Cuma, Şubat 24, 2012

Onikiye Beş Kala...


Aslında yaşamak değil, yaşayamamak yoruyor galiba insanları. Belki de mutsuzluklarının nedeni bu. Birşeyi çok istemekle, sahip olmak arasındaki ince çizgi. Kimi çok kolay sahip oluyor, kimi kanının son damlasına kadar savaşıyor. Ama her ikisinde de sonuç aynı; zaferi kazandıktan sonrası yok. Çünkü kazandığın an, sahip olduğun her ne ise değersizleşiyor. İşte insan egosunun acımasızlığı; "cepte var bir". Öyle ya, kazandığına göre nasılsa senin; yenilerini elde etmek varken, eldekine değer vermeye ya da uğraşmaya ne gerek var değil mi ?

Mutluluk,
Şu ağaç dalında asılı
Salıncak gibi;
Bir ileri, bir geri..
Yukarı çıkarken
İçin kıpır kıpır,
Aşağı inerken
Korku dolu, endişeli..

Sana anlatıyorum ama bakma, ben de çok korkuyorum. Adımlarımı büyük büyük atamamamın sebebi bu. Yoksa istemiyor ya da vazgeçmiş değilim. Sabrediyorum ve bekliyorum. Bir gecelik aşkların doğasıdır; söküp alırsın, işin bitince buruşturup çöpe atarsın. Oysa benim istediğim bu değil. Benim isteğim; sen ve seninle ilgili iyi/kötü ne varsa, -birbirinden ayırmadan- hepsine aynı değeri vermek; seni olduğun gibi, bu halinle sevmek. Yani demem o ki; "Cep"de değil, yanımda ve "Hep" varol...

Herneyse, diyalog yazmayı sevmiyorum ya, nedense insanın başına hep sevmediği şeyler geliyor. Geçtiğimiz akşam çok sevdiğim bir arkadaşımla oturuyoruz. Rakı, sohbet, eskiler, yeniler vesaire.. Tabi kaçınılmaz olarak, laf döndü dolaştı yine bana geldi. Son yazdıklarımı okumuş. Önce yumuşak bir giriş yapmayı denedi, beceremeyince doğrudan sordu. Belli ki takılmış birşeylere :

- Oğlum hadi adresini kaybetmiş mektupları anladım, saklımdakiler de tamam.. Bu nereden çıktı şimdi onikiye beş kala ?
- Çıktı işte, kurcalama o kadarını.. Sen okudun mu onu söyle ?
- Okudum..
- Bu mu yani ? Sadece "Okudum"...
- Evet. Okudum. Beğendim. Başka birşey mi olması gerekiyordu ?
- Yoo.. hani genelde eleştirirdin, iyi kötü birşeyler söylerdin de.. O bakımdan.
- Ne eleştiricem lan.. Eleştircem de ne olacak ?
...(Sessizlik)
Yok efendim mutluluğun saatini kurmuşmuş da, o gelince çalacakmış... Bak sen.. Oğlum saat olsan zembereğin kırılmıştı lan. Samimiyet önemli demişsin di'mi ? Al sana samimiyet -biraz acı olacak ama- ; kendine gel, çocuk değilsin artık. 43 yaşına geldin. Ne saati, ne aynası, ne yağmuru ? Kendine ne yaptığının farkında mısın sen ?
- Bu hakkaten acı oldu.. Dur abicim dur, biz seninle bir süre samimi olmayalım. O ne öyle ya ?
- Doğruyu söyledin mi böyle oluyor değil mi ? Eleştir diyodun hani..
- Ya tamam da, bu biraz sert olmadı mı sence de ?.. Vazgeçtim, en iyisi konuyu değiştirelim, yoksa bunun sonu gelmez, biliyorum ben..
- Hayır efendim değiştirmicez, henüz bitirmedim çünkü..
- Oğlum yavaş, herkes bize bakıyor..
- Bakarsa baksın be, laf da mı söylemicez ?
- Kimsenin birşey dediği yok.. Sakin..
- Sakinim ben..
... (Sessizlik)
Oğlum bak tekrar söylüyorum; sen kendine ne yaptığının farkında mısın ? Bir silkin, bir kendine gel.. Dışarıda akıp giden kocaman bir hayat var, git tut bir yerinden.. Ulan yalnızlıktan ölücen sonunda, bunu mu istiyosun yani anlamıyorum ki ?
- Abi saçmalamaz mısın, kim ister bu dediğini ?
- İşte ben de onu soruyorum.. Niye normal insanlar gibi yaşamıyorsun, derdin ne ? Hem birşey sorucam, hani yazmayı bırakmıştın sen ? Bunu daha önce konuşmadık mı ? Sosyopat olmayacaktın, dışarı çıkıp insanların arasına karşıcaktın..Ne oldu, ne değiştirdi kararını ?
- ... (Sessizlik)
- Anladım... Yine aşık oldun di'mi ? Aferin sana.. Bak bu kez "kim" diye bile sormuyorum. Hiç bozmadan aynı şekilde devam et.. Ne zaman adam olucan, ben de merak ediyorum..

