Cumartesi, Aralık 31, 2011

Onikiye Beş Kala..

Çok uzaklardan ılık bir rüzgar esiyor sanki. Sesi gecenin karanlığıyla birleşince çok tanıdık bir melodiye dönüşüyor. Kollarımda hissettiğim hafif ürperti ve esintiyle burnuma gelen şu koku, yıllardır bildiğim ama unutulmaya yüz tutmuş bir düşü yeniden canlandırıyor. İlk kıpırtılar, çarpıntılar genelde bahar gibi başlıyor içimde. Geçen koca bir kışın ardından, yeni yeni filizlenmeye başlayan bahar dallarına benziyor kalbim; ince, narin ve umut dolu. Her nefes alışımda bir başka sevinç kucaklıyor gibi. Gözlerimde hiç bitmeyen bir uykusuzluk, midemde hiç dinmeyecek bir sevdanın sancısı ve aklımda sonunu bir türlü getiremediğim onlarca cümle. Oysa hep yazar olmayı isterdim. "Büyük büyük cümleler kurup, kaybolmuş insanların tekrar yollarını bulmalarını sağlayacağım" derdim. Olmadı tabi, ama keşke duygularımı doğru anlatacak birkaç cümle kurmayı öğrenebilseydim. En azından şu havada gezinen dağınık kelimeler sahipsiz, başıboş kalmazdı.

"Beni öyle bir yalana inandır ki,
Ömrümce sürsün doğruluğu." 

İşte yine başlıyor, hissediyorum yine aynı koku bu. Baharı bu yüzden çok seviyorum. Hani akşamları ılık bir rüzgar eser de sırtına yeleğini alırsın ya balkonda.. Bir tarafta akasya ağaçlarının kokuları, diğer tarafta leylaklar bütün bedenini çevreler bir anda. Sonra penceredeki rüzgar gülünün ipleri dört bir yana salınmaya başlar birden. Bak, işte mutluluğun resmi tamamlanmak üzere. Çünkü biliyorum ki, o iplerin ucundaki çanlar çalmaya başlayınca, sen geleceksin. 

İnsanın, ömrünün sonbaharında saklandığı yerden çıkması çok garip. Sanki bir yerlerde biri kurmuş "mutluluğun" saatini, o beklediğin gelince sen susturasıya kadar hiç durmadan çalacak gibi.

......

Vermeden alınamayan tek şeydir “mutluluk”…

En son kaldığım cümle buydu bir başka adreste. İsimler, şehirler farklı bile olsa, mektuplar aynıydı. Hepsi adreslerini kaybetmişti belki ama hiçbiri içindeki umudu yitirmemişti. Çünkü mutluluk bir kibrit çöpü gibiydi aslında, sönmesin diye avucumuzun içinde yaktığımız. Rüzgardan koruyorduk korumasına da; ne kadar yanacağını biz de bilmiyorduk.. Her defasında "hadi bu daha uzun yansın" dileğiyle yakıyorduk ateşi ve bekliyorduk.

......

"Aradan onca zaman geçti, peki bulabildin mi aradığın mutluluğu ?” sorusuna henüz verilecek bir cevabım yok. Üzgünüm. Karşılığını bulamadığım pek çok soru var. İşin kötü tarafı bu soruları hep kendime sormam, farkındayım. Beklentim neyse, sorulaştırdığım da o aslında.. Cevabı farklı bile olsa, hep kendi verdiğim cevabı duymak istiyorum -ki bu hiç doğru değil. Yani insanın ara sıra kendini et ve kemikten oluşan canlı bir organizmaya  doğrulatması şart. Yoksa ipin ucu kaçtı kaçacak, her an obsesif bir kişiliğe dönüşebilirsin. Hani gün gelir de birgün kendini "Tutunamayanlar" ın içinde "Olric ve Efendisi" diyalogları yazarken bulursan şaşırma.


- Olric, o da beni, benim onu düşündüğüm kadar düşünüyor mudur dersin ?
- Düşünüyordur efendimiz..
- Düşünüyorsa niye hiç aramıyor, sormuyor ?
- Yaralarınız henüz iyileşmediği için olabilir efendimiz..
- Yaralar umurumda mı sanıyorsun Olric ? Görmüyor musun onsuz nefes bile alamıyorum..
- Ama efendimiz, ya bir yara da o açmak istemiyorsa..
- Açsın Olric, bırak bir yara da o açsın. Kimbilir, bakarsın belki bu son yara olur ve ikimiz de -hiç olmadığımız kadar- mutlu bir şekilde verebiliriz son nefesimizi.
- Bizim için yazılan mutlu son, böyle bir Ölüm mü yani efendimiz ?
- Biz onsuz hiç yaşadık mı Olric ? "

......

Genelde beni sevmezler. Sıkıcı bir adam olduğum söylenir. Doğrudur da. Savunma yapacak durumda değilim zaten. Ama bilirim ki kimse gerçekleri duymak istemez. Asıl hikayenin ekseninden uzaklaştırmak için sulandırılmış  pembe cümleleri her zaman daha çok tercih ederler. Ve gerçeklerin acıtma duygusu nasıl korkutuyorsa artık, ne kadar kaçabilirse kurtulma şansının o kadar yüksek olacağını düşünürler. Ben yapamam öyle; doğru neyse onu bilmek, onu söylemek isterim. Mesela şimdi yeni yıl geldi. Herkes bir yerlerde plan yapıyor, nerede/ne yiyeceğiz-içeceğiz diye. Hatta mide dolunca içkiyi göz kapaklarından mı, yoksa kulak deliklerinden mi boca edeceklerinin hesabı içindeler. Ben ise, burada gecenin şu saatinde düşüncelerimi toparlayıp sana bu satırları yazıyorum, yarın ne olacağımı bilmeden. Yılbaşı ile ilgili tek planım da bu.. Bir an önce bitirmek ve adresini kaybetmeden göndermek.

Sıkıcı mıyım ?
Evet !

Ancak asla mutsuz ve umutsuz bir adam olmayı istemedim. Ayrıca mutlu olmayı seviyorum da ve herkesin hakettiğine de inancım sonsuz. Zaten böyle bir yaşam formunun bir bedende vücut bulması çok olanaklı değil - en azından yaşayanlar açısından-. İşin bu kısmı tamamen psikolojik ve kişiden kişiye değişebilecek bir bakış açısı. Karşındakini nasıl ve hangi kimlikle görmek istediğinle ilgili.

"Bunca kalp kırıklıklarına rağmen
-küçüklüğümde yaptığım gibi-
Rüzgarı arkama alıp bağırmak istiyorum hayata:
Acımadı ki !"

Bu durumun bendeki yansıması biraz farklı haliyle. Çünkü insanlar resmimi hep yanlış çerçevelere yerleştirmeye çalıştılar. Bir de anlattıklarım değerini yitirip, dinlenmemeye başlayınca durdum.. Uzun zamandır -nefes bile almadan- sadece susuyorum.. Susuyorum ve hiç  konuşmuyorum. Ama senin için biriktirdiğim, cümle haline gelememiş  o kadar çok kelime var ki.. Üstelik nasıl ve nereden başlayacağımı gerçekten ben de bilmiyorum. Keşke şair olsaydım, dünyanın en güzel şiirlerini sana yazsaydım. Hem belki o zaman rüzgar gülünün sesini beklemeden, kendiliğinden gelirdin. Belki yine yüzüne karşı birşey söyleyemezdim ama okudukların ikimize de yeterdi, kimbilir..

