Salı, Eylül 16, 2008

30 Günlük Bir Hikaye...

1. Gün

Çıkmaz sokaktayım. Yönümü kaybettim. Nereye ve nasıl gideceğim konusunda en ufak bir fikrim yok.. Kuracağım cümleler tükendi. Ne söylenir, nasıl söylenir bilmiyorum. Dahası artık söylemek gerekir mi, o da meçhul. Hayatım bir Attila İlhan ya da Can Yücel şiiri değil, üstelik 81.0 vapuruna hiç binmedim. Ama gel gör ki, iki de bir elini başına götürüp rüzgarda dağılan yalnızlığını toplayan hep ben oldum.

3. Gün
Sen şimdi gittin ya, bu şehir dar geliyor bana.. Nefessiz kalıyorum. Ne bu şimdi ?


6. Gün

Dün gece oturdum.. Bütün lambaları kapattım. Bir fotoğrafın var elimde. Sabaha kadar ona baktım. Metin Erksan filmindeki "Müşfik Kenter" karakterine benzettim kendimi bir an. Traji-komik. Hanginizi daha çok sevdim acaba; fotoğrafını mı, seni mi ? Eğer bu sorunun karşılığı "sen" ise, elimdeki gitarla bu şarkıları niye fotoğrafına söylüyorum o zaman ? Ya da bu satırları ilk okuyan, niye o fotoğraf oluyor ?

8. Gün
Bu şekilde yaşamaktan sıkıldım ben. ebelenmekten de, sobelenmekten de sıkıldım.


9. Gün

Bu gece yıldızlar çıkmadı. Saatlerdir bekliyorum, gözlerim açık. Duyduğum yalnızca sokak köpekleri ve rüzgarın sesi. Balkona bile çıkmadım, pencereden seyrediyorum gökyüzünü. Hani bir tane görsem rahat uyuyabileceğim onun ışıltısıyla. Peki ya bunlar hiç çıkmazsa sabaha kadar, ben saçlarına ne takacağım senin ?


11. Gün

günleri saymayı bıraktım artık.
hatırlamıyorum kim kimdi,
hangisi gerçek, hangisi düş ?
elimde kalan
bir sessizlik bir de sensizlik.
onları da görsen
düşman kardeşler gibi ;
sessizliği bölen sen,
sensizliği bölen sessizlik.
ne matematik ama...

ben en çok yağmuru özlüyorum...



15.Gün
hazırlanmaya başladığımda,
yağmur çiseliyordu
inceden inceye
ve gökyüzü yağıyordu,
ben susuyordum.
bir gece vaktiydi,
yola çıkıyordum
-bir daha hiç dönmemecesine-
uyuyordun..

uyandırmaya kıyamadım...



17.Gün

Gözlerimde kötü günler için sakladığım son bir damla gözyaşı vardı. Bugün o da düştü.
Zamansızca.. Tıpkı diğerleri gibi... Önce, yavaş yavaş süzüldü havada, yere yaklaştıkça yayıldı, büyüdü. Son bir nefes, bir nefes daha derken yere çarpma ve parçalanıp dağılma.. Başlangıç ile son arasında hepsi hepsi iki saniye.. Oysa ben onu yıllarca saklamıştım...


19.Gün
Söyleyemediğim çok söz var daha. Kuramadığım bir dolu cümle. Sanma ki kırgınım. Belki biraz yorgunluk; hepsi o...


21.Gün

ben,
en çok yağmuru özlüyorum
gözyaşlarımı sakladığı için...



25.Gün

Günlerim, saatlerim, hatta altmışa bölünebilen bütün zaman dilimlerim seni düşünmekle geçiyor. Aklımdan çıkmıyorsun. Bildiğim bütün sokaklar, sorulan bütün sorular, yürüdüğüm bütün yollar sana çıkıyor. Ve kafamda hep aynı soru :

- Nerdesin ?