Bundan sonrasını yazmayacağım. Yeterince sert ve saçma diyalogların yaşandığı uzun bir geceydi. Ve şaka yapmıyorum, gerçekten çok acıttı. İnsan haliyle kendine birçok şeyi konduramıyor. Yaptıklarım-yapamadıklarım; çözdüklerim-üstünü örttüklerim; gördüklerim-görmezden geldiklerim; hepsi ardarda dizilmiş yolumu gözlüyormuş meğer. Üstelik savunmasız yakalanmışım, kaçacak bir yerim de yok. İşin kötüsü, bildiğin ama kendine bile itiraf edemediklerini, bir başkasından dinlemek ağır geliyormuş insana. Daha da kötüsü adamın söylediği herşey doğru yahu.

Seviyor muyum ? Evet..
Aşık mıyım ? Evet..
Tüm bunlara rağmen hâlâ yalnız mıyım ?...

Haydi bunun cevabını da sen ver; Öyle miyim ?..

Çarşamba, Şubat 15, 2012

Onikiye Beş Kala...

Haydi bu da bir itiraf olsun; aslında ben hiç “gelen” olamadım. Bugüne kadar elime hep tek yön "gidiş" bileti tutuşturdular. Zamanla giden olma rolü, üstüme yapıştı kaldı. Üstelik ne güneş gibi ısıtabildim, ne aydınlatabildim; ama en azından denedim. “Değer miydi ?” dersen.. İnan harcadığım her dakikaya değerdi. Hiç vazgeçmedim, vazgeçmeyeceğim de.. Belki güneş olamayacağım ama; sonunda birileri -bundan yıllar sonra olsa bile- benimle ilgili bir cümle kurarken “yazarken, anlatırken gözleri parlardı” diyecek.

“Aşkın celladı olmayı hiç istemedim..
Bütün dileğim sevebilmekti;
ya da sevilmenin o şevkatli,
merhametli kollarına bırakmaktı kendimi.."

İnsanoğlu ne garip değil mi ? Sevgiye de, sevgisizliğe de verdiği tepki aynı. Hiçbirinin yüzünde ifade yok o duyguyu yansıtabilecek. Sanki "seni seviyorum" demiyor, "amaaan sende" bakışı var: Boş ve anlamsız. Görsen; birileri zorlamış da, silah zoruyla karşılıklı oturuyorlar gibi. Ya herşeyden vazgeçilmiş kurtarıcı bekleyen umutsuzluk ya da yüksek egoyla karışık “ne yapalım bununla idare edeceğiz” durumu. Denge yok. Mesela birinin üzerine düşsen kaçıyor, düşmesen kovalıyor. Sevsen “yeter”, uzak dursan “sen artık eskisi gibi değilsin” diyor. İyi birşey düşünsen, güzel birşey söylesen suç oluyor, söylemesen “odunsun” diye itham ediyor. Anlamıyorum bu iki yüzlülüğün nedenini.

Sağol.. Bunların hiçbirini yaşatmadın bana. O yüzden bir tek senin yanında huzurluyum; yalnızca seninleyken rahatım ve maskesizim. Bugüne kadar hiç kimse, kendimi adım gibi hissettirmedi.

Şimdi bana sorsalar "onu ne kadar seviyorsun" diye; tıpkı çocuklar gibi kollarımı gerilene kadar iki yana açıp "bu kadaaaaarrrr" derim, hiç duraksamadan.  