.....

Bu kez mutluluğun saatini doğru kurdum, sen gelince çalmaya başlayacak..

Cumartesi, Aralık 24, 2011

(S)aklımdakiler Son Bölüm...


"eğer hayal kurmak uçmaksa
biz artık gökyüzüne bakmayı uçmak sanıyoruz
ayaklarımızı yerden bile kesmiyoruz düşmekten korkup;
sonra da adına uçmak diyoruz.."

Ne garip değil mi, insan kendine hiç birşeyi konduramıyor. Bazı şeyler insanın üzerinde durmuyor, üzerine yakışmıyor. Mesela bir gün bakıyorsun ki kırk yıl geçmiş ilk günden bugüne.. İnanamıyorsun zamanın nasıl bu denli akıp gittiğine.. Hepsi sanki dün gibi oysa.. Yaşlanmak duygusu değil belki ama, o ana kadar sahip olduklarının muhasebesini yapıyorsun ister istemez. Toplama, çıkarma, çarpma derken hafızan her şeyi tek tek ayıklamaya başlıyor; İyiler-kötüler, doğrular-yanlışlar, yaşananlar-yaşanmayanlar, istenenler-istenmeyenler, söylenenler-söylenmeyenler, ıskalananlar-hedefi bulanlar, ihtiyaç duyulanlar-duyulmayanlar, verilenler-alınmayanlar, sevgiler-terkedişler... Liste uzayıp gidiyor.. Bunun en kötü tarafı listenin hep eksik çıkması. İşte konduramadığın kısım tam da burası.. Çünkü "benim düşlerim vardı" diyorsun, "planladığım, gerçekleşmesini beklediğim onlarca, yüzlerce hayal...". Peki ne oldu onlara ? Nerede kaldılar, zamanın hangi diliminde bırakıldılar ya da ne zaman unutuldular ? Yoksa hiç mi var olmadılar ?

"Her an bir çarpıntıyı yaşamaktayım
Her an çılgın bir heves dağlıyor kalbimi
Tanrım, ben mi hayatı aşmaktayım
Yoksa hayat mı aşmakta beni..."

Şöyle yukarılardan bir yerden kendi hayatına bakınca daha net görüyorsun pekçok şeyi. Tamam kırk yılı, yaş olarak kendine yakıştıramıyorsun belki.. Hâttâ tanımadığın birileri "Aaa inanmıyorum, hiç göstermiyorsunuz.. Bana sorsanız en fazla otuziki-otuzüç derdim" cümlesini kurduğunda mutlu oluyorsun.. Belki o cümlenin coşkusuyla gidip gardrobunu yeniliyorsun, hayatın boyunca giymediğin renkleri, desenleri, modelleri alıp tarzını değiştiriyorsun. Erkeksen sakal ve bıyıklarını kestiriyorsun; kadınsan esmerlikten sarışınlığa terfi edip, iş çıkışında spor salonlarına hafta sonları yoga/transandantal meditasyon seanslarına devam ediyorsun. Akşam yemekleri için seçtiğin özel menüler ya deniz ürünleri ya da  teflon tavada bir çay kaşığı halis-muhlis zeytinyağ ile kendi buharında pişirilmiş sebzegiller ailesi, vesaire.. İsteyen bunları da yapsın tabi, amacım karşı bir duruş sergilemek değil. Ama ben yaştan, yaşlanmaktan bahsetmiyorum ki !.. Yaş dediğin ne ? Kaç yaşında olduğun ya da kaç yaşında gösterdiğin ne kadar önemli olabilir ?
 
Diyorum ki, mesela en son neyin senin olmasını istediğin çok önemli. Ne kadar zaman önce istediğin çok önemli, tabi senin olması için ne kadar emek harcadığın da.. Nasıl sonuçlandığı, elde edip edemediğin daha da önemli. Elde ettiysen nasıl değerlendirdiğin, koruduğun ya da  edemediysen nasıl bir tepki verdiğin çok daha önemli..

"Şimdi kocaman denizlerde, kocaman gemilerde
Neden yok küçüklüğümüzdeki büyüklüğümüz;
Çocukluğumuzun bahçelerinde, o evlerde
Kağıttan gemilerimizi yüzdürdüğümüz.
Bir şeyler mi kalmış çocukluğumuzda, 
Çocukluğumuzla çözdüğümüz..."

Yani hayal kurmak diyorum... Ne kadar insani değil mi ? Hatta biraz çocuksu, belki biraz da umut dolu. Daha çok yarına ait, sanki yaşamın doğal uzantısı, bir anlamda yansıması gibi. Düşünsene bir, daha çocukken başlıyor.. Kimisi için vitrinde gördüğü allıpullu bir oyuncak, kimisi için yavru bir kedi, kimisi için sinema, kimisi için güzel bir elbise, kimisi için de uçurtma.. Hep arzu edilen, sahip olmak için her şeyin göze alındığı bir varlık.. Öyle ki gerçekleştiğinde yaşamın bütün akışını değiştirecek ve sana yeni bir değer katacak, belki de hayata bağlayıp dört elle sarılmana neden olacak…

Mesela ben çocukken de yağmuru çok severdim, durgun su hiç bana göre değildi. Böyle bir sürü kağıttan kayık yapar yapar saklardım. O zamanlar İzmir’de yaşıyoruz, babam asker orada görev yapıyor.. İzmir’in de yağmuru pek meşhur. Bir başladı mı yağmaya, sağanak şeklinde durdurabilene aşk’olsun.. Ben biriktirdiğim kayıkları cebime doldurur, yağmur başladığında atardım kendimi sokağa. Sonra kaldırım kenarlarından suya batmadan, yolun logarlarla buluştuğu köşenin başına geçer kağıttan kayıklarımı suyun akıntısına bırakırdım. Onlar salına salına logar deliklerine ilerledikçe, ben yere doğru eğilip gidişlerini izler; bir gün onlardan birinin içinde olacağımı ve uçsuz bucaksız denizlere açılacağımı düşlerdim. Çünkü sanırdım ki, o logarların altından akan su, benim o güne kadar hiç görmediğim, yalnızca adını duyduğum okyanus denilen büyük denizlere ulaşıyor ve logarların içine düşen kayıklarım da derin sularda benim hiç bilmediğim yeni ülkelere doğru yol alıyor.. Çocuk aklı işte..

Söylesene bana en son ne zaman hayal kurdun ?
- …

"Bir gün diyorum..
Bir gün gelecek ve uyanınca
ilk aklıma gelen sen olmayacaksın!"

Küçükken insan daha cesur oluyor galiba. Beklentisi küçük şeylerde olsa, onunla ilgili hayalini gerçekleştirmek için hiç düşünmeden kolayca gözü karartabiliyor. “Herşey büyüyünce değişiyor ?” diyeceksin; hiç alakası yok ! Mesela sen şimdi en son kurduğun hayali hatırlamıyorsun ya, ne kadar kötü. Hatırlamanı isterdim. Kimbilir ne güzel bir şeydi. Öte yandan kimsenin hayallerine de ortak olmuyorsun.. Olabildiğince uzağa, ardına bile bakmadan kaçıyorsun.. Yakınından geçse, gözardı edip ucundan bile tutmuyorsun.. Benimkiler dahil... Peki sorabilir miyim sen nasıl nefes alıyorsun ?
- ...