Sonra çocukluğumu hatırlıyorum. Bir resim geliyor aklıma. Bruno Amadio isimli bir İtalyan ressama ait: “Ağlayan Çocuk”. Üzerinde eskimiş kahverengi bir kaban, rengi solmuş bir atkı ve gözlerinde iki damla yaş... O zaman çocuk aklımla “kimbilir anne ve babası nerdedir, acaba yalnız mı bırakıp gittler, zavallı nasıl da ağlıyor” der, üzülürdüm.

Garip, bugün yine aklıma o “Ağlayan Çocuk” karpostalı geliyor. Üstelik bu kez karpostaldaki o çocuğun yüzünü çıkarıp yerine kendi yüzümü koyuyorum. Sonra arkasına birşeyler karalayıp sana gönderiyorum, iadesiz ve taahhütsüz...


29.Gün

Ne olacak benim sonum ? Hep böyle birileri karşıma çıkacak ve her defasında çekip gidecekler mi ? Ya da hep böyle sıkılacak mıyım kendimi doğru ifade edebilmek için, ayağım hep frende mi olacak ? Tükeniyorum artık, bitiyorum. Dahası alışamıyorum. Varsın desem değil, yoksun desem değil. Ve biliyorum sen de alışamadın bana. Tenin, kokun, kalbin çekmedi beni. Çeken tekşey aklın ve mantığın. Aklın "bu doğru adam" diyor ama kalbin değil. Mantığın "aşk yok diyor" ama tenin aşk istiyor. Farkındayım “ben o adam değilim” ve farkındayım ikimizde “yalan söylüyoruz”… Korkma ama ! Uzun sürmeyecek.
Ben trenin son vagonundayım, sen ilk. Ben hep "bu son olsun diyorum", senin karşına daha "ilk" bile çıkmadı. Biliyorum, birgün sen de gitmek isteyeceksin. Çünkü her mutsuz olduğunda, her hüznünde, her kaybolduğunda, her olmadı dediğinde karşına beni çıkaracaklar ve çok bilmiş bir tavırla “biz söylemiştik” diyecekler. Dayanmak mümkün değil. Bugün benim diğer yarım olmak isterken, yarın özgürlüğünü isteyeceksin. Gideceksin. Benden sana kalan, yalnızca seninde bildiğin ancak emin olmadığın doğrular ve onlarla beraber yaşamayı öğrenmek olacak… Bir de “ben özgürüm…” cümlesi.


30.Gün
Hayat bu, nereye sürükleyeceği bilinmez; kendi çıkmaz sokak ama bir çıkış yolu hep var.



Cumartesi, Mayıs 10, 2008

Seyir Defterini Kaybeden Kaptan VIII

Uzun zaman oldu yine farkındayım. Yazamadım bir türlü. Kusura bakma n'olur. Aramamak ya da görüşememek "unuttum" anlamına gelmesin. Unutmadım. Bir yerlerde varsın hep, öylece duruyorsun ve bekliyorsun. O yer çok uzakta değil biliyorum. Belki beni ayakta tutan da bu.

Ne güzel ! Varlığım, varlığınla bir anlam buluyor.

Geçen akşam çocuklar sordu "nerede ?" diye, "bilmiyorum" dedim, "buralardadır herhalde".. Sesim kısıldı, devam edemedim. Hava almak için dışarı çıktım, elim telefona gitti. Arayamadım, saat oldukça geçti. Oysa yanımda olmalıydın. Daha bir sevebilmeliydim, kucaklayabilmeliydim, doyasıya öpebilmeliydim. Hatta seni onların yanından kaçırıp götürmeliydim. Birlikte gün doğumunu seyretmeliydik bir deniz kıyısından.

Yarım kalan hikayeleri hiç sevemedim ben.. Açık uçlu filmleri de. Efendim "seyirci kendi yorumunu yapsın" cümlesi hiç yakın gelmedi. Filmin bir anlatıcısı varsa, ben neyin yorumunu yapabilirim ki ? Saçma ! "Nedensiz sonuç" ya da "sonuçsuz neden" gibi bir hipotez öne sürülebilir mi ?

