Salı, Kasım 19, 2013

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Onyedi)



Olabilir... 

Mesela ben.. Ben artık koruyamıyorum kendimi. Günden güne nefessiz kalıyorum, her gün azar azar ölüyorum. Daha kötüsü bunu bile bile yapıyorum.. En kötüsü durduramıyorum. Hiç düşünmeden umarsızca harcadığım koca bir ömrün intikamını, ruhuma attığım küçük küçük çiziklerle alıyorum. Yarası uzun sürsün ve  acıyı  hiç unutmayım diye. 

İnsan nasıl kendi kendinin celladı olur ? Öyle ya, böylesine pozitifken, herkesi tedavi ederken, hayatın iyi yanlarını anlatırken, bir kelimenin bile ne kadar değerli olduğunu bilip onun altında yatan anlamı rahatlıkla çözümlerken, çevresindekileri mutlu etmeye çalışıp ceplerine harçlık olarak bir avuç umut koyarken...

İnsan psikolojisidir, genelde yaşadıkları bütün yanlışların ya da başarısızlıkların nedenini başkalarında arar. Başına gelenlerin kendi yüzünden olduğunu kabul etmez, yanlışını düzeltmez.  Ben o adamlardan da olamadım, ne yazık ki! Çevremde her ne olursa olsun, bir şekilde kendime durumdan pay çıkarabiliryorum. Yani biri yanımda gezen bir adama "hırsız" dese, onun yerine ben utanabiliyorum. Ya da ne bileyim birinin başına kötü bir şey gelse "ben orada olsam bunlar yaşanmazdı" diyebiliyorum. Demem o ki, nasıl bir arızaysa ne yaparsam kendi kendime yapıyorum. Ve bu oldukça garip bir durum, bunu da biliyorum. 

Geçen bir arkadaşımla sohbet ediyoruz karşılıklı.. Öyle psikoloji, sosyoloji, felesefeyle ilgilenen biri değil, umurunda da değil zaten. En iyi bildiği şey sokak dili adamın. Ne dedi biliyor musunuz :

"Abi yanlış anlama, sen daha iyi bilirsin mutlaka ama.. Yahu sen bu hayatı gerektiğinden fazla ciddiye alıyorsun. Niye eziyet ediyorsun kendine be canım abim ? Bırak hepsini oluruna.. Hayır benim anlamadığım her şeyi nasıl kontrol altında tutacaksın, hem tutsan ne olacak ? Bak abim sen daha iyi bilirsin ama ömür dediğin çok kısa be. Hepimizin sonu da aynı, elli santimlik pamuk. O yüzden bırak yazık etme kendine.." 

Kendimi böylesine kötü hissederken ve intikamların en büyüğünü kendimden aldığımı düşünürken, hayatla ilgili en küçük bir iddiası olmayan bir adamın  kurduğu bu cümleler boğazımda düğümlendi kaldı.

Hani bazen bir şey anlatmak istediğinizde, susmak en iyi yol gibi gelir ya. O yüzden sustum ben de işte. Hiç birşey söylemedim. Açıkçası kendimi kötü hissetmekten öylesine yoruldum ki.. Şimdi tercihimi hiç birşey hissetmemekten yana kullanıyorum. Nedense bu daha iyi bir yol gibi geliyor. 



devam edecek...

Perşembe, Ekim 03, 2013

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Onaltı)


Hep söylerim, bir sorunun başına gelebilecek en kötü sondur bir cevabının olması. Çünkü cevap bulunduğunda, artık soru değildir o. Adına her ne dersen de.. İnsan psikolojisidir - doğru ya da yanlış- herhangi birşeyi çözümlediği an sıradakine geçer. Çözülmesi gereken bir soru hep vardır aklında..

Son zamanlarda sürekli vaziyette birilerinin birşeyler söylemesini bekliyorum, hatta belki beni sarsacak, toparlayacak ya da düştüğüm çukurdan çıkaracak birşeyler. Söyleyemiyorlar ama.. Hal böyleyken göğsümün orta yerine bıraktıkları bu taş günden güne ağırlaşıyor, günden güne nefessiz bırakıyor.. Keşke farklı olsa, keşke susmasam, keşke biri birşey söylese de anlatsam ve kurtulsam, nefes alsam.. İnsan ruhu ne kadar camdan; sanki dokunsan ya kırılacak ya çatlayacak.. Benimki de o ruhlardan biri işte. O kadar çok kırıldı ki; şimdi darmadağan... O parçaların hepsi canımı bu denli acıtıyorken toplamak ne mümkün ?

Galiba ben adam olmayı beceremedim. Annem, babam yanlış yetiştirdi. Mesela babam bana iyiliğin faziletlerini çok güzel anlattı anlatmasına da, kötülüğün ne menem birşey olduğu konusunda hiç bir uyarıda bulunmadı. Ya da annem kavga eden çocukları ayırmaya kalkarsam en fazla dayağı benim yiyeceğim konusunda en ufak bir şey söylemedi; hele hele "oğlum sana bir tokat atana, git sen iki tane at" türünden bir cümleyi hiç duymadım ağzından. 

Onlar sadece iyi bir çocuk yetiştirmek istedi.  Bana öğrettikleri en güzel şeydir insanları "insan oldukları için" sevmek; ve Allah korkusu, cezalandırma korkusu olmadan herkese karşı eşit mesafede ve aynı iyilikte olmak. Hatta babam üniversiteden mezun olmama yakın "sen iyi olduğun sürece bütün iyi insanlar seni bulacak, merak etme" demişti. Hiç öyle olmadı ama.. Belli ki ona da yanlış anlatmışlar. Ben adam olmayı gerçekten beceremedim. Alınacak, gücenek bir durum yok ortada. Kimseye kızmıyorum. Onlar da bilemezdi, hem nereden bilsinler ki ?

O taş, o kadar ağırlaştı ki son günlerde; içimi acıtıyor. Konuşmak istesem, konuşamıyorum. Anlatmak istesem anlatamıyorum... Bu kez dilim sussa, yüreğim susmuyor.  Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum. Gel gör ki, onlar da sahiplerini bulamıyor bir türlü. 

Ben çok bedel ödedim ! İnsan bir bedel öderken elbette bir karşılık beklemiyor, ama yine de hissettiği küçük bir umut parçası bile içindeki acının yükünü azaltmaya yetiyor; dayanma gücünü arttırıyor.. Belki her şeye rağmen, yaşadığı bütün olumsuzlukların karşılığı var bir yerlerde ve onu bekliyor.  Ne güzel bir son değil mi ? Peki ya ödediği bedelin karşılığı, bedelin değerinde değilse ? İşte asıl bedeli o zaman ödemeye başlıyor.. Dedim ya, bende çok var onlardan..

Birşey soracağım :
İnsan kendinin aynı anda hem koruyucusu, hem katili olabilir mi ?

devam edecek... 

Cumartesi, Ağustos 31, 2013

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Onbeş)



Bu olay yaşandığında tarih 31.Ağustos.2011'di. Bütün olumsuzluklara rağmen güzel ve unutamayacağım bir geceydi. İşe bak ki bugün yine 31 Ağustos ve aradan tam 2 yıl geçmiş. Bende değişen bir şey var mı ? Yok.. Son üç günde Güliz, Reyhan, Melis ve Zafer'in doğum günlerini kutladım mı ? Kutladım.. Şimdi sırada ben varım. Ama çok büyük bir sorunum var, kendi doğum günümü sevmiyorum. Sevsem bile nasıl kutlanır bilmiyorum. Cehalet işte.. Gerçi benim zamanımda böyle bir gelenek yoktu, bilmemem normal. Bütün arkadaşlarımla birlikte kutladığım bir tek onbeşinci yaş günüm var hatırladığım. Onu da kulakları çınlasın, anneciğim organize etmişti. Bunun dışında hiç olmadı zaten. Diğer taraftan insanlar da benim doğduğum günü öğrenmek ya da hatırlamak için birbirleriyle yarışmadılar ne yalan söyleyim. Belki de bu yüzden öğrenemedim hatırlanmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu.

Benimkisi gayet mütevazi, kendi halinde; anne, baba ve kızkardeşten mütevellit bir heyete, geçen yıllarla birlikte kızkardeşimin eşinin, çok sonraları aramıza katılan iki yeğenimin eşliğiyle oluşmuş çekirdek aile toplantısına benziyor genelde. Şikayet etmek için söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Onların yanında çok mutluyum, o ayrı. Zaten her yıl bir başka güne denk geldiği için kutlama diye bir şey de yok. Günlük koşuşturmanın arasında telefonla konuşup, anlaşıyoruz bir şekilde. Oldukça rahat.. Yine de sevmiyorum ama...

Dün 30 Ağustos'tu. Her 30 Ağustos'ta olduğu gibi bu yıl da çalıştım. İstanbul boşaldı; ülkenin %99.9'u tatilde, bense işimin başındaydım. Ha, ne yapıyorsun diyenlere cevabım "hiçbirşey". Gereksiz ve son dakika çıkmış üç ayaküstü toplantıya katılmamın dışında, tekkeyi bekledim. Bu iyi birşey mi, sağlıklı birşey mi, hala karar verebilmiş değilim. Bütün yapım şirketleri ve reklam ajansları daha perşembe gününden tatile çıkarken, masamın başında oturmak ne derece mantıklı gerçekten bilemiyorum. Hatta artık bilmek de istemiyorum. Böyle bir psikolojiyle karşılanan doğum gününün kime ne faydası olur, söyler misiniz bana...

Bir bu sevgililer gününü bir de doğum gününü sevemedim ben. Ne yapayım, iyi şeyler hatırlatmıyor. Sevgililer günüyle ilgili olanları zaten önceki bölümlerde okudunuz. Doğum günleri de çok farklı değil. Mesela geçen yıl tam bugün; Yine birine çok aşığım. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyor. Neredeyse bir-bir buçuk yıldır görüşüyoruz. Herşey yolunda ve tam kıvamında. Üstelik doğum günümde rezervasyon yaptırmış, birlikte bir akşam yemeği yiyeceğiz. Nasıl keyfim yerinde anlatamam. Kararlıyım, o akşam açılacağım ve sevdiğimi söyleyeceğim. Sohbetimizi ettik, içkilerimizi içtik, güldük, eğlendik.. Geldik gecenin sonuna. "Seni çok seviyorum" diye başladım cümleye ve ne varsa içimde döküldüm. Gerisini anlatmaya gerek yok, tahmin edeceğiniz gibi reddedildim.

Bir benzerinide 2009'da yaşamıştım.. Bir arkadaş grubuyla yenilen akşam yemeklerinden birinde tanışmıştık. Bir süre sonra arkadaş grubumuzun dışında da buluşmaya, görüşmeye başladık. Onunla beraberken kendimi normal insanlar gibi hissettiğimi hatırlıyorum, ne garip.. Neyse yine doğum günümde -biraz da alkolün etkisiyle- ağzımdan "seviyorum seni, benim olur musun ?" cümlesi çıktı. Olanlar da oldu.. Bu bunalıma girip, saklanacak delik bulamadı koskoca şehirde. 3-4 gün ortalardan kayboldu. Karadeniz'e ailesinin yanına gitmiş. Hiçbir şekilde ulaşamıyorum. Telefonlarıma da cevap vermeyice Özdemir Asaf'a ait bir dizeyi yazıp, cep telefonuna mesaj attım "Tek kişilik miydi bu şehir, sen gidince bomboş kaldı..." diye. Geri dönüş olmadı tabi.. Neyse aradan bir-iki hafta geçti, bir elektronik posta geldi.. Uzun ve dağınık yazılmış bir metindi. Özetle "Ben de seni seviyorum ama senin olamam. Birine ait olacaksam önce aşık olmam gerek" diyordu. Sonra hızını alamadı, veda bile etmeden bir avrupa şehrine attı demiri. Hâlâ da orada yaşıyor. İşin dramatik kısmı geçen gün feysbuk sayfasına, -hay bu sosyal medya denilen illetin canı çıksın- "aşkta neymiş, sevmenin erdemleri varken" türünden bir şeyler yazmış.. Nasıl bir tepki vereyim bilemedim.. Gülsem mi, ağlasam mı ?

Bir hikaye daha var; O da fıkra gibi.. Hani "adamın biri bakkala gitmiş, gidiş o gidiş" diye anlatırlar ya. Benimkide aynı. "Bana 1 gün izin ver düşüneyim, cuma akşamı iş çıkışı buluşur konuşuruz" dedi. Gidiş, o gidiş işte. 2007'den beri haber alamadım kendisinden.

Herneyse.. Görüldüğü üz're Şubat ve Ağustos ayları benim bünyeye iyi gelmiyor. İnsan tabi yaşayarak görüyor, aslında yukarıdan mesaj çoook ama çok önceleri gelmiş ama ne yazık ki ben anlayamamışım. O yüzden bu seneyi doğum günümle ilgili birşey düşünmeden geçirmeyi planlıyorum. Günlerden zaten cumartesi ve belli ki akşama kadar da çalışacağım. Üstelik telefonumu da bütün gün kapalı tutacağım. Sosyal paylaşım sitelerinde doğum tarihim yazmıyor, kimsenin denk gelmesi mümkün değil. Ohh mis, daha ne olsun ?   

"Mutlaka ve mutlaka bugün birşeyler yapmalıyız" diyenlere tavsiyem, 31.Ağustos, aynı zamanda ünlü Fransız şair Charles Baudelaire'in ölüm yıldönümü, ona ait şiirlerden birini bulun ve okuyun. Bakarsınız iyi gelir.. 

"Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman;
Deniz aynandır senin, kendini seyredersin
Bakarken, akıp giden dalgaların ardından.
Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin."


devam edecek...

Salı, Temmuz 30, 2013

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Ondört)



Şimdi size garip gelebilir, yirmi yılı geçti çalışmaya başlayalı ama bu süre zarfında hiçbir cumartesim olmadı benim. Pazar'ım da.. Mesela bir cumartesi günü "hadi bugün işin yok, takıl kafana göre" deyip merkezi bir yere bıraksalar ne halt edeceğimi bilemem. Diğer yandan bayram, seyran da bilmem ben. Mutlaka bir film çekimi ya da post prodüksiyonu denk gelmiştir birinden birine.. Ömrümde ilk kez geçen yıl her iki bayramı da çalışmadan geçirdim, ilginç bir deneyimdi. Mutlulukla vicdan azabı arasında bir yerde sıkışıp kalma duygusu yaşadım desem yalan olmaz.  Garip geldi işte, ne bileyim. Bununla ilgili tatsız bir anım da var. 

2011 yılının Ramazan Bayramı öncesi, Hülya Avşar'ın yeni albümüne klip çekmişler montajı da bizde yapılacak. Bayram tatilinden dört gün önce başladık çalışmaya; iki günde de çok rahat bitirilebilecek bir iş. Bu arada yönetmenle konuştum, şirketin tatil boyunca kapalı olduğunu söyledim. "Tamam" dedi.. Klibi bitirdik, çalışanlarımızı tatile gönderdik.. Daha arefe günü benim telefonlar dakikada bir çalıyor, susmuyor; delireceğim.. Hülya hanım bazı yerleri beğenmemiş revizyon yapmak istiyormuş.. Ben de tatilden sonra yapabileceğimizi söyledim, e zaten yaptıracak adam da yok! Patronu aramışlar tabi, o da bana soruyor "ne yapacağız ?" diye.. "Yapmayalım, boşver" desem de, teslim olduk bir süre sonra.. İş ahlakımıza sığdıramadık ikimiz de. 

Herneyse bilet bulamayıp İstanbul'da kalan çocuklardan birini ayarladım montaj için, sorun olmadı.. Ama şirketi açacak kimse yok... Mecburen -biraz da patronun dayatmasıyla- Ben, yirmi küsür yıllık kariyerim, yüksek lisans diplomam ve şirketin yedek anahtarı; hep beraber elele tutuşup, bayramın üç günü her sabah 09.30'da şirketi açtık, çayları koyduk, yemekleri söyledik, santral memurluğu yaptık.. Yönetmen hanım efendinin kaprisleri, huysuzlukları, aşağılamaları gerçekten güzel bir deneyim oldu.. Hatta öyle ki, en son gün artık dayanamadım her türlü sonu göze alıp şöyle bir mesaj çektim patronuma "Ben şirketin müdürü müyüm,  yoksa kapısındaki iti miyim artık bir karar vermeniz lazım.. 'İt'sem sorun yok ama "müdürsem" şu anda yaşadıklarımın hiç de hoş değil. Tatil dönüşü bu konuyu çözmeden çalışamaya devam edemeyeceğim, çok üzgünüm..". Tatil dönüşü birşey olmadı tabi, yalandan iki özürle kapattık konuyu.

Hep kötülerinden bahsedilmez ya, güzel bir anım da var anlatmadan geçemeyeceğim.. Bayramın son günü benim doğum günüm.. Kimse bilmiyor ama. Gerçi ailem dışında pek bilen de yok doğruyu söylemek gerekirse, kutlamayı sevmediğim için doğum tarihimle ilgili herkese başka başka yalanlar söyleyen bir adamım. Neyse klibin revizyonları da bitti, saat gecenin onbiri mi, onikisi mi ne.. Şirketin kapı zili çaldı, açtım. Bir de ne göreyim, Gamze.. Elinde de küçük bir pasta ve yanan mumlarıyla birlikte "Mutlu yıllar" diliyor. Nasıl büyük bir sürpriz oldu, nasıl mutlu oldum ve kendimi ne kadar iyi hissettiğimi anlatamam. 40 yıllık hayatımda -ailem dışında-ilk kez başıma böyle birşey geliyordu. İşte o an; gerçekten yaşayan, kanlı canlı bir insan olduğumu anladım. Bir dilek tuttum, mumları söndürdüm. Şirkette çalışan çocuklarla birlikte pastayı  üç dakika içinde tükettik. Kutlama sonrası konuşuyoruz Gamze'yle, hala şaşkınlığım geçmiş değil.. Haliyle doğum günümü nereden öğrendiğini sordum, çünkü o da doğrusunu bilmiyordu.. Meğer bu cadı, bütün ortak arkadaşlarımızı yetmedi benim arkadaşlarımı tek tek aramış.. Herkes farklı bir tarih söylediği için en son bizim muhasebe müdürü Ayfer'e ulaşmış ve doğru tarihi öğrenmiş.. Hiç üşenmeden gecenin o saatinde açık bir pastane bulup, adamların elinde kalan son pasta ve mumlarla şirkete gelmiş..  

Pastanın içine yazdığı notu hala saklarım : 
"Muhasebe müdürüne göre yarın, bazı istihbaratlara göre bugün... Her halükarda iyi ki doğdunnnn :))"