Ben ne mi yaptım ? Hiç büyümedim. Kocaman bir adam oldum ama çocukluğumdan hiç vazgeçmedim ve hiçbir hayalimin peşini bırakmadım. Bazen kayık oldum, bazen uçurtma.. Kimi zaman bir martının kanadında, kimi zaman bir yelkenlinin kuyruğunda özgürlüğünü arayan bir seyyah gibi gezdim durdum. Hayatımın en orta yerinde hatta en merkezinde ve hatta kurulabilecek en büyük hayalin içine senin resmini koydum.

"Şimdi beni uçurumdan atsan,
düşene kadar aklımdaki tek şey;
sırtıma değen ellerin olurdu.''

Senin için yazdıklarımı hatırlıyor musun ? Hani bahar gelecek çiçekler açacaktı; Kuşlar kendi halinde gökyüzünde kanat çırpacaklardı; İçlerinden biri gelip omzuma konacak ve “boşver işi gücü, herşeyi bırak, ona git” diyecekti.. Umut, özgürlük, mavi gökyüzü, toprak, çimenler, ateş böcekleri, pamuk gibi bulutlar.. Hepsi, ama hepsi senin içindi..

O buğulu cama çizdiğim güneş resmi vardı ya, artık ısıtmıyor içimi. Her sabah uyandığımda “o iyi ki var benim hayatımda” demiyorum. Aşman gereken o son tepenin yamacında beklediğim sen değilsin, bir başkası.. Anne karnından yeni çıkmış bir bebeğin hafızası ve masumluğuyla yeni bir yolculuğa çıkıyorum şimdi. Yeni düşlerim var yarına dair, üstelik benimle aynı düşü görebilecek bir çift göze daha sahibim..

Mesela onunla beraber geceleyin yıldızları sayabiliriz hatta hepsine ayrı ayrı isim bile verebiliriz. Olmadı bir gece uykusuz kaldığımızda, aynı gökyüzünün altında gün doğumunu birlikte karşılayabiliriz. Belki bir gün dilimize aynı şarkı dolanır ve “bu bizim şarkımız olsun” diyebiliriz. Kilometrelerce uzaklıkta olsak bile, aynı rüyayı görüp, aynı anda yataktan fırlayabiliriz. Dudaklarımızdan tek bir cümle dökülmeden saatlerce birbirimize bakıp yalnızca gözlerimizle konuşabiliriz. En sevdiğimiz filmleri defalarca izleyip, bıkmadan usanmadan aynı yerlerine gülüp, aynı yerlerinde ağlayabiliriz. Hatta belki, her defasında “seni çok seviyorum”la biten kavgalar da edebiliriz.. Olamaz mı ? Olabilir..

İyi ol.. Mutlu kal..
Çünkü gidiyorum..
Çünkü senin sandığın bu kalbi, artık bir başkasına teslim ediyorum..
Çünkü birgün biri beni hayallerine ortak edecekse, bu kişi o olsun istiyorum..
Elveda yabancı..
Düşler buraya kadar...

Hoşçakal..

Pazartesi, Kasım 07, 2011

(S)aklımdakiler XXII


''Söylenir ve yarım kalır
bütün aşklar yeryüzünde,
bir kaktüs bol sudan nasıl çürürse öyle...''

Fırtınalı bir denizin ortasında yakalandım sana ben. Dalgalar boyumu aşmıştı. Çırıpınıp duruyordum. Önceleri uzaktan geçen bir gemi gibiydin. Sonra fırtınaya rağmen korkmadan, çekinmeden yanıbaşıma kadar geldin. Durdun ve izledin. Sandım ki yardım edeceksin. Batmama izin vermeyip, yaşatacaksın. Sonra kıyıya kadar kucaklayacak, saracak ve sarmalayacaksın.. Ben dalgalardan yorgun düşmüş gemi, sen de kurtarıcım-baştacım olacaksın. Ve sandım ki; bir gün açık denizleri özleyip gideceğini bilsem bile; o günün gelmesini bekleyen insanlar gibi zavallı değil, seninle birlikte geçirdiğim her dakikanın verdiği mutlulukla yaşayacağım.. Ve seni, bensiz çıkacağın son yolculuğa yine ben uğurlayacağım.

Birşey soracağım, dürüst ol ama; sen beni gerçekten sevdin mi ?

“İki seçeneğin var;
Ya kal,
Ya gitme..”

Bugünlerde canım çok sıkkın.. Belki biraz tedirgin, biraz üzgün.. Çokça düşünceli ve bir o kadar da yorgunum. Ne kendimi tanıyabiliyorum, ne yaptıklarıma anlam verebiliyorum. Aynadaki o adam ben olamam. O ben değilim artık, bir başkası. Çünkü ben maske takamam; mesela "sevmiyormuş" gibi davranamam ya da "gidiyormuş" gibi yapamam. "Miş" li geçmiş zamanın gölgesinde yaşayamam.

Günler, haftalar, aylar sürdüğüne; sayfalar dolusu hikaye yazdığıma aldanma sakın ! Elbette hiç birşey olmamış gibi davranamam ama bu "hiç unutmayacağım" yahut "sonsuza kadar bıraktığın yerde bekleyeceğim" anlamına gelmesin. Giden olmak kolaydır. Gidersin ve geri dönmezsin. Umursamazsın, ardında ne bıraktığını düşünmezsin. Ve bilmezsin, aslında bütün acıyı kalanlar çeker. Yokluktan bir tek onlar anlar. İnsan nasıl kendisiyle konuşur aynalarda, sessizliğin içinde çok uzaktan esen rüzgarın uğultusunu nasıl duyar, elleri ıssızlığın içinde nasıl dokunur boşluğa, karanlıkta eve giden yolu nasıl bulur; bir tek onlar bilir. Giden gittiğine ve geri dönmeyeceğine göre bedeli kim ödeyecek sanıyorsun ? Onlar...

Bir şeyi merak ediyorum, seni gerçekten ne kadar çok sevdiğimi ne zaman anlayacaktın; sevmediğim ya da vazgeçtiğim zaman mı ?

"Üç harf yanyana kaç şekilde gelir bilir misin..?
Aşk dersin.
Sen dersin.
Ben dersin.
Sen, ben biter; Biz dersin.
Gün gelir git dersin.
Peki dur kelimesinden haberdar değil misin..?
Dur demeyi bilmez misin..?
Git demek kolay, dur diyebilecek kadar yürekli misin..?"

"Vermeden alınmayan tek şeydir mutluluk" demiştim sana hatırladın mı ? Bu bakışı biliyorum.. hatırlamadın.. Olsun, önemli değil. Aslında bütün derdim neydi biliyor musun ? En sadesinden, kendi halinde ve basit bir veda notu yazmak. Bu notu başucuna bırakıp gidecektim. Böylesine sayfalar dolusu hikayeler, edebi anlatımlar ya da seni düşünürken aklımdan geçen sevgi sözcükleri olmayacaktı.

