Salı, Nisan 23, 2013

Köprüden Önce Son Çıkış.. (On)



Klasik bir memur ailesi hikayesi işte. İki yıl ile dört yıl arası periyodlarda şehir değiştiren göçmen kuşlar gibiydik. Sorun şu ki; gideceğimiz bir anayurdumuz, başımızı omuzlarına yaslayacağımız büyüklerimiz; yardım isteyeceğimiz abla-abilerimiz; derdimizi paylaşabileceğimiz kardeşlerimiz; çocuklarımızı büyütmekte bize yardımcı olacak anne-babalarımız yoktu. Varlıklarını ancak onlardan ayda bir gelen mektuplarla hatırlıyorduk. Birileri evleniyordu, birilerinin çocuğu doğuyordu, birileri hasta oluyor ya da ölüyordu.. Birilerinin çocukları sünnet oluyordu, bir başkasının bebeği belki vaktinden evvel süt dişlerini çıkıyordu.. 

Onlardan gelen bir kaç haber, belki zarfın içine konulmuş bir-iki hatıra fotoğrafı sayesinde gerçekten yaşadığımızı anlıyorduk. Unutmamak için ise, gelen fotoğrafları camekânlı vitrinlerin içine sıraladığımız ters dönmüş bardakların yahut fincanların önüne yaslıyorduk. Böylece evimize gelip, vitrindeki fotoğrafları merak eden misafirlere eş, dost, akrabalarımızın hikayelerini anlatıp gerçekten var olduğumuzu kanıtlıyorduk kendimize.. Rahatlıyorduk...

Yoklukla ilgili ilk sınavım biraz zordu. Bitişiğimizde bir polis ailesi oturuyordu, iki de oğlulları vardı. Çocuğuz, sokakta birlikte ortada sıçan oynuyoruz. Çocuklardan küçük olanının ebeliği uzun sürdü, topu hiç kaptırmadık. Sonra abisi kızdırmaya başlayınca, çocuk da boş durmadı ve o sinirle ağzından "eşşoğlueşşek" kelimesi çıkıverdi. İlk kez duyuyordum bu kelimeyi, ne anlama geliyordu acaba ? İyi  bir şey mi, kötü mü bir şey mi olduğunu bilmediğimden akşam babama sormaya karar verdim. Sordum da.. Sormamla yediğim tokat ve yere serilmem arasında iki saniye geçmiş midir hatırlamıyorum bile. İlk cezamı alıyordum; bir daha evin bahçesinden dışarı çıkamıyordum; çıksam bile o çocuklarla birlikte oynamıyordum.

İkinci cezam çok daha komik. O zamanlar "serseri" kelimesi pek bilinmiyor, yerine "berduş" kullanılıyor; başıboş, işsiz, güçsüz, serseri anlamında. Bizim mahallede de bir grup genç var; liseyi bitirmiş tipler. Belli ki iş-güç yok hiçbirinde. Hatırladığım kadarıyla içlerinden biri iyi bir ailenin çocuğu. Ben de 4-5 yaşlarındayım. Birgün annemler kendi aralarında konuşurlarken "berduş" kelimesini kullandılar o çocuk için. Ne anlama geldiğini sorduğumda da "sen küçüksün anlamazsın" diye cevap verdiler. 

Neyse uzatmayım bir-iki gün sonra o çocuğu gördüğümde "berduş abi nasılsın ?" dememle kıyametler koptu semtte. "Vay demek siz evde benim için böyle söylüyorsunuz ki bu velet sokakta herkesin içinde bana böyle sesleniyor" diye bizim evi bastılar aynı gece. Allahtan babam askerdi ve sorun çabuk çözüldü. Gerçi iki tokat yedim, ceza da aldım ama, o günden sonra anlamını bilmediğim hiç bir kelimeyi cümle içinde kullanmadım. Şimdi düşünüyorum da keşke annemler o gün sorduğumda kelimenin anlamını söyleselermiş.

devam edecek..