"Seni kimseler bilmiyor,
-gizliden gizliye-
kendime saklıyorum.
Biri duysa diyorum
ya da öğrense biri..
Masal bu ya,
sonuna gelmeden biter..."

Bazen bir insanla tanışırsın. Konuşursun bir süre. Tuhaf bir biçimde etkilenirsin. Tanıdık, yakın bir yüz gibi gelir. Daha beş dakika geçmeden savunma kalkanlarını indirirsin. Samimi olduğunu düşünürsün. Anlatmaya, içindekileri dökmeye başlarsın bir bir; üstelik anlattıkça/açıldıkça ne yaptığına kendin bile anlam veremezsin. Görmediğin bir güç, adeta kendine doğru adım adım çeker seni, duramazsın. Sanki karşındaki yıllar önce tanıdığın, çok sevdiğin ama bir nedenden ötürü uzun süredir görmediğin biri gibidir. Öyle ki aradan geçen onca zaman değiştirmemiştir birşeyi. Karşılaşırsın, çarpışırsın ve geçmişte kaldığın yerden devam edersin.

İşte, senin bendeki hikayen de böyle.


"Kalemi her elime aldığımda,
                                           aklıma ilk gelen; sen.
Başladığım her cümlenin
                                    öznesi; sen.
Korkularım; sen.
Söyleyemediklerim; sen.
Kime baksam,
                   kimi sevsem,
                                   yine sen,
                                               hep sen..."

Biliyor musun ? Aslında hepimizin sorunu aynı. Korkuyoruz.. Gerçekte olduğumuz gibi görünmekten korkuyoruz.. Yumuşak karnımızın ya da en çok acıyan yaramızın farkedilmesinden korkuyoruz. İyi bir insan olduğumuzun anlaşılmasından, en herkes kadar hata yapabileceğimizin bilinmesinden korkuyoruz. Birbirimize yaklaşamamamızın, sevgisiz kalmamızın, kendimizi doğrudan yalnızlığa hapsetmemizin tek nedeni bu : Artık daha fazla zarar görmemek.

Merak ediyorum, birbirimizi ne kadar çok özlediğimizin ve ne kadar ihtiyaç duyduğumuzun acaba ne zaman farkına varacağız ?

Bugün 14 Şubat. Herkes planlarını yaptı, dışarılarda bir yerlerde sevgili ya da sevgisiz bir gece geçiriyor.  Ben ise, yine onikiye beş kala aklımdakileri toplayıp sana bu satırları yazıyorum. Bu gece ile ilgili tek planım da buydu : Bir an önce bitirmek ve yelkovan akrep ile buluşup, saat onikiyi vurmadan, adresine göndermek. Masal bu ya !


Bakalım;
Gerçekten var mıyız ?
Ve gerçekten yaşıyor muyuz ?

Çarşamba, Şubat 08, 2012

Onikiye Beş Kala..

Şiirler olmasa ne yapardım bilmiyorum. Zor anlarımda hep yanımda oldular, uzun zaman dünyamı, yolumu aydınlattılar. Ben de onlara olan vefa borcumu yazarak ödedim. Şair desinler diye değil ama. Gönül verdiğim, yıllarca peşinden gittiğim, mısraları dilimden düşmeyen bunca ustam varken bana şair demek, onlara hakaret etmekten farksız. Benimkiler olsa olsa "karalama" sınıfında yer alır. N'olur "tevazu" deme.. Tevazu değil bu, gerçek. Çünkü onların yaşama biçimleri bu; şiirle yatıp şiirle kalkıyorlar; günde üç öğün şiir yiyip şiir öğütüyorlar; gördükleri, yaşadıkları bütün olaylara şair gözüyle bakıp, değerlendirdikten sonra kendi dillerine çevirip bize o şekilde sunuyorlar; ceplerinden kalem ve kağıt hiç eksik olmuyor; okumaktan hiç vazgeçmiyorlar.. Vizyonları, bakış açıları, ekmekleri, meslekleri bu.. Benimkisi biraz daha farklı; daha çok duygu yüklü anlarda ya da içim dolup taştığında biraz da ilham perisinin yardımıyla -tabi o an uğrarsa- yazdığım karalamalar ordusu. Üstelik hepsi dağınık, başka başka yerlerde; birçoğu kayıp ve sahipsiz; sevmediklerim yırtık ya da yanık; sevdiklerim ise iadesiz taahhütsüz zarf içinde gönderilmiş bilinmeyen adreslerde.     