Dedim ya, vedaları oldum olası sevemedim. Küçük bir "hoşçakal" cümlesi ne kadar zor olabilir diyeceksin, ama ben bugüne kadar; kapımın eşiğinde süt verdiğim yavru kediye "git" diyemezken, ölesiye sevdiğim birine nasıl veda edebilirdim ? Edemedim de, o notu bırakamadım. "Umut, sahibi olanı kendine köle edendir" derler, doğruymuş. Kısa bir süre için bile olsa, mutluluğu hakeden birçok insan gibi, kendi halinde, masumane ve ayrıntıları kimse tarafından bilinmeyen, çok tanıdık bir melodiyi seninle birlikte çalmayı hayal ettim.. İşin kötü tarafı ne o notu gördün, ne de o notu veremediğim için yıllardır elimde kağıt-kalem yazdığım bu isimsiz hikayeleri okudun. Seni bende arayanların sayısı tükenince anladım ki, sen benden gideli çok olmuş.. Şimdi sıra bende.. Artık yeni denizlere, yeni ufuklara yelken açma zamanı geldi.

Bütün cam kırıklarımı topladım, hepsi cebimde.. Ve korkmuyorum artık canımı yakacaklar diye.

Pazartesi, Eylül 26, 2011

(S)aklımdakiler XXI

Siz hiç birini ölesiye sevdiniz mi ?
Canınız pahasına ama..
Öyle yarı yoldan dönmecesine değil..
Yani ; "Seviyor muyum ? Olabilir, fakat yine de emin değilim" cümlesinin ardına sığınmadan..
Yani ; "Takılıyoruz öylesine" demeden..
Yani ; "Sevmek kim, biz kim" saçmalığına düşmeden..

Yani diyorum ki,
Bedeli ne olursa olsun..
Gerçekten birini sevdiniz mi ?

Sabrederek..
Bekleyerek..
Bir gün sana geleceğini hayal ederek..
Uğrunda her şeyden vazgeçerek..
Onu belki kendinden de çok önemseyerek,
Hatta daha çok severek..
Belki karşılık görmeden..
Sonunda acı çekeceğini,
Belki de terkedileceğini bilerek…

Bir başka göze bakmadan..
Bir başka eli tutmadan..
Bir başka tene dokunmadan..
Bıkmadan,
Usanmadan,
Vazgeçmeden..
Bir sözüyle günlerce mutsuz olup,
Bir sözüyle havalarda uçarak..
Birlikte geçirmediğin her dakikadan pişmanlık duyarak..
Hiç hesap yapmadan, hiç korkmadan,
Belki bir çocuk gibi,
kendini onun kollarına bırakarak..

Sabah kalktığında ilk onu düşünerek..
Yolda gördüğün her insanı ona benzeterek..
Dinlediğin her şarkıda onu hayal ederek..
Bütün duvarları onun resimleriyle süsleyerek..
Adını duyduğunda titreyerek,
Ayakların yerden kesilerek..

Bir gün hiç dönmeyeceğini bilsen de özleyerek..
Arayarak,
Onun da arayıp, seni bulacağına inanarak..
Endişelenerek,
Kaybetmekten korkarak,
Affederek..
Zamanı durdurarak..

Üzüldüğü zaman üzülerek..
Mutluluğunda sevinerek..
Onun yanında yaptığın hiç birşeyden utanmayarak..
Belki konuşulması gereken yerde, susarak..
Belki de en dibe vurduğunda,
Yeniden başlama cesaretini ondan alarak..

Siz hiç birinin gözlerine her baktığınızda kendinizi gördünüz mü ?
Bir gülümsemenin ne kadar değerli,
Bir bakışın ne derece yakıcı,
Bir dokunuşun ne denli sıcak
Ve dudaklardan dökülen tek bir cümlenin insanın içini nasıl ısıttığı duygusunu,
damarlarınızda akan her damla kanda buram buram hissettiniz mi ?

Siz hiç birini ölesiye sevdiniz mi ?

Perşembe, Eylül 08, 2011

(S)aklımdakiler XX

“Geldiğimde notun duruyordu masanın üzerinde,
Sekizde yatmıştın.
Saatime baktım sekizi beş geçiyor..
O gün anladım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığı
Aramızda düşman gibi duran zamanı..
O gün anladım
Senin bana erken
Benim sana geç kaldığımı..”

Benim hayallerim hep yarım kaldı. Kiminle, nerede ve nasıl olduğu önemli değil. Önemli olan yarımlık duygusu. Nedenini hiç bilemedim. İşin dramatik tarafı bir süre sonra her şeye alışmam olsa gerek. Hiçbir şeye şaşırmayıp, olan biten ne varsa aynı sakinlikle karşılayabiliyorum. Sinir bozucu bir durum değil mi ? Bazen ben bile, sırf bu yüzden kendimden nefret edebiliyorum. Oysa o kadar hareketli ve tezcanlı bir adamdım ki, aklıma gelen herhangi bir düşünceyi o anda uygulamadan, yerimde duramazdım. Bak, artık renk bile vermiyorum.

Şimdi sen yoksun ya.. Her yeni güne eksik başlıyorum ya.. Bir yanım hep yarım. Tamamlanmayı bekleyen bir şiir gibi boynu bükük, başucumda duruyor. Yarım kalmışlığı ancak yokluktan gelenler bilir. O kadar eksiktirler ki, kaybedecekleri bir şey yoktur zaten. En kötüsü ne olabilir ki hem ? Yine aslına/eskiye dönmek. Bir farkla ama; her şeyi unutarak ve bir daha ki sefere -korku içinde- daha az hayal kurarak. Çünkü yarım kalmasındansa, hiç olmaması her zaman iyidir. Mesela benim gerçekleşmesini isteyecek bir rüyam kalmadı. Günleri saymayı da bıraktım. Sesin kulaklarımda çınlamıyor artık. Yüzün silikleşmeye başladı. Eskisi gibi düşünmüyorum seni. Ne bileyim 23 Nisan çocukları gibi telefonun başında "hazır ol" da durmuyorum ya da aramanı beklemiyorum. Gittikçe seyrekleşip, azalıyorsun.

İstediğin de bu değil miydi zaten, sevinmen lazım. Hayatına bu kadar sessiz girip, böylesine sakin/gürültüsüz çıkan kaç kişi olmuştur ki ?

“Ayrılık ne biliyor musun?
Ne araya yolların girmesi,
ne kapanan kapılar,
ne yıldız kayması gecede,
ne ceplerde tren tarifesi,
ne de turna katarı gökte.
İnsanın içini dökmekten vazgeçmesidir ayrılık!”

Seni aramak, bulamamak, kaybolmak... Ve korkmak.. Ve tam buldum derken yeniden kaybetmek. Ve olduğun yere yığılmak, belki kalkamamak,.. Ve vazgeçmek.. Ve belki sonra "vazgeçmekten" vazgeçmek.. Ve beklemek.. Ve beklemekten yorgun düşmek...

Görüyor musun, uzun zamandır hiçbir şey yazamıyorum. Son günlerde kalbim epeyce yorgun düştü. Bir savaşı daha kaldıracak gücüm kalmadı. İnsanın yaşını yılların yorgunluğuyla ölçmek doğru değil galiba.. Belki de gönül yorgunluklarına bakmak gerek. Öyle ya tek bir kelime dilimin ucuna kadar gelse de dudaklarımdan dökülemiyorsa; yalnızca tek bir kelimeyi yazabilmek için masaya oturuyor ve yazamıyorsam.. bir türlü elim gitmiyorsa.. beceremiyorsam... Gönül teli artık bu akordu kaldıramıyor demektir. Belki de en iyisi müziği değiştirmek..