Yine de yarımsın ama. Seni bir türlü tamamlayamadım. "Seni seviyorum" ile başlayan cümlenin "sus" ile kesilmesi gibi. Ne yazsam, ne söylesem nafile.. Karşılığı yok. Biz, anlatıcının hangimiz olduğuna karar veremedik galiba. Belki de asıl sorun bu.. Ne garip; hayat bir kibrit kutusu gibi, "vasati 40 çöp". İçinden 39'da çıkabilir, 41'de.. Hatta bazıları yanmayabilir..Seni öyle özledim ki !

Ben küçükken aşkın filmlerde yahut masallarda olduğunu sanırdım biliyor musun ? Ayhan Işık- Belgin Doruk gibi, belki Ferhat ile Şirin, belki de Clark Gable-Vivian Leigh. Bütün dünyam onların etrafında dönerdi. Hepsini gerçek sanırdım. Böylesine sahici, insanın içini sızlatan bir duygu olduğu aklımın ucundan geçmezdi.

Söylesene ben nerede hata yaptım ?

Korkuyorum. Gerçek değilmişsin gibi geliyor bazen. Bu kadar olamaz diyorum kendi kendime, yine korkuyorum. Karşına çıkmaya korkuyorum. Telefon etmeye korkuyorum. Birlikte olmaktan korkuyorum. Sesini duyduğumda içim titriyor, korkuyorum. Beni sevebilme ihtimalini düşünüyorum daha çok korkuyorum. Ne bu şimdi ? Bir savaş mı ? Öyleyse eğer, ben beyaz bayrağı çoktan çektim.. E, neden korkuyorum o zaman ? Tamamlamaktan mı, kaybetmekten mi ?

Kalemi elime aldığımda aslında sana, seni ne kadar çok sevdiğimi yazacaktım sözüm'ona. Uzamayan, esnemeyen ve yan anlamlar çıkmayacak basit bir cümle olacaktı. Bütün cesaretimi de toplamıştım bunu yazmak için.. Sanırım 41'inci çöp bozdu işi :) Yine yarım kaldı.

Gerçekten var mısın sen ve yaşıyor musun ?

Cuma, Nisan 25, 2008

Seyir Defterini Kaybeden Kaptan VII

param olmasa;
iki göz odam, sigaram, rakım olmasa

aşkım olmasa;
güneşim, suyum, kalbim olmasa

iyi ki sen varsın be umut!

kandır beni,
onar beni,
sonra da yaşat biraz

kimbilir
belki elim uzanır mutluluğa..




*Fiko'ya selam olsun..

Çarşamba, Mart 19, 2008

Seyir Defterini Kaybeden Kaptan VI

Mantıklı ve makul birşeyler yazmak için defter kalemi elime aldım. Aklım hala “belirli bir konusu olmayan günlük” tamlamasında. Saçma ama neyse. İşin doğrusu “günlük” tutacak durumda değilim. Hani bu kadar koşuşturmanın arasında ya da dışardan göründüğü üz’re “oldukça renkli” bir dünyanın içinde olupta hiç mi birşey yazmaz hatta hiç mi birşey yaşamaz bir adam sorusunun bir karşılığı var elbette : Yaşamaz ve doğal olarak yazamaz. Hadi daha da ileri gidelim bir itiraf çıksın ortaya :) bugüne kadar yazdıkları, biriktirdikleri ya da ifade edemedikleridir bu adamın.

Hayatın bu kadar içinde olup ama bir o kadar da uzak yaşayan kaç kişi kaldı ben de bilmiyorum. Aslında artık bu sayının da bir önemi yok. Çünkü yaşadığım herşey bir anlamda “doğrudan pazarlama”. Çalıştığım iş, ürettiklerim, aile ilişkilerim, sevgililerim, arkadaşlarım, çalışanlarım. Herkes birşeyler istiyor ve “niye” diye sorduğumda hepsinin kendilerine göre mantıklı bir önermesi var..Örneğin annem -40 yaş grubunda olduğumu da hesaplayarak- bir an önce evlenmemi ve çocuk yapmamı istiyor işin pazarlama kısmındaki önermesi ise biraz daha gecikirsem yaşlanacağı ve torununa bakamayacağı yönünde. Örneğin patronum, 11 ay boyunca anam ağlıyor iş yapacağım ve yetiştireceğim diye. Çalışırken sorun yok “iyi gidiyoruz abi, aslan abi, kaplan abi”, ancak iş 12’inci aya yani zam ayına geldiğinde çok ilginç bir önermede bulunuyor “tamam çok iyi kazandık ama giderimizde o ölçüde arttı, zarardayız” deyip zam oranını en düşük seviyede bırakıyor. Örneğin işim; adı lazım olmayan ajanslardan birine, bir reklam filmi yapıyorum. Filme başlamadan önce –yapılacak işle ilgili fikirleri olmadığı için- herkes teslim bayrağı çekip “aman efendim siz daha iyisini biliyorsunuz, biz karışmayalım” diyor ancak gel gör ki iş bitiminde verdikleri tepki komik : “abi olmamış” :) Tabi önermesi çok daha komik “sizde haklısınız, brief’I doğru vermedik ama yapacak birşey yok artık, nasıl kurtarırız ona bakalım”… İşte bendeki eksiklik bu. Doğrudan pazarlama ve pazarlama iletişimi “sıfır”. Çünkü hiçbirine verecek –en azından onların bakış açısından- mantıklı bir cevabım yok.

Bu kadar karmaşanın ve aynılığın arasında anlatacak yahut kalemi elime aldığımda biraraya getirecek cümleler bütününün oluşamaması bu yüzden. Kelimeler yanyana gelipte mantıklı bir cümle yapısına dönüşemiyor bir türlü. Aklımdaki herşey cevapsız ve üç noktalı. Eksik kısımda bu. Yoksa ilkokul dördüncü sınıfta bir arkadaşım bana hatıra defteri hediye etmişti ama o zamanda “günlük” tutacak durumda değildim. Çünkü çevremdeki herkes, herşey, hergün aynıydı.

Özetle; Bugün aslında dündü, dün belki daha evvelsi gün, bugün aslında hiç olmuyordu ve sanki hiç kimse yarın ne demek bilmiyordu. Ayrıca benim hakkımda ““belirli bir konusu olmayan günlük” yazan adamda haklı, ben daha blogumu ve yazdıklarımı bile pazarlayamıyorum –ki adam ne yapsın :) ???

Salı, Mart 04, 2008

Seyir Defterini Kaybeden Kaptan V

Bugünlerde canım çok sıkılıyor. İçim içime sığmıyor, ben işe - eve sığamıyorum, şehir bana dar geliyor, gitmek istiyorum -ama ne çare- gidemiyorum. Son zamanlarda elim kitaplara gitmiyor, nasıl bir sıkıntısıysa artık ! (Saat : 22.15)
___________________________o____________________________

Canım hala sıkılmaya devam ediyor. Az önce kütüphaneyi karıştırırken Orhan Veli'nin bütün şiirlerinin olduğu kitap elime geçti. Tekrar bir göz atayım dedim. "Hürriyete Doğru" ya takıldım kaldım. Hatırlayacak birileri var mıdır bir yerlerde ? Hani :

"Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti,
Gideceksin..."
diye başlayıp,

"Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize:
Geride bekliyenin varmış,
aldırma;
Görmüyor musun, Her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere..."
mısrasıyla biten..

İşte tam olarak, beni anlatıyordu. Ama hala gidemiyordum. (Saat : 23.10)
___________________________o____________________________

Bişeyler karalamak için defteri elime aldım -teknolojiyle haşır neşir olmayı sevsem de, hala kalem kullanıyorum. Birkaç satır yazdım, içime sinmedi..

"Değişen ben değilim yalnızca geçen yıllar,
Aklımda üç noktalı cümleler..
Bir senin yüzün, bir senin gülüşün;
Ve çıkmaz sokakların sonunda bile sen..
Hep sen, yine sen.."


Beğenmedim. "Ne gerek var ?" diye düşündüm. Sayfayı olduğu gibi yırttım attım. Henüz sahibini bulamamış bu kadar yazı varken elimde, suç dosyasına bir yenisini daha eklemek istemedim açıkçası. Çöpe atması kolay geldi. Sonra bir miktar suçluluk duygusuyla birlikte çöpten geri aldım yırtılan kağıt parçalarını. Kurtarabildiğim kısmı yukarıda yazıyor. Devamını hatırlamıyorum zaten. (Saat : 24.00)
___________________________o____________________________

Oldukça yorucu bir gündü. Şirket dışında 3 ayrı toplantı ve İstanbul trafiği. O kadar trafikten sonra toplantılarda müşterilerin taleplerini dinlemek, katkıda bulunmak ya da ayaküstü yeni fikirler üretmek zor. Hele işin alınma kısmında bu çok önemli, bir şekilde şovu yapamayıp oyunu oynayamazsanız yandınız. Herşey uçtu gitti ! İlk yerde sorun olmuyor genellikle, ama ikinci durak epey zorluyor, hadi onuda geçtim üçüncü durakta bu hangi müşteriydi ve nasıl bir tanıtım/reklam filmiydi hatırlamıyordum. -Ki yol boyunca bana attıkları mail'i ezber yapar gibi sürekli okudum. Bitmedi ; işe döndükten sonra yaşanan bir kabir azabı var ki dostlar başına :). Bütün toplantıların üstünden geçip kime nasıl birşey yapalım, nasıl bir tasarım önerelim ve bütçelendirme.

Gooonnng ! Goonng ! Gooonnnggg ! ve NAKAVT... (Saat : 21.20)

___________________________o____________________________

Dokuzbuçuk gibi işten çıktım. Allahtan trafik bitmişti eve gelmem uzun sürmedi. Karnım açtı ama -her zaman olduğu gibi- evde yiyecek birşey bulamadım. Sipariş vereceğim yerlerde kapanmıştı. Büyükçe bardak bir bardak süt alıp internetin başına oturdum. Blogger sayfama kimse uğramamıştı. Sonra aklıma nerden geldiyse hadi beni blogumu aratayım dedim google'dan.. Bir sürü başlık çıktı türkçe sayfalarda. Sayfalara bakarken birde ne göreyim ? Beni blog adresimin karşılığında "içeriği belli olmayan site" gibi birşeyler yazıyor. Olur mu böyle saçma birşey illa günlük mü tutmak lazım ? Hayır benim "sepet sepet yumurta sakın beni unutma" defterim bile olmadı ki bugüne kadar.. Ne yani şimdi benim yazdıklarımın hepsi çöp mü ?
Canım çok sıkıldı.. (Saat : 21.55)
___________________________o____________________________

Telefon çaldı. Arayan eski bir kız arkadaşım. Sesi biraz alkollü. Eminim görüntüsü daha kötü. Herneyse bu kadar can sıkıntısının arasında onu dinliyorum. Cevap vermezsem arada "beni dinlemiyorsun" diyor. Cevap verince de "araya girme" diye uyarıyor. Fe Supanallah ! Bir ara "evdeysen sana gelicem" diye tutturdu. "Aman gelme evi bulamazsın bu saatte" şeklinde ikna etmeye çalışırken "Sen gel beni al, beyoğlu'ndayım" dedi. "Çattık" dedim içimden. Herneyse uzatmayım, ben "yahu çok yorgunum, üstelik yarın işim gücüm var bir taksiye binip eve gitsene" derken karşı önerme hemen geldi "Herşeyi bırakıp beni gelip alıyorsun sonra eve gidip çocuk yapıyoruz. Soyadını ver yeter ben başka birşey istemiyorum.. Valla bak istemiyorum"..
Buyurun buradan yakın ! Yarım saat sonunda ben ikna edemedim canım arkadaşımı ama allahtan telefonun şarjı bitti de kurtuldum bu işkenceden. Salak salak bakınacağıma keşke elime bir kitap alsaydım da okusaydım. Kitap okurken telefonu kapattığım için böyle bir tacize maruz kalmayacaktım en azından. Bakalım az önce söylediklerini yarın da hatırlayacak mı ? (Saat : 22.50)
___________________________o____________________________

Radyoyu açtım. En incesinden buselik makamında bir soprano ses. Bildiğim çok eski bir şarkıyı söylüyor. Belki 5-6 yıldır dinlemiyordum. Çok iyi geldi. Sonradan hatırladım "Ezginin Günlüğü" besteleyip seslendirmişti bu güzel Orhan Veli şiirini.. Hemen elimdeki kitaptan sayfaları karıştırıp tamamını tekrar okudum.. Adı "Ayrılış" ;

"Bakakalırım giden geminin ardından,
Atamam kendimi denize,
Dünya güzel.
Serde erkeklik var,
Ağlayamam.."

(Saat : 23.25)
___________________________o____________________________

Aklıma gerçekten yaşanmış bir hikaye geldi. Büyük bir gazetede yönetici olan bir ağabeyin başından geçmiş bir olay. Bir akşam iş dönüşü evine arabasıyla giderken, trafik ışıklarına yakalanıyor. Malum her lambada bir dilenci ya da cam silmeye çalışan küçük çocuklar.. Orada da bir küçük kız çocuğu var. Kız arabaya doğru gelirken "amaaan bu kaçıncı trafik ışığı ve bu kaçıncı çocuk" diye aklından geçiriyor. Ama çocuk birşey istemiyor, tam tersine elinde duran yarım sayfa bir kağıdı ağabeyimize uzatıp kaçıyor. Bu sırada yeşil ışık yanınca ağabeyimiz ne olduğunu anlamak için ileride sağa çekiyor ve kağıdı okuyor.
Kağıtta yazan ne biliyor musunuz ? Orhan Veli'nin "Hürriyete Doğru" şiiri.. Abi ağlamaya başlıyor ve arabadan çıkıp o küçük kız çocuğuna bakınıyor. Bulamıyor ama. Sonra eve gidince eşiyle şu konuşmayı yapıyor -eşide büyük bir bankada üst düzey yönetici- ; "Hanım ister gel, ister gelme.. Ama ben yarın istifamı verip bu şehri terkediyorum".. Eşi ne olduğunu anlayamadan, ertesi günü gerçekten istifasını veriyor ve bir sahil kasabasına yerleşiyorlar..

Nasıl ? Güzel hikaye değil mi ? İşte tam benlik bir iş :) (Saat : 00.30)
___________________________o____________________________

Geçenlerde youtube sitesine "sevgilerde" ve "8.10 vapuru" şiirlerini koymuştum. Can sıkıntısı sen nelere kadirsin. Onca işin arasında ve gece yarıları çalışıp montajını ve miksajını yapmıştım. Tamam bir karşılığı yok belki ama en azıdan kendimi iyi hissettim. Onlara bir bakayım dedim. Ortalama 50 kişi izlemiş ya da dinlemiş her birini, sevindim. Bu arada sayfama uğrayınca aklıma geldi, 3 gün önce de Ataol Behramoğlu'nun "Aşk iki kişiliktir" şiirini yüklemiştim. İzin çıkmış youtube ahalisinden yayımlanmış. Herneyse "thatsjazz" ismiyle aratırsanız hepsini bulursunuz. (Saat : 00.10)
___________________________o____________________________

"Yelken, kürek, dümen" olamadım belki ama " gidebildiğim yere.." ulaşmaya karar verdim sonunda. Üstümü giydim, arabaya binip Aşiyan'a, Orhan Veli'nin yanına gittim. Onun baktğı yerden denizi izledim, biraz da temiz havayı ciğerlerime çekip eve döndüm. Bir de gecenin o saatinde sıcak çay içebileceğim bir yer bulabilseydim harika olacaktı.

Ancak canım hala çok sıkılıyor ve özellikle benim blogum için "içeriği belli olmayan site" tanımlamasını yapan adamı da bir bulursam bütün hıncımı ondan çıkarmak gibi hain planlarım yok değil.. (Saat : 01.29)

Perşembe, Şubat 14, 2008

Seyir Defterini Kaybeden Kaptan IV

Bugün "Sevgililer Günü"ymüş.. Sabah işe gelir gelmez - 09.00 civarları- sekreterim hatırlattı sağolsun. Düşünsenize daha afyon patlamamış, günün ilk çayını ya da kahvesini  henüz yudumlamamışım, hatta işe hangi yoldan, nasıl ve kaç saatte geldiğime dair bile en ufak fikrim yokken; 25 yaşında gülümseyen bir yüz; "Özgür bey sevgililer gününüz kutlu olsun" diyor. Heyhat !..

Tüketim günlerine toptan karşı bir adam olarak içimden şöyle bir "bööööö" demek geldi ne yalan söyleyim.. Ama durdum. Bekledim. O kadar hızlı gelişmişti ki olay, aynı hızda cevap verecek refleksim yoktu.. Bir anda ağzımdan "Nasıl yani, anlamadım ?" sorusu çıktı. Kızın yüzü kızardı, kekelemeye başladı "Özgür bey, hani 14 Şubat ya bugün.. Aziz Valentayn, sevgililer günü.." derken anladım. Benim için olmasa bile; görüşebilen, elele tutuşabilen, öpüşüp koklaşabilen kocaman bir çoğunluk vardı bir yerlerde ve onlar bu önemli günü kutlamaya kararlıydı. 

Eskiden olsa kapitalizm ve onun yarattığı tüketim toplum modelinden başlayıp, insanları gizli gizli evlendirdiği için kafası uçurulan papaz efendiye kadar herşeye saydırabilirdim, ama bu kez sustum. O genç kızın umurunda değildi çünkü. Onun bildiği tek şey, bugünün sevgililer günü olduğuydu. Cumhuriyet Bayramı'yla ilgili - bir günlük resmi tatil yapılması dışında- hiçbir fikri olmasa da, 14 Şubat'ı unutmamak, unutturmamak gerekiyordu, dahası kutlamak şarttı. Hoş, zaten sonu -izm ile biten herhangi bir şeyi bilen, duyan, umursayan ya da hatırlayan kimse de kalmamıştı. Öyleyse bozmaya ne gerek vardı öyle değil mi ?

Bozmadım bende.. Aynen kutlamayı kabul ettim. Yetmedi, aynı iyi dilekleri kendisine geri iade ettim. Cümlemin sonunda aklıma geldi, sordum : "Behçet Necatigil" okudun mu hiç ? Boş boş baktı suratıma "O da kim ?" gibilerden. "Tanımıyor musun ?" dedim ve bir anlık duraksamadan sonra, anladım ki çıkmaz sokaktayım diyalogu daha fazla ilerletmeden odama gittim.

Nedense "Sevgi" deyince aklıma gelen ilk isim Behçet Necatigil ve "Sevgilerde" şiiri.. Beklentim ve isteğim o'dur ki hiçbirşeyi "ertelemeyin"... 

Sevgilisi olan, olmayan herkesin sevgililer günü kutlu olsun...

Sevgileri yarınlara bıraktınız,
Çekingen tutuk saygılı
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı;
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz )

Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitte bir sevgiyi söylemek
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği,
aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı
Gecelerde ve yalnız
Verneye az buldunuz yahut
Vakit olmadı.

Behçet Necatigil

Cuma, Ocak 11, 2008

Seyir Defterini Kaybeden Kaptan III

Dün hayal ettiklerimi bugün yaşıyorum;
Bugünküleri yarın,
Ama yarından sonra ne olur
Zaman ne getirir, ne gösterir
Ben de bilmiyorum...



Bu giden kaçıncıydı hatırlamıyorum. Sanırım perdeyi dedem açmıştı -lise son sınıftayım o zaman- , sonra anneannem. Sonra babaannem, derken küçük dayım, fikri ağabey, büyük teyzem, sonra onun bir küçüğü, eniştem, büyük dayım ve bugün bir teyzem daha..

Haberi akşam geldi. Duramadım iş yerinde, herşeyi olduğu gibi bıraktım, kendimi yollara attım. Çoraplarım terleyene kadar yürüdüm. Bir tarafta cıvıl cıvıl yüzleri ve parlak ışıklar arasında gezen insan seli Beyoğlu, öbür tarafta siyah yarım balıkçı kazağı ve eski yün siyah kabanıyla -ha ağladı, ha ağlayacak-, ben. Galatasaray lisesinin önünde durdum bir an: Annem geldi aklıma. Gelen telefonda kuzenimle Tekirdağ'a gittiklerini söylemişlerdi. Bir saat kadar önce telefonla aradığımda ulaşamamıştım. Bir kez daha deneyim dedim. Aradım, telefon çaldı bu kez. Sesi kötüydü. Sakinleştirici vermişler, yarı baygın bir diyalog oldu. Belki de monolog demek lazım, daha çok ben konuştum. O sadece dinledi.

Görüşme bittiğinde ilk aklıma gelen benim nereye gittiğimdi.. Bilmiyordum. Aslında gidecek bir yerim var mıydı gerçekten ? Bir sevgili ya da kapısını çalabileceğim bir dost kalmış mıydı bir yerlerde ? Ben mi onları bırakmıştım yoksa onlar mı beni unutmuşlardı artık hatırlamıyordum. Cep telefonumdaki isimleri tek tek okumaya başladım. Yaklaşık 223 isim saydıktan sonra anladım ki nafile. Arayabileceğim kimse yoktu. Hadi vardı diyelim, nasıl bir cümle kuracaktım : "Selam Nasılsın..... Ben iyi değilim.. Şey..Teyzem öldü de, sana gelebilir miyim ?" ... Telefonu kapattım ve yürümeye devam ettim..

Geride kalan son 40 yılda, 40 kez görmemiştik birbirimizi belki. Hani "bir anında mı yok ?" deseniz ; Yok !.. En azından hemen aklıma gelecek ya da iz bırakan hiçbirşey... O şehirden bu şehire memur hayatı sürmek dağıtmıştı bütün aileyi. Görüşmek, birarada olmak -hele hele 60'larda, 70'lerde- imkansız gibi birşey. Ayrı ayrı yerlerde yaşanan farklı hayatlar. Ne ben onları, ne de onlar beni tanıyabildi..

Yol beni Taksim meydanına kadar getirdi. Aklımda cevapsız birçok soru ve yoğun ağlama isteği.. En çok yalnız ölmesine üzüldüm teyzemin. Yalnız ve kimsesiz. 1 gün geçip, sesi soluğu da çıkmayınca çilingir çağırmış komşuları. Birde bakmışlar ki beden salonun ortasında yığılmış kalmış. Hemen çocukları gelmiş ama cesedi morga kaldıramamışlar. Yalnız ölümlerde uygulanan prosedür başkaymış. Devlet kanadından birilerinin gelip kendi kendine öldüğüne kanaat getirmesi gerekiyormuş anladığım kadarıyla. Özetle hayattayken yaşadığın eziyet ölünce de bitmiyormuş..

Meydanın soğuğu ciğerden vurmaya başlayınca gelen ilk otobüse bindim ve eve doğru yola koyuldum. Kimbilir yarın belki benide evde aynı vaziyette bulabilirler duygusu yakamı bırakmadı yol boyunca. Eve girer girmez gözyaşlarım dökülmeye başladı. O sırada evin telefonu çaldı, arayan babam... O da "Oğlum doğanın kanunu, hepimiz birgün öleceğiz.. E artık sırada biz varız.." demez mi ? İşte o an hayat durdu.

Nasıl yutkunduğumu ya da nasıl nefes aldığımı bile hatırlamıyorum. Telefonu kapattım ve kendimi balkona attım. Soğuk hava biraz çarptı ama iyi geldi. Sonra aynaya baktım, yüzüm gözüm şişmişti. - Oysa ağlamayı da, ağlayanları da hiç sevmem.- Kendi yüzümü hiç böyle görmemiştim. Karşımdaki sanki başkası gibiydi. Sinirlerim bozuldu, gayrı ihtiyari gülmeye başladım. Ağlamaya mecalim kalmamıştı ama son 8 saatte yaşadıklarım, aklımdan hiç çıkmayacak, belki biraz paranoyakça bir soruyu da beraberinde getirmişti : "Bundan sonra sırada kim var ? "


Güle Güle Teyzeciğim.. Yolun Açık Olsun.