Pazartesi, Mayıs 17, 2010

Seyir Defterini Kaybeden Kaptan XII

"Beni anla da, istersen öldür.
Bu kez de katilim sen ol, ne çıkar ? "


Konuşmak zordur. Düşündüklerini doğrudan ifadelendirmek, doğru atmosfer, doğru ruh hali, doğru zamanlama ve doğru insan derken uzar gider. Bir sevgiyi, yarın olmadan bütün gücüyle, kelimeleri kifayetsiz bırakmadan söylemenin eksikliğini yaşıyor gibiyim. Ne garip ! Bir taraftan ihtisas yap "iletişimci" ol, diğer taraftan dünyanın en güzel cümlelerinden birini kurmaya çalışırken tuhaf bir utanma duygusuna kapıl ve deyim yerindeyse "duvara tosla"..

"Bir çocuk şarkısı vardı, kendi de hatırlattıkları da çok uzaklarda.. Bütün sevdiklerim ya da beni sevenlerin hepsi onunla birlikte gerilerde kaldı. Çocukluğum ve çocukluğumla ilgili aklımda kalanlar; sonra ergenliğim ve ilk aşklarım; yetişkinliğim ve hayatımın bir köşesinden kartpostal şeklinde geçen durağan kareler; olgunluğum ve olgunluğun getirdiği dinginlikle yaşadığım gerçek ve genç aşklar.. Hepsi ama hepsi artık unutulan bu şarkının gölgesinde kalmış hazin, bir o kadar da umutsuz anılar şimdi.
Bir çocuk şarkısı vardı , kendi de hatırlattıkları da çook ama çok uzaklarda.. Bugün duysam yine gözlerim dolu dolu olur, kimbilir belki de yaşıma başıma bakmadan oturur ağlarım : “Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür..”

Böyle bir duyguyu en son öğrenciliğimde yaşamıştım galiba. O zaman da utangaçtım. Açılamazdım kimseye. Kimsenin bilmediği, kendime sakladığım bir taraf hep vardı. Güvensizlik değil.. Ama korkardım; Reddedilmekten korkardım; Yarası kapanmayacak bir acıdan korkardım; Bir gün gidiyor olmaktan korkardım; Tutamayacağım bir söz vermekten korkardım; Kaybetmekten korkardım. İnsan korkularıyla yaşamayı ve onları yenmeyi geçen zamanla birlikte öğreniyor. Ben de öğrendim öğrenmesine ancak, yine de o "sihirli" cümleyi kuramadım sana.

"Korkuyorum. Gerçek değilmişsin gibi geliyor bazen. Bu kadar olamaz diyorum kendi kendime, yine korkuyorum. Karşına çıkmaya korkuyorum. Telefon etmeye korkuyorum. Birlikte olmaktan korkuyorum. Beni sevebilme ihtimalini düşünüyorum daha çok korkuyorum. Ne bu şimdi, bir savaş mı ? Öyleyse eğer, ben beyaz bayrağı çoktan çektim..
Neden korkuyorum o zaman ? Tamamlamaktan mı, kaybetmekten mi ?.."

Sen daha cesurdun. Birgün öyle bir cümle kurdun ki.. Zaman durdu sanki.. Beklediğim bir cümle değildi belki. Ama yine de döküldü dudaklarından. Üstelik hiç duraksamadın, sesin bile titremedi. Ne garip, seni daha önce bu kadar kararlı, bu kadar net görmüş müydüm acaba ? Dedim ya ! Konuşmak "zordur".. Peki birşey soracağım; ne hissettim hiç düşündün mü ? Yani karşında olamayacağımı, duramayacağımı ve özgür bırakacağımı en başından biliyordun. O an ne hissedeceğimi de biliyor muydun ? Bilmiyordun... Dur ben söyliyeyim de son sahnede tamamlansın; rüzgarı almış bir yelkenlinin yön değiştirmesi, dalgalarla boğuşurken yenik düşmesi ve alabora olması gibi. Ama hayat dediğimiz şey bunlarla ilgilenmiyordu değil mi ? Önemli olan yelkenliyi, limana sağsalim getirmekti...

"Gözlerimde
kötü günler için sakladığım
son bir damla gözyaşı vardı.
Bugün o da düştü, vakitsizce...
Tıpkı daha öncekiler gibi...
Önce,
yavaş yavaş süzüldü havada,
yere yaklaştıkça yayıldı, büyüdü.
Son bir nefes,
bir nefes daha derken
yere çarpma
ve parçalanıp dağılma..
Başlangıç ile son arasında
hepsi hepsi iki saniye..
Oysa ben onu
yıllarca saklamıştım..."