Ben,
Dalgalardan yorgun düşmüş
Bir yelkenli..

Aşkım,
Uçsuz bucaksız
Sonu olmayan bir deniz..

Sen,
Ne zaman ve nereden eseceği
Belli olmayan bir rüzgar..

Nereye esersen
Oraya gideriz...

Çok ilginçtir, benim hayatıma giren herkesin yer aldığı bir şiiri vardır. Bilerek ya da isteyerek yaptığım birşey değil bu. Önceden düşünmüyorum, kurgulamıyorum. Durup dururken birden aklıma iki kelime düşüyor, sonra bir de bakıyorum cümlelere dökülmüş. Gerçi mısraların sahibi bu durumdan haberdar olmuyor haliyle. Elinde kağıtla birinin karşısına geçip, "al bunu sana yazdım" denmeyeceğine göre... Ama diğer yandan düz yazının içinde gizli özne olarak kullandığın zaman çok da göze batmıyor sanki.

Bak mesela yukarıdaki şiir senin. Yaz aylarının başıydı sanırım. Buluşmuştuk bir akşam. Ben çok yorgundum, senin de canın birşeylere sıkılmıştı. Anlatıyordun, dinliyordum. Elimden geldiğince cevapları bulmana yardımcı oluyordum. Diyalogların en sonunda "bu iş daha ne kadar yapılır bu şartlarda" kısmına kadar gelmiştik ki telefonun çaldı. Beş belki altı dakika sürdü konuşman. Sıcak bir akşamdı iyi hatırlıyorum. Sen konuşurken hafiften bir rüzgar esti. O esintiyle birlikte, o ana dek konuştuklarımız, o gün başımdan geçenler, senin için hissettiklerim hepsi bir araya geldi ve önümde duran peçeteye "nereye esersen oraya gideriz" cümlesini yazdım. Genelde böyle gelişmez, sondan başlamaz şiirler ama oldu bir kez. Herneyse, telefon görüşmesi bitmeden yaklaşık üç dakika içinde, sondan başa döküldü mısralar. Haberinin olması elbette mümkün değil çünkü ilk defa burada can buluyorlar.

Elindeki bardak düştü.
Su çil yavrusu gibi dağıldı yere,
rengi kan kırmızısı.
Oturduğu yerde yığıldı.
Yüzünde küçük bir tebessüm ;
varolmanın mutluluğu.
Avuçları açık, yalvarır gibi,
içinde ölümün burukluğu.
Gözleri renksiz, yarı mat
tükettiği yılların yalnızlığı.
Sanki oda boş bir sayfa
o da ortasına bir nokta..

Artık güneş onun penceresine doğmuyor sabahları.
Geceleri gökyüzündeki yıldızları sayamıyor;
yatağı hep boş, yastıklar sahipsiz.
Bardağında günler öncesinden
kalan şarap mayalanmış ama,
dudak izleri, parmak izleri yerinde, bıraktığı gibi.

Yarım kalan şiirse
boynu bükük, masa üstünde,
azat edilmeyi bekleyen kuş misali
kanat çırpıyor şimdi.