Salı, Nisan 09, 2013

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Dokuz)



Gelelim hikayenin en başına, yani sıfır noktasına.. Çok renkli ve parlak bir çocukluk geçirdiğimi söylemek zor. Bütün memur ailelerinde olduğu gibi herşeyin başlangıcı şu sihirli kelimede saklı :  "Yokluk". Gerçi çocukken algılamakta bir miktar zorluk yaşanıyor. Ne demek ki "Yok" ?

Bunu anlamakta güçlük çektiğim için "Şimdi yok ama bu hiç olmayacak anlamına gelmiyor" türünden cümlelerle avutmaya çalışıyorlardı. Baktılar olmuyor "Aybaşı hele bir gelsin.." ile başlayan umut cümleleri serpiştirmeye başladılar bir süre sonra. Ben tamamını hatırlamıyorum ama annem hala anlatır; birşey istediğim zaman "aybaşında baban maaş alınca" derlermiş. Ben de bir elimin bütün parmaklarını açıp, diğer elimle tek tek parmaklarımı sayarak: "Bu kadar, bu kadar, bu kadar, geçicek.. yatıcaz kalkıcaz, yatıcaz kalkıcaz.. aybaşı olacak, babam maaş alacak.. Sonra bana oyuncak, elbise, ayakkabı alıcaz " diye hayal kurarmışım.. Türk filmlerindeki replikler gibi değil mi ? Öyle öyle.. biliyorum... Yine de çoğu çocuğa göre şanslı olduğum söylenebilir, en azından kapının önüne atılıp kendi kendine büyümesi beklenen çocuklardan biri olmadım. Beni koruyan, kollayan bir anne ve babam hep vardı. Babam o küçücük memur maaşıyla, annem eskilerden yeni yapma yeteneğine sahip terziliğiyle ellerinden geleni yaptılar. Ama yine de işleri zordu, zira evrende yer alan hiçbir şey "yoktan var olmuyordu"..

Öztürk ailesinin çocuk serüveni benden tam bir yıl önce doğan ağabeyim Bilge ile başlar. Tam bir yıl diyorum çünkü birimiz 31 Ağustos, diğerimiz 1 Eylül doğumluyuz. O zaman annem 17, babam ise 23 yaşında. Bizimkilerin yeni dünyaya gelen ilk oğulları ile mutlulukları çok uzun sürmüyor ama. Henüz üç aylıkken rahatsızlanan Bilge'yi geçirdiği bir havale sonucu, solunum yetmezliğinden kaybediyorlar. 60'lı yıllar.. Hastane yok, ambülans yok, acil servis yok, doktor yok; gecenin bir yarısı bulabileceğin otobüs, minibüs, taksi... hiçbir şey yok.. Yalnızca gece yatağından kaldırdığın ve bebeğinin hastalığını anlayabileceğini düşündüğün mahallenin ebesi, ve gözyaşları içinde çaresizce ağlarken ellerini havaya kaldırıp "Allahım ne olur oğlumu bana bağışla" diye yalvardığın, yaradanın. İşte annem ile babamın "yoklukla" ilk tanışmaları böyle. Hemen senesine ben doğuyorum zaten.. Doğar doğmaz, sonum Bilge gibi olmasın, ben de "yok olmayım" diye kulağıma ilk ezanı "Yaşar" diye okutuyorlar rahmetli Tahir amcaya, sonra koymak istedikleri ismi söylüyorlar.. Hem "yaşayım", hem de "özgür" olayım diye.

 O günlerden kalan tek hatıra, küçük halamın öğretmen okulunda öğrenciyken yüzünü hiç görmediği biricik yeğeni için gönderdiği renkli bir bebek karpostalı : "Canım Bilge'me sevgilerimle... imza.. halan" . Annem o karpostalı hala eski fotoğrafların arasında saklar. Bilge şu anda yok, aramızda değil belki; ama onu var eden ve nüfus kayıtları dışında gerçekten yaşadığını kanıtlayabileceğimiz tek obje o renkli kağıt parçası..


 devam edecek...