Bazen düşünüyorum; örneğin biri merak etse, seni sorsa, nasıl anlatırdım acaba ? "Sesini duyduğumda içim titriyor" desem yeterli olur muydu dersin ya da "Sarıldığımda kalbim duracak gibi oluyor" ? Bak gördün mü, kelimelerin yetersiz kaldığı an, işte tam burası. Bırak söylemeyi, daha yazarken bile yüzüm kızarıyor...

"Bu gece yıldızlar hiç çıkmadı. Saatlerdir bekliyorum, gözlerim açık. Duyduğum yalnızca sokak köpekleri ve rüzgarın sesi. Balkona bile çıkmadım, pencereden seyrediyorum gökyüzünü. Hani bir tane görsem rahat uyuyabileceğim onun ışıltısıyla. Peki ya bunlar hiç çıkmazsa sabaha kadar, ben saçlarına ne takacağım senin ? "

Hâlâ vazgeçmedim.. Anlamaya çalışıyorum.. Herkesi, herşeyi.. Seni, onu, bir başkasını.. Bugünü, yarını hatta belki daha sonrasını... Tünel'de elinde gitarla türkü söyleyip, eve ekmek götürmek zorunda olan teyzenin sesindeki yanıklık bile dokunuyor bazen biliyor musun ? Ağlıyor mu, gülüyor mu belli değil. Demir 50 Kuruş ve 1 Lira'lardan oluşan bir hayat; güftesi başka, melodisi başka.. Daha nicesini bilmediklerim gibi, belki de senin gibi.. Ama dedim ya, gerçekten anlamaya çalışıyorum. Asıl suçlu hangisi dersin ? Neden mi, sonuç mu ? Olan mı, olması gereken mi ? Ben mi, sen mi ? Korkma ! Karşılığı olmayan soruların cevabı da olmaz, biliyorum..

"Yarım kalan hikayeleri hiç sevemedim ben.. Açık uçlu filmleri de. "Efendim seyirci kendi yorumunu yapsın" cümlesi hiç yakın gelmedi. Filmin bir anlatıcısı varsa, ben neyin yorumunu yapabilirim ki ? Saçma ! "Nedensiz sonuç" ya da "sonuçsuz neden" gibi bir hipotez öne sürülebilir mi ?
 
Yine de yarımsın ama. Seni bir türlü tamamlayamadım. "Seni seviyorum" ile başlayan cümlenin "sus" ile kesilmesi gibi. Ne yazsam, ne söylesem nafile.. Karşılığı yok. Ne garip; hayat bir kibrit kutusu gibi, "vasati 40 çöp". İçinden 39'da çıkabilir, 41'de.. Hatta bazıları yanmayabilir.."

Yazmak daha zor galiba. Konuşmak gibi değil. Yani aklına gelen ilk cümlenin dudaklarından dökülmesi gibi bir şuursuzluk durumu yok ortada. Doğru atmosfer, doğru ruh hali, doğru zamanlama ve doğru insan başlıklarından mütevellit bir "zamanlama" harikası yaratmak mümkün değil. Kelimeleri doğru seçeceksin, söylemek istediklerini özenle belirleyeceksin, yazanın dışında kimsenin canı yanmayacak ya da acımayacak, hedef seçmeyeceksin, belden aşağı vurmayacaksın, ama biri okuduğu zaman üç aşağı-beş yukarı ne olduğunu anlayacak vesaire.. derken, uzar gider bu hikaye. Eskiler der ya "söz uçar, yazı kalır".. İşte tam olarak karşılığı bu.

Kağıdı kalemi elime aldığımda, seni ne kadar çok sevdiğimi yazacaktım sözüm'ona. Uzamayan, esnemeyen ve yan anlamlar çıkmayacak basit bir cümle olacaktı. Bütün cesaretimi de toplamıştım bunu yazmak için.. Sanırım 41'inci çöp bozdu işi :) Yine yarım kaldı."

Sen şimdi gittin ya.. Bana ne olacağını bilmiyorsun. Başlangıçta bir akıl oyununun içinde gibi hissedeceğim. Tıpkı sigarayı bırakmak gibi. Günleri saymayı unuttuğunda, bırakmışsın demektir. Sonra bilinç yavaş yavaş üstünü örtecek yakın geçmişin. Önce yüzün silikleşmeye başlayacak, sonra gözlerin, sonra ellerin.. Derken birgün adını unutacağım. Ne kadar kötü ! Adını yerden göğe, dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar kendi ellerimle yazdığım kadını "unutmak".. Her ne kadar istemesen de, sana yazdıklarım işte bu yüzden. Unutmamak için...

"Bir varmış bir yokmuş masalları gibiydik..
Bir görünüp, bir kayboluyorduk.
Zaman hızla akıp geçiyordu,
bir