Farkındayım uzun bir şiir. Burada kısa bir ara vereyim istedim. Hem nefes alırsın, hem de hikayesini dinlersin. Ben genelde rüya görmem ya da şöyle düzelteyim; gördüğü rüyaları hatırlayan insanlardan değilim. Ancak bir gece bir rüya gördüm ve kan ter içinde uyandım. Artık rüya mı denir, kâbus mu denir bilmiyorum. Gerilim filmlerine taş çıkarabilecek birşeydi. Böyle eşyası çok az olan, loş ışıklı bir ortamdayım. Bir ikili, bir tekli koltuk; bir masa sandalye; ortada alçak büyükçe bir sehpa; duvarın birinde küçük bir vitrin; ve boydan boya cam  kaplı bir salon. Belli ki aklım birşeylere takılmış, içeride dört dönüyorum. Bir camdan dışarı bakıyorum, bir masa başına gidip üstündeki notları okuyorum, beğenmeyip yenilerini yazıyorum. Derken bitap düşüp koltuğa oturuyorum. Yorgunluktan başımı geriye doğru yaslayıp gözlerimi kapatıyorum. Ben uyuduğumu sanıyorum tabi, ta ki içimden bir ben daha çıkana kadar. Ruh ve beden.. Koca bir ömrü birlikte geçirdikten sonra, ansızın birbirlerinden ayrılıyor. İşin garip yanı koltukta oturan ben, öldüğüm halde bir süre daha etrafta olan bitenleri görüyorum. İçimden çıkan bense, kalkıyor gidip masaya oturuyor; yazdıklarımı okuyup bu şiiri tamamlıyor ve bana -onay almak istercesine- baştan sona okuyor. Sonra o havaya yükseliyor, bende sırtımdaki terle uyanıyorum. İşte o rüyada okuduğum şiirin kağıda dökülmüş hali bu. Meğer sorulacak ne çok soru varmış !.. 

Kimdi bu adam, neydi ?
Bir adı var mıydı ?
Nereden gelip, nereye gidiyordu ?
Acıyı, tutkuyu, aşkı, sevgiyi
yaşayabilmiş miydi yeteri kadar ?..

Ne bileyim :
Çelik çomak oynayabilmiş miydi çocukluğunda,
hiç üç tekerlekli bisikleti olmuş muydu ya da kırmızı tavşan balonu ?
Sonbaharda şeytan uçurtması yapıp onunla beraber uçmayı düşlemiş miydi,
ortaokul’da, lise’de bir kızı sevip utancından köşe bucak saklanmış mıydı ?

Bir nisan şakası yapmış mıydı arkadaşlarına,
Hıdırellez ateşinin üstünden atlamış mıydı
yahut ladesim lades olsun demiş miydi ?

Acaba ilk flörtü güzel miydi hayallerindeki gibi;
onunla köşedeki muhallebicide küçük kaçamaklar yapmış mıydı ?
İlk defa bir kızı öptüğünde ne hissetmişti ?
 En çok ne olmayı istemişti; doktor, mühendis...
Evli miydi, çocukları var mıydı,
isimleri neydi ve kim koymuştu ?

Hiç kağıttan kayık yapıp onun gibi sularda özgürlüğünü aramış mıydı
ya da kalbi kırılmış mıydı cam gibi düşüp parçalanmış mıydı ?

Haftada bir çilingir sofrası kurup iki kadeh parlatmış mıydı doyunca,
avrupa kağıtlı bir tütünden derin bir nefes çekip ‘oh be’ demiş miydi ?
Neye daha çok özlem duymuştu; sevmeye mi, sevilmeye mi,
aşka mı, tutkuya mı, bugüne mi, düne mi ?

Yarım kalan şiiri kime yazmıştı ?
Bu ıssızlığın ortasında niye bırakmıştı kendini ölüme ?
Kimdi bu adam ve gerçekten yaşamış mıydı ?

Daha birkaç gün öncesine kadar
yaşam zordu onun için, şimdi kolay.
O da herkes gibi biriydi, şimdi hiçbiri.
Bir mektup yazmıştı sevgilisine bir zaman
‘sevgimiz her yerde’ diye, şimdi hiçbir yerde.
Artık ne içtiği sudan aynı tadı,
ne dinlediği müzikten aynı keyfi,
ne de kokladığı çiçekten aynı zevki duyabilecek.

İki seçenekli bir yaşamda varolmayı seçip yok olan,
Yok olmayı seçip var olan bu adam,
sonsuza doğru pupa yelken açarken
yalnızca şu masadaki şiir anlatacak
bizlere yarım kalan öyküyü :

"Düş bahçenin kapısı aralandığında,
yüzüne çarpan ışık seni korkutmasın.
Gelen güneş.

Düşün ki, o ilk defa görüyor seni
ama sen onu tanıyorsun,
Düşün ki, içini ısıtmaya çalışıyor senin
bu da senin için ilk,
Düşün ki, sevgi sözcükleri mırıldanacak birazdan
senin yüzün kızaracak,

Düşün ki, O benim..."

Çarşamba, Şubat 01, 2012

Onikiye Beş Kala..


Lisede bir edebiyat öğretmenim vardı; Sevinç Hanım. Beni Türk Edebiyatı ile tanıştıran, sevdiren oydu. Fen bölümünde okuyup, edebiyatı pekiyi olan tek öğrenciydim diyebilirim. Seviyordum çünkü okumayı. Okudukça yeni dünyalar keşfediyor, hiç gitmediğim/görmediğim yerlerle ilgili hayaller kuruyor, bilmediğim/öğrenmediğim nitelikte insanlar tanıyor ve bilginin ne kadar değerli olduğunun ayırdına varıyordum. Öğretmenim bir gün Orhan Veli'den bir şiir verdi ödev diye, işte o gün bütün dünyam değişti. Bu kadar yalın bir türkçeyle kocaman bir duyguyu 8 mısrada anlatan bir insana rastlamamıştım. O anda nasıl aptallaştığımı anlatamam -ki tür olarak şiirden de nefret ediyorum. Bir taraftan önyargılıyım ya, "hayır" diyorum kendi kendime "bu kadarı olamaz". Şimdiki gibi internet yok hayatımızda, bir okul bir de şehir kütüphanesi; aynı hafta kütüphaneye gidip Orhan Veli kitabı aradım. Sözümona kendi kendime şiirin bu kadar güzel birşey olmadığını kanıtlayacağım. Neyse, kütüphane görevlisinden kitabı aldım ve bir hışımla ilk bulduğum masaya oturup herhangi bir sayfayı açtım. Karşıma şu şiir çıktı :

"Damlara bakan penceresinden
Liman görünürdü
Ve kilise çanları
Durmadan çalardı, bütün gün.
Tren sesi duyulurdu, yatağından
Arada bir
Ve geceleri.
Bir de kız sevmeye başlamıştı
Karşı apartımanda.
Böyle olduğu halde
Bu şehri bırakıp
Başka şehre gitti."


Gözlerim doldu. Ama içimden hala "hayır" diyordum. Önce kitabı kapatıp kalkmak istedim. Haklı olmama olasılığım artıyordu. Sonra vazgeçtim, çünkü hepsi aynı güzellikte olamazdı ya da en azından olmamalıydı.. Kitabı tekrar açtım; bu sefer "Kitabe-i Sengi Mezar" çıktı karşıma, bir sayfa sonrası "Hürriyete Doğru", sonra "Anlatamıyorum" derken bir de baktım ki kitap bitmiş. Evet, yenilmiştim. İşte ilk karalamalarım, ufak tefek hikayelerim, şiir denemelerim bu yenilgiyle başladı. Zamanla şiir ağır bastı ve hikaye anlatıcılığını yarım bıraktım. Uzun yıllar herkesten habersiz sayfalar dolusu şiir yazdım.
 
İşin hikaye anlatıcılığı kısmına gelince; zamanın herhangi bir yerinde, artık benim için hiç önemi kalmayan bir yılda, yeni kurulan özel bir televizyon kanalında çalışıyorum. Müdür yardımcısıyım. Kapalı devre test yayınları başlamış, herkes çok heyecanlı. Örnek yayın akışları, program içerikleri, süreleri, günleri, periyodları.. koşuşturma hiç bitmiyor. Ben de bir taraftan proje hazırlıyorum. Aslında yeni bir proje değil, bir önceki deneme yayınlarının yapıldığı dönemde bizzat metinlerini yazdığım ve yönetmenliğini yaptığım bir programın genişletilmiş versiyonu, üzerinde çalıştığım. Programın adı "İstanbul'u Dinliyorum", yarı belgesel yarı güncel tarzda. Hem izleyicilerden hem yönetimden tam not almış bir program, herkes devam etmemi istiyor. Ancak yönetici olmam alanı daralttığı için "Sen yaz, ver bir yönetmenine o çeksin" diyorlar. Neyse lafı uzatmayım; bir tarafta da televizyonun üst kademe yönetimi değişiyor, yönetim kurulu üyeleri  belirleniyor vesaire.. Programı yazmam için baskı kuran isimlerden biri de o zamanki müdürüm. Bir gün "Gel seni biriyle tanıştıracağım" diyor, "Sürpriz". Ve yönetim koridorundaki bir kapıdan içeri birlikte giriyoruz.. Gözlerime inanamıyorum. Sırmalı lacivert kaptan şapkası ve sarı tel çerçeveli gözlüklerinin ardından bana bakıp gülümseyen ve içeri buyur edip "Hoşgeldin" diyen adam; yıllardır taptığım, şiirlerini kitaplarını baştacı yaptığım Attila İlhan'ın ta kendisi. O anki şaşkınlığımı, mutluluğumu, sevincimi anlatmama imkan yok şimdi. Hikayenin geri kalanı oldukça uzun, bu yüzden atlayarak geçiyorum. Meğer Attila Hoca, bizim televizyonun yönetim kurulu üyesi olmuş, üstelik müdürümün de eski ahbabıymış. Bu arada benim müdür, program için yazdığım eski metinleri, yeni yazdıklarımı ve yeni bölümlere eklemek istediğim şiirlerimi ne var ne yoksa Attila Hoca'ya vermiş göz atsın diye. O da tanışmak istemiş cümlelerin sahibiyle. 99'un baharıydı, parçalı bulutlu yazma serüvenimin miladıydı o gün. Çünkü kimse bilmese de, Hocam'dan bana kalan tek nasihattı "Sen yazmalısın çocuğum, daha çok yazmalısın"..

Yazmayı seviyorum aslında. Bu da benim arayışımın bir parçası. Günlük hayatımda isteyip de kuramadığım cümleleri, kızgınlıklarımı, serzenişlerimi, huysuzluklarımı, sevinçlerimi, ne hissediyorsam dosdoğru kağıda dökmek rahatlatıcı oluyor. Bir tür terapi gibi. İçerikleri benzer gibi gözükse de hikayelerin kahramanları aynı değil. Hayatımın farklı zamanlarına ait hepsi. Başlıkların farklı olmasının nedeni de bu; "seyir defterini kaybeden kaptan", "saklımdakiler", "adresini kaybetmiş mektuplar", "yalnızlar senfonisi", "olric ve efendisi" ve şimdi de "onikiye beş kala".

İşin zor kısmı yazmakla ilgili değil, yazdıktan sonra okumakla ilgili. Çünkü yazarken ben "ben" değil de bir başkası olduğu için, okurken gerçek "ben"in yüzleşmek zorunda kaldığı şeylerde başka başka oluyor haliyle. Zaman atlamaları yaşıyorum, hikayedeki o ana ya da o güne gidiyorum. Birden durum sarpasarıyor; eksiklerimi, fazlalarımı, yapamadıklarımı, atladıklarımı, ıskaladıklarımı göruyorum. Bu da canımı acıtmaya yetiyor. O can havliyle birlikte birden kendime geliyorum ve o hikayeyi nasıl bir ruh haliyle yazdığımı düşünüyorum uzun bir süre. Zamana yayılmış ve unutulmaya yüz tutmuş pek çok hatıranın bir anda su yüzüne çıkması, üstesinden çok da kolayca gelinebilecek bir durum değil. Yazmak istemeyişimin asıl nedeni bu; kabuk tutmuş yaraları tekrar kanatmamak.

Yoksa kim "Olric ve Efendisi" diyalogları yazmak isterki durduk yere; Romanı okuyacaksın, karakterlere hakim olacaksın, yazım dilini özümseyeceksin yetmedi  kafa yorup karşılıklı konuşturacaksın.. Sonunda da herkes gerçek olduğunu ve romandan alıntı yapıldığını sanacak..

Evet doğru duydun; burada yazan hiçbir diyalog "Tutunamayanlar"a ait değil. "Olric ve Efendisi" diyaloglarının hepsini ben yazdım. Üstelik diyalog yazmayı hiç sevmediğim halde..

- Hayat nedir Olric ?
- Gidenlerden bize arta kalanlar efendimiz..
- Gönül kırıklıklarından başka birşey kaldı mı elimizde ?
- Hayır efendimiz.. Belki birkaç şiir, birkaç da yazı..
- Senden başka kimsem kalmadı Olric. Biliyor musun bazen masallara özeniyorum; "Keşke" diyorum kendi kendime "Gepetto Usta olsaydım da sana can verebilseydim."
- Sağolun efendimiz.
- Keşke sen insan olsaydın ya da o hiç gitmeseydi...