Hay Allah ! Deminden beri bir şeyler yazıp, lafı dolandırıp duruyorum. Cümleler uzadıkça uzuyor farkında olmadan. Ne "Hoşçakal" diyebiliyorum ne de "Elveda"... Bu kadar mı zordur bu kelimelerden birini kullanmak ?.. Tamam, insanların içinde yaşadığı en temel paradokstur; sevdikleri ne varsa yok ederler. Ama bunu yapan zaten ben değilim ki ! Öyleyse bana ne oluyor, ne bu şimdi ? "Pişmanlık", "alışkanlık", "vazgeçemememek", "hepsi" ? Hiç biri...

“Ömrüm diyorum şimdi, ömrüm
Üzgün bir çocuksun sen ve yalnız
Öyle kal çünkü bu dünyada
Sana en çok mutsuzluk yakışıyor..”

Aslında her şey bir neden sonuç ilişkisi hayatta. Nedensiz sonuç, sonuçsuz neden olamıyor. Öyleyse, mantıklı bir nedeni olan herkes nasılsa her şeye katlanıyor değil mi ? Mesela şimdi ben, seni sevmiş bulundum ya -demek ki çok geçerli bir nedenim var-, beni sevmemiş olmana ya da sevsen bile benim olmamana rağmen, içinde bulunduğum durumu "normal" karşılayıp, "hayat bu, olur böyle şeyler" demeliyim belki de. Sonra uğruna emek verdiğim, savaştığım herşeyi bir yana bırakıp, yeni rüzgarlara yelken açmalıyım. Başka denizlerde aramalıyım kaybettiklerimi. Sonuçlarına katlanacak olan benim nasılsa.. Hem sen de öyle yapmıştın.. İşe yaradı mı bilmiyorum ama, bir şey söyleyeyim mi: İyiliğin, güzelliğin bir tarafa, ben en çok senin içindeki çocuğu ve onun masumiyetini sevmiştim. O çocuğu öldürdüğün gün, ne yazık ki bu savaşın bir galibi kalmadı.

Cumartesi, Ağustos 20, 2011

(S)aklımdakiler XIX

"İyi oldu gelmediğin
Alınmanı istemem
Darılman üzer beni
Sana yalan söyleyemem
Tabii ki sevdim seni
Sende sığ suları
Sende martıları
Açık denizlerden habersiz balıkları
Geçemeyeceğin köprüleri
Düşleyemeyeceğin mavileri
Sende korkaklığı sevdim
İyi oldu gelmediğin."

Sana bu notu bulutlu bir ilkbahar sabahı, gözlerinin ışıltısını yalnızca benim görebileceğim kadar yakın ama senin göremeyeceğin kadar uzak bir mesafeden, hani o aşacağın son tepenin ardından yazıyorum benim bahar güneşim. İlk defa duyuyorsun bunu değil mi, daha önce hiç söylemedim. Belki söyleyemedim, belki söylemezden geldim, belki de bir gün zaten gideceğini bilmenin verdiği rahatlıkla kendime sakladım.. "Keşke" dediğim an oldu mu dersen.. Oldu, ne yalan söyleyim. Birini böylesine karşılıksız sevmek hiç aklımda yoktu. Kulağa çok mantıklı gelmediğinin ben de farkındayım; öyle ya karşılık beklemeden kim ne yapıyor ki !.. Üstelik "karşılıksız" ın, karşılığını bilen kimse kalmadı. Ama olsun, ben böyle de mutluyum.. Sonunu bildiğim bir yolculuğa başladığım halde, bir an bile pişmanlık duymadım. Şimdi aniden bastıran yağmura yakalanmış bir yolcu gibiyim, düğümlenmiş ve sırıksıklam. İşin doğrusu ne kaçabiliyorum ne de saklanabiliyorum.

"Sokakların gün batınca neden boşaldığını
ve yüreğimin neden kabardığını bilmiyorum.
Konuşsam ; sessizlik / gitsem : Ayrılık..."

Seni göremediğim zaman, güneşin doğmasını istemediğim günlerim oldu benim biliyor musun ? O yüzden senden başka hiç kimseye bu kadar çok yakışmaz bu isim : "Bahar Güneşi"... Ne de güzel gülümsüyorsun o aydınlık gözlerinle. Güneş sanki gökyüzüne değil de gözlerine doğuyor her sabah.. Ve akşamları yine senin gözlerinde batıyor uçsuz bucaksız denizler boyunca. Oysa biz seninle hiç bir gün doğumunu ya da batımını birlikte karşılamadık değil mi ? Ama imkansızı düşleyen insanlar, bizden çok uzun yıllar önce buna bir isim bulmuşlar zaten ve : "Umut" demişler. Yoksa zamansızlığın hapsettiği bir adanın iki farklı yakasında mahsur kalsak bile, saatlerimizi yine birbirimize göre ayarlayamayacağız biz, belli..

“Her seven
Sevilenin boy aynasıdır.
Sevmek
Sevilenin o aynaya bakmasıdır..”

Çocukluğumda yazmayı hiç sevmezdim. O dönemden elimde "sepet sepet yumurta sakın beni unutma" dan başka kalan hiçbir şey yok. Bütün çocuklar anne-babalarından günlük almalarını isterken, ben ya resim defteri ya da çizgi romanı tercih ederdim. Onlar defterlerine birşeyler karalamam için kovalardı, ben de yazmamak için hiç durmadan kaçardım. Yakalandıklarıma yazdığım cümle de hep aynıydı. Yumurtaların hiçbir kabahati yok, ayrıca defterine not yazdığım herkes beni unuttu.. İşe bak ki tam otuz yıl sonra bugün - kimsenin zorlaması olmadan - elimde kağıt kalem oturmuş sana bir mektup yazıyorum, iadesiz/taahhütsüz. Üstelik postaya vermeyeceğimi bile bile... Ama söyler misin, kocaman bir kalbin küçücük bir sayfaya sığdığı nerede görülmüş ? O halde göndermenin bir anlamı var mı ?

Hiçbir şeyi sorgulamıyorum, rahat ol. Yalnızca iç döküş bu, o da dilim döndüğünce aklım elverdiğince. Bu kadar zaman sonra hayatı senin yaptıkların ya da benim yapmadıklarım şeklinde ikiye ayırmak ne derece saçmaysa, şu anda sormak ya da sorgulamak da o kadar yanlış. Daha ilk karşılaşmamızda, duygusal olarak bütünleşsek bile zamanı tutturamayacağımızı biliyordum. İster "iş" de, ister "ev".. Sanki aramızda bitip tükenmek bilmeyen yollar ve adını bilmediğimiz şehirler vardı. Hangisine gitsek buluşamıyorduk. Aradan yıllar geçiyordu, ama bir türlü bahar gelmiyordu. O gelmeyince güneş doğmuyordu ve sen, isimsiz bir siluet olarak kalıyordun düşlerimde. İşte bu yüzden hayattan bir mola istedim. Sandım ki bu molayı alırsam, zamanı durduracağım ve o durmuşken içinden birlikte geçeceğiz. Birbirimiz için aklımızdan, kalbimizden geçen ne varsa, sonunda hepsi cevap bulacak.

Hani Ece Ayhan'ın bir sözü vardır, der ki ;
"Tek dileğim ne biliyormusun? Gözlerimi kapamış senli hayaller kurarken, gözlerimi açtığımda yanımda olman.."

İşte öyle...

Perşembe, Ağustos 04, 2011

(S)aklımdakiler XVIII

"Kimisi çocukluğuma;
Kimisi cahilliğime geldi.
Kimisini ne istediğimi bilmeden sevdim..!
Kimisini kendimi bilmediğimden sevdim.
Büyüdüğümü, olgunlaştığımı hissettiğim zaman ise ; Seni sevdim...
Şimdi düşündüğümde çocukluk işte diyorum gülüyorum.
Aradaki farkda burada, diğerlerini çocukca ;
Seni kendim gibi seviyorum..."

Seni ne zaman düşünsem gökyüzündeki yıldızları sayıyorum. Hepsine yeni bir ad takıyorum. En çok parlayanı hangisi ise onu seçip "bu o" diyorum kendi kendime; "Bu o ve bana bakıp, gülümsüyor".. Ne zaman aklıma düşsen deniz kıyısına gidip boğazdan geçen gemileri izliyorum. İçlerinden birinde senin de olma olasılığını düşünüp, hepsine tek tek el sallıyorum. Ne zaman gönül telim sızlasa, senin sevdiğin şarkıları arka arkaya sıralayıp yol boyunca “burada olsaydı şimdi şunu dinlemek isterdi” diyorum. Yanımdaymışsın gibi o şarkıyı söylüyorum... Ve ben ne zaman gökyüzünde kanat çırpan bir kuş görsem, seni düşleyip, senin adını veriyorum... Uçarken onu seyredip, onun kanat çırpışlarıyla dönüyorum hayata ve bekliyorum. Çünkü biliyorum ki ne kadar uzakta olursan ol, yorulduğunda beni arayacak ve gelip yine benim avuçlarıma konacaksın..

Hani bir zaman "varlık ne, yokluk ne ?" diye sormuştun ya.. işte böyle bir şey...

''Söylenir ve yarım kalır
bütün aşklar yeryüzünde,
bir kaktüs bol sudan nasıl çürürse öyle...''

Aslında haklısın, bugünlerde dağınığım. İçtiğim bir bardak suyun bile tadı yok damağımda. Ne kendimi toparlayabiliyorum, ne hayatımı bir düzene sokabiliyorum; ne arayabiliyorum, ne karşına çıkabiliyorum; ne gidebiliyorum, ne kalabiliyorum; ne hikayemi yazabiliyorum, ne de sonlandırabiliyorum.. İhtiyaca binaen anksiyete bozukluğu üzerine marine edilmiş isteksiz ruh sendromu. Ne söylesem boş. Karşılıkları yok çünkü. Sanırım gerçek ile hayal arasında bir yerde sıkıştım kaldım. İçgüdülerimle yolu bulmaya çalışıyorum. Ancak an geliyor, sesim kısılıyor bağıramıyorum, an geliyor nefessiz kalıyor boğuluyorum. Konuşamıyorum, anlayamıyorum, anlatamıyorum...

"Bütün iyi kitapların sonunda
Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
Meltemi senden esen
Soluğu sende olan
Yeni bir başlangıç vardır."

Oysa önce duygu vardı değil mi ?.. Sonra kelimeler geldi peşinden. Çünkü başka türlü anlatılamazdı.. derken virgüller, üç noktalar, soru işaretleri ve ünlemler belirdi. Hepsi bir cümleyi oluşturmaya çalıştı belki de, kimbilir ?.. Belki de 29 harfli bir alfabenin içinde birbirinden bağımsız üç harf bir araya gelecek, cümleye bile gerek kalmadan kocaman bir duyguyu tanımlayacaktı ve sıradan bir hayatı tamamlayıp, anlamlandıracaktı... Olmadı işte, olamadı. Olmaya çalışanların çoğu yarım kaldı. Yani kelimeler diyorum; kelimeler yetmiyor.. Anlatamıyorum.. Bir tarafım hep eksik.

"her insanın bir öyküsü vardır,
ama her insanın bir şiiri yoktur"

Zamanın birinde iki kız kardeş varmış, çok akıllılarmış.. Etrafındaki ve okuldaki tüm bilgi onlara yetmez olmuş. Bir gün anneleri onları dağdaki bilge bir adama götürmeye karar vermiş. Çocuklar, bilge adamla bir süre çok mutlu olmuşlar ama sonra sıkılmaya başlamışlar. "Bilgenin bilemeyeceği bir soru bulmamız lazım" diye düşünmüşler.. Biri "Buldum..!" diye sevinmiş :

- İki elimin arasında bir kelebek koyacağım ve bilge adama soracağım: "Avucumun içinde bir kelebek var. Canlı mı, ölü mü..? 'Ölü' derse, kelebeği bırakacağım. 'Canlı' derse, avucumu hafifçe bastıracağım. Her ne derse desin cevabı bilemeyecek.

Neyse uzatmayım, günlerden bir gün yine bilgenin yanına gitmişler. Kız kapalı tuttuğu ellerini bilgeye doğru uzatmış ve sormuş :

- Avucumun içinde bir kelebek var : canlı mı, ölü mü..?

Bilge adam cevap vermeden önce uzun uzun kızın gözlerine bakmış, ve demiş ki :
- Senin elinde kızım. Senin elinde.. Canlı kalması da, ölü olması da senin elinde..!


Güzel hikaye değil mi ?
Şimdi söyle bana, sence ben yaşıyor muyum hâlâ ?

Cumartesi, Temmuz 16, 2011

(S)aklımdakiler XVII

“Daha doymamışız yaşamasına
Günlerimiz dün bir, bugün iki
Sakın bir şey bırakma yarına
Yarın yok ki."

Bugünlerde bir dağıtasım var. Öyle bir dağılayım ya da öyle bir dağıtayım ki, kimse toparlayamasın istiyorum. Kalbim çok yorgun, ruhum kimsesiz, aklımda uçuşan kelimeler sahipsiz, uykularım darmadağın... Sanki doğrularım ve yanlışlarım yer değiştiriyor da, hiçbirine hakim olamıyor gibiyim. "Birşey de yolunda gitse" diyorum kendi kendime, ama olmuyor. Sanırım kendi ellerimle paramparça ettiğim hayat,şimdi şimdi intikamını almaya başlıyor boşa geçirdiğim yılların. Ve ne gariptir ki, beni öldürürken kullandığı o acımasız silah yine sensin.. Hep söylerim ya.. hayat işte ! Bir yanda sevdiğim kadın, diğer yanda ölüm meleğim.. İkisi de aynı kişi...

“Unuturum diye uyudum...
Yine seninle uyandım...
Belli ki uyurken de sevmişim seni...”

Aylar oldu uyumamıyorum. Her görüşmemizden sonra zaman kavramım alt-üst, yerle bir.. Hele benim için kurduğun cümlelerden sonra, hayallerimle gerçekler arasındaki çizgi gitgide kayboluyor. Ne hayallerim yetiyor, ne gerçeklerim. Geçmişle bugün arasında hiç bitmeyen bir yolculuğa çıkmış bir seyyah gibi sürüklenip duruyorum. Son durağı da bilmiyorum, nerede durmam gerektiğini de.. "Yaşıyor" gibi, "Konuşuyor" gibi, "Sevmiyor" gibi yapmaktan sıkıldım artık. “Yazma o zaman” diyeceksin, biliyorum. Yazdıkça hatırlıyorum değil mi ? Kendime yapabileceğım en büyük iyilik bu; yazmamak yani.. Denemediğimi mi sanıyorsun ? Onlarca kez bu sözü versem de olmuyor, beceremiyorum ben.. Çünkü içimde bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen, susturamadığım bir ses var.. O sürekli “yaz” diyor.. Ben de yazıyorum.. Yazdıkça aynı yalnızlıkta bir çoğalıyorum, bir boğuluyorum.

“Yatağına yatınca
Yüreğinin sesinden uyuyamıyorsan
Anla ki yalnızsın... “

Vedaları oldum olası sevemedim, çünkü veda etmek beraberinde ayrılığı getiriyor. Bendeki karşılığı "Gitmek" eylemiyle eşdeğer. Hiçbir gidişin dönüşü olmaz ya, ondan belki. Ya da birini uğurlarken, kendi bir yere giderken insan hep bir tedirginlik duyar ya, böyle bir midenin huzursuzluğunu yaşar. Sanki kalbiyle midesi yer değiştirmiştir. Kalp olması gereken yerde değil de, midesinde atıyor gibi olur. Şaşkındır, ne yapacağını bilemez. Daha önce yaşadığı bir durum değildir ki nereden bilsin ? Yolun ne kadar süreceği yahut yolun sonunda neyin beklediği değildir önemli olan. Önemli olan giden olmak ya da kalan olmaktır.. Belki vedalı, belki vedasız belki de hiç dönmemecesine.. Öyle şuursuz ve boş gözlerle etrafa bakarken şunun farkına varır; artık yalnızdır. Ne masada bir sandalye, ne sofrada fazladan bir tabak, ne kapıdaki terlikler, ne çamaşır sepetindeki renkliler, ne aynanın önündeki diş fırçası, ne yastığında bıraktığı iz, ne de günün ilk merhabası.. Anlar ki, adının bir başkası tarafından söylenmediği hiçbir sabahın değeri yoktur. Çok geç ama !.. Düşünsene; bir gün uyanıyorsun, yataktan kalkıp bir bakıyorsun ki, hayatında değerli/değersiz, önemli/önemsiz ne varsa gitmiş.. Sonrası malum zaten, kocaman bir hayal kırıklığı, bir o kadar da mutsuzluk. Yalnız insan, bir başına ne yapacağını bilmez ki..

"senin çelme taktığın yerden başlıyorum hayata..
varsın yara içinde kalsın dizlerim,
yüreğim kadar acımaz nasıl olsa."

O gitti.. Şimdi sıra sende.. Sen de gideceksin. Derken diğerleri de.. Çünkü başlarda gördüğün, bilmediğin ama oldukça ilgini çeken pek çok iyi özellik zaman geçtikçe aklında yer etmeye başlayacak. Kendince iyileri kötüleri ayıracaksın, sana uygun olanları seçip yaşamının içine katacaksın. Ondan sonra sıkılmaya başlayacaksın. Karşındakini özel kılan herşey zamanla rahatsız edecek. Sen seversin/mutlu olursun diye tasarlanmış ve ince düşünülmüş sürprizler bile gözüne batacak. Haliyle değişmesini isteyeceksin, ama o değişmeyecek. Sen zaten onun bu halini sevdiğin için beraber değil miydin ? Peki şimdi fazla gelen ne ? İşte bu sorunun cevabını bilsen de görmezden geleceksin. Sonra ne olacak ? Daha dün uğruna dünyayı bile karşına aldığın, bırak akşamları yüzünü görmemeyi, her gün saat başı sesini bile duymadan yapamadığın o varlıkla yüzyüze/karşı karşıya bile gelmek istemeyeceksin.

Yaşamın devinimi bu belki ya da öyle değil, bu tür ayrılıklar hep benim başıma geliyor, bilemiyorum şimdi. Ama bir dengesizlik olduğu kesin. Yani evrende herhangi bir gezegende yaşam olasılığı 3 milyonda bir, bu gezegende örneğin anne-babamın tanışma olasılığı 2,5 katrilyonda bir ve herşey yolunda giderse bu çiftten benim doğma olasılığım 30 milyonda 1'se; ortada gerçekten bir sorun var demektir.

İnsan herkesten, herşeyden kaçıyor kaçmasına da.. bir tek kendinden kaçamıyor..

Perşembe, Temmuz 07, 2011

(S)aklımdakiler XVI

"Denize ilk giren çocuk masumiyetiyle
seviyorum seni ;
Boğulacakmışım gibi..."

İnsan yine de bir kalemde silip atamıyor değil mi ? Yıllar geçse, yollar ayrılsa, içindeki şehirler-ülkeler değişse, dünyanın bütün yağmurları üzerine yağsa, bütün şiiler bir araya gelip "unuttum seni" dese bile silinmiyor..

Kara ufak ufak görünmeye başladı nihayetinde. Bir yolculuk daha bitiyor. Bugünleri de görecekmişiz meğer; bak sonunda kaptanın seyir defterinde boş yaprak kalmadı. Kıyıya ulaşınca bütün notları sahiplerine teslim edip, kalemi bırakacağım elimden. Ne kadar süreceğini bilmediğim bir zaman dilimine, susarak eşlik edeceğim.. Uzun yolculukların kaderi hep böyle, bilmediğim bir şey değil. Hayat dediğin de bu değil mi zaten ? O hep bir şeyler ister, biz de "razı olup" yerine getiririz. Sonrası malum; camdan kalpler ve kırıkları..

Sen bakma insanların “beni sevecek birini arıyorum” masallarına.. Hepsi yalan.. Çünkü insan dediğin sevmeyi bilmez, bilmediği için sevilmekten korkar. Sevildiğini hissettikçe kaçar nedense. Bir insanı kaybetmenin yegâne yoludur bu. Özel birşey yapmana gerek yok; "seni seviyorum" de yeter.. Zaten o kendiliğinden gidecektir. "Sevgi" kelimesini duyan insanlar -anlaşılmaz bir şekilde- sanki dünyanın en kötü, en savunmasız, en aşağılık ve en zayıf düşüren duygusuna yakalanmış gibi davranırlar. Bir adım ötesinde panik halde ne yapacağını bilmeden çaresiz kaldıklarını düşünüp, unutmaya ya da hiç birşey olmamış gibi rol yapmaya çalışırlar. İz bırakmamak için önce ardında kalanları siler ve sonra gün gelir aklında kalbinde kalan her şeyi yok/yaşanmamış sayarlar. Yok saymak kanayan yaraya merhemdir bir bakıma, çünkü yok sayınca içindeki sevgiyi öldürmek daha kolay olur. Her gün onun gelip seni öldüreceği korkusuyla yaşamaktansa, erken davranıp onu öldürmek en iyisidir.

En çok acıttığımız kişilerin, aslında en sevdiklerimiz oluşu ne garip değil mi ?

"Sus be yüreğim,
bende biliyorum özlediğimi;
Susta bilmesin özlendiğini..."

Dün gece temizlik yapıyorum evde.. Cep telefonu mesajları, sosyal paylaşım sitelerinden gelen mesajlar, elektronik postalar vesaire.. Bir yandan okuyorum, bir yandan siliyorum. Sıra geldi senden gelenlere.. Biliyor musun; biz ayrılalı tam bir yıl olmuş. Zaman ne hızlı geçmiş meğer. Şaşırmadım desem yalan. Oysa hala dün gibi, yağmurlu bir Beyoğlu akşamı ilk buluşmamız. Eskiler, yeniler, ne oldu, ne olacak derken giderek uzun zaman dilimlerine yayılmış tadımlık sohbetler, rakı sofraları.. Başlarda hiç aklımda yoktun, gerçekten ama.. Zaten görüşmelerimizin böylesine uzun süreceği de hiç aklıma gelmemişti. Günübirlik bir buluşma demiştim kendi kendime. Çünkü son beş senede beş kez aramamıştın.

Genelde bu tür buluşmaların ortak noktası kimseye söylenemeyen bir durumun tanıdık ama bir o kadar gözden ırak birine anlatılmasıdır. En yakınındakiyle bile paylaşılamayacak türden konular yani. Bu gibi durumlarda rahat konuşabilmek için; güven sorunu yaşamayacağın; uzakta olan ve yakın çevreni tanımayan; en önemlisi öğrendiklerini ileride kimseye anlatma tehlikesi olmayan; hatta mümkünse -kısmen de olsa zayıf noktalarını öğreneceği için- bir daha karşı karşıya gelinmek istenmeyen bir aday seçilir. Ve işte karşınızda: Ben.. Sohbetlerin teması hep aynıdır ya "İş" ya "Aşk" .. "Kelin ilacı olsa önce kendi kafasına sürer" derler ya, neyse..

"Önüne geçemediğin tek şey kaderdir..
Seni yaşama bağlayan herşey aslında bir mucizedir...!
Bugün yaşadığın herşey, dünden kalma sebeplerdir.
Ve aslında hayat dediğin ; Yaşayabildiğin kadar güzeldir..!"

Aşk acısı yaşayanlar hem nefret ederler, hem giden aşklarını özlerler. Çıkarımlar ve verilen örnekler çelişkilidir hep. Yaptıkları, yapamadıkları, eksik bıraktıkları, vesaire.. bitmez bütün gece. Benim en çok kızdığım gecenin bir yarısı alkolün de etkisiyle, filmi kopardıkları kısım. Çünkü hiç kimsenin eski aşkıyla karşılaştırılmayı istemem. Ya da “e sen olgun, deneyimleri bana göre daha çok olan bir adamsın, şimdi sen sevgiline böyle mi yapardın ?” sorusunu sevmem. Bu cümleyi duyduğum an, anlarım ki karşımdaki beni yara bandı olarak kullanmaya başladı ve kirletiliyorum. İnsan aynı sahneyi bin kez yaşayınca, haliyle aklına gelen ilk cümle de aynı oluyor; “galiba bu hayat denen meret, doğru zamanda doğru yerde olamamaklar bütününden mütevellit, yanlışlıklar sirki”..

İş hayatıyla ilgili sorunlar –birlikte oturduğun kişiye anında iş bulma imkanı sağlama dışında- daha kolay. Gerçi ne yalan söyleyim sen buluşalım dediğinde, bütün günüm “yara bandı” hazırlamakla geçti. Beş yıl boyunca birikmiş yaraları sarması kolay olmayacaktı. Aslında hem buluşmamız, hem konuştuklarımız sürpriz oldu benim için. Çünkü bir konuya takılıp kalmadan, yalnızlıklarımızla zaman tünelinde geçmişe gitmek ve tekrar bugüne birlikte dönmek çok keyiflidi.. Bu tür mutluluklar genelde “anlık” olduğu ve tekrarı yaşanmayacağı için, sonrası gelmez diye düşündüm. Ne de olsa ihtiyacın olan kısmı en ince ayrıntısına kadar öğrenmiştin. Bir gün yağmur olacağını ilk o gece anladım. Hani yağmuru da tutamazsın akar gider ya, aynı şekilde seni de tutamayacağımı biliyordum. Beş yıl aradan sonra bir akşam hayatıma girip, sihirli bir dokunuşla beni kendime getirip gitme olasılığın oldukça yüksekti. “Aramaz” dedim. Gerçekten birkaç hafta aramadın da. Gerçi bugüne kadar kim aramıştı ki ? Öyleyse beklemek de yersizdi.. Ama aradın.

"Kimi sevsem sensin / hayret
Sevgin hepsini nasıl değiştiriyor
Gözleri maviyken yaprak yeşili
Senin sesinle konuşuyor elbet
Yarım bakışları o kadar tehlikeli
Senin sigaranı senin gibi içiyor
Kimi sevsem sensin / hayret
Senden nedense vazgeçilemiyor.."

Dedim ya başlarda hiç aklımda yoktun. Alışmam, bağlanmam, yazdıklarıma seni ortak etmem hep sonradan oldu.. Herkesin bildiği, anladığı ya da sandığı gibi değil ama.. Bir insana yaklaşmadan, dokunmadan, elini tutmadan, başını omzuna yaslamadan nasıl seviliyorsa öyle. Karşılıksız, saf, temiz. İçimde nasıl büyüdüğünü şimdi hatırlamıyorum. Ama bir kırılma noktası vardı. Çünkü bir gece elimde kalem birşeyler karalamaya çalışırken şöyle bir cümle yazdığımı farkettim :

“Bir taraftan elimizde mis kokulu kahve fincanları, diğer taraftan bardaktan boşanırcasına yağan yağmur. Kesik kesik ama birbirini tamamlayan cümleler ve iki adım ötedeki fırtınaya aldırmadan geçen zaman.. Önce farketmemiştim ağladığını -ne garip, oysa böyle kareleri hiç kaçırmam. Tamam görünüşte ağlamıyordun belki ama, yağmur güzel saklıyordu içine akan gözyaşlarını. Çok sonra ses tonun ele verdi kendini. Saklamaya çalışsan da, bakışların yetiyordu. Anladım ki aynı hapishanede ve belki de yan yana hücrelerde kilitli kalmıştık.. Üstelik arayacak ya da kurtacak hiç kimsemiz yoktu.”

Fotoğraftaki kadın şaşırtacak derecede sana benziyordu. Sanki uzakta kalan, geçmiş bir zaman diliminde, birlikte yaşamıştık bu kareyi. Oysa seni düşünerek yazmamıştım. Önce bilinçaltının oynadığı bir oyun gibi geldi. Sonra tekrar okudum, sonra tekrar ve tekrar.. derken günler, geceler geçti. Belki on gün, belki onbeş gün hiç birşey yazamadım. Sonra birlikte geçirdiğimiz ilk günden bu yana, bütün buluşmalarımızı, konuşmalarımızı, yaşadıklarımızı topladım ve yazdığım binlerce kelimeye böldüm.. Artık emindim. O fotoğraftaki kadın kesinlikle sendin. O günden sonra -okumasan da, bilmesen de- bütün hikayelerimi sana yazacaktım. Bu satırlar dahil tam altı yıl oldu.

Yine bıraktığın yerdeyim.. Ama artık bıraktığın o adam, ben değilim..