız ?

“Vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı
Vaktinde anlamanın sevinci mi
Ya da biraz geç kalmanın
O gereksiz tedirginliği mi
Hangisi ?

Ama belli ki sonundayız her şeyin
En sonunda.”


Biz seninle hiç beraber olmadık. Ne aynı sabahı birlikte karşılamışlığımız, ne aynı havluya yüz sürmüşlüğümüz, ne aynı kaldırımda yürümüşlüğümüz, ne de aynı soğukta üşümüşlüğümüz var. Hatta ikimizi yanyana görenlerin sayısı “Üç” bile değil. Öyleyse niye bir yanım sürekli eksikmiş gibi hissediyorum. Mesela, insan hiç hayatında olmayan biri için “sabahları onsuz uyanmak beni mutsuz ediyor” cümlesi kurar mı, ya da çocuk gibi mızmızlanır mı ? Ne bileyim öğle arası verilen bir kahve molasında “iyi ki hayatımda o var, bu da iyi birşey” deyip, ortada hiç bir neden yokken gülümser mi ? Durduk yerde “ben iyiyim, iyi olmalıyım” telkini yapar mı kendi kendine, karşısındaki üzülmesin diye ?

Bugüne kadar hep, hayal etmenin yaşamın yarısı olduğuna inanırdım.. Ama gel gör ki, bu kez ben yarım kaldım…

Çarşamba, Mart 02, 2011

(S)aklımdakiler VI

“Siyah beyaz tuşlarında piyanomun
seni çalıyorum şimdi
çaldıkça çoğalıyorsun odada
sen arttıkça ben kayboluyorum..”

Şimdi beni tanıyan herkes, sana kızıyor. Tanıdıklarından değil, yalnızca okuduklarından çıkardıkları sonuç bu. Kızma.. Belki onlar da tanısalar ya da en azından benim gözümden bakabilseler, farklı düşünecekler. Ayrıca senin bir yanlışın da yok. Çok muhtemel ki, olanların hepsi benim hatam. Çünkü benim hayatım zaten “Ne kadar çok insan tanırsa, o kadar yalnız kalanlar” treninde, üçüncü mevkii biletle yolculuk yaparak geçti. O halde, günden güne böylesine azalırken, kaza süsü verilmiş bu cinayetin suçunu üzerime almakta ne sakınca olabilir ki ? Kimseyi suçlamıyorum artık. Yardım da istemiyorum; bu kadar kanayan yerim varken, yara bandı olarak kullanılmak da...Üzülme, senin yaptığın bilinen bir gerçeğin altını kalınca bir kalemle çizmekten öteye bir şey değil. Bu gerçeği hatırlamak, belki bir tarafımı acıtmış olabilir ama, gerçek her zaman gerçek, doğru her zaman doğru. Her ne kadar kabullenmek istemesek de… Hem “şimdi ne olacak” diye düşünmen de yersiz bence, seni zaten kimseler bilmiyor. Bazen ben bile kendi kendime şüpheye düşmüyor değilim; var mısın, yok musun ve gerçekten yaşıyor musun ? Aradan o kadar uzun zaman geçti ki, artık varlığın da yokluğun da bir. Ne garip, insanın bir gün en sevdiği için böyle bir cümle kurabileceği kimin aklına gelirdi ki ?..

“Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni
Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi
Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini..”


Beni en çok yoran, unutmak zorunda kalacaklarımın sayısının günden güne artıyor olması.. Genelde yaşadığım her ayrıntıyı saklamayı tercih ederim ama, bir gün sakladıklarımdan da vazgeçmek zorunda olma duygusu ağır ve zor geliyor. Mesela unutmak istemediğim bir ayrıntıyı aradan beş ay da geçse, beş yıl da geçse hatırlıyorum.. Büyük bir keyifle yenmiş akşam yemeği ve ardından içilen bir kahve; belki bir çiçek, yakaya iliklenen bir nazar boncuğu ya da duygulu kısa bir mesaj.. Diğer yandan, yapan her kim olursa olsun, gerçekten affedemiyorsam, hiç beklemeden bir dakikada içerisinde herkesi/herşeyi unutup silebiliyorum.. Bir fotoğraf, bir ses, bir adres, bir telefon numarası, belki de sayfalarca yazılmış bir mektup, hiç farketmiyor..

Unutmak ve affetmek.. Ne kadar birbirinden ayrı, ama bir o kadar da bitişik iki kelime değil mi ? Madeni bir paranın iki yüzü gibi.. Tek bir vücutta sırtsırta vermiş olsalar bile, yanyana gelmeleri mümkün değil. Hep birinden birini seçmek zorundasın. Sanırım hayat bana, yeni bir şeyler daha öğretmeye çalışıyor. Yoksa böyle bir sessizliğin nedeni başka ne olabilir ki ?

“Oysa yoruldum
körebe oynamaktan
nereye saklansam
avucundayım.”

Herkes benden birşeyler çalıyor biliyor musun ? Üstelik sormadan. Öylesine sesim kısıldı ki, sanki her gün bir başka parçamı kaybediyor gibiyim. Daha da kötüsü, doğruluğunu / yanlışlığını bile sorgulamıyorum. Çünkü yoruldum artık: Güçlü olmaktan, konuşmaktan, anlatmaktan, sevmekten, emek vermekten, zamansızlıktan, dengelemekten, gitmekten, inanmaktan, yazmaktan… Hepsinden yoruldum…Oysa tek isteğim vardı; birinin sesimi duyması. Sandım ki o biri sesimi duyarsa, bahar gelecek. Bahar gelecek çiçekler açacak. Sümbüller mi dersin, laleler mi, erguvanlar mı yoksa gelincikler mi ?.. O yeşil ki, görsen toprağı çatlacak.. Kuşlar kendi halinde kanat çırpacaklar gökyüzünde özgürce. Hatta belki içlerinden biri gelip omzuma konacak ve “boşver işi gücü, herşeyi bırak, ona git” diyecek.. Güneş en tepede, bütün sıcaklığıyla içimi ısıtacak; gözlerimi kısacağım ona bakarken. Sonra bir ağaç gölgesi bulup yere oturacağım. Sırtımı gövdesine verip çimlere, toprağa dokunacağım. Parmaklarımın arasından belki karıncalar geçecek, kulaklarımda gelinciklerin üzerinde uçuşan arıların vızıltıları.. Yaşadığım onca kötülükten arınıp, yarı şaşkın yarı mütebessim bir ifadeyle sevineceğim bu halime ve “o iyi ki var benim hayatımda” diyeceğim bütün evrene. Belki biraz daha çocuklaşarak, hiç bıkmadan ve usanmadan yine seni düşleyeceğim.

Hani hep derler ya “hayat vedalarla biter” diye.. İnanma sakın.. Hayat vedalarla bitmez, vedalarla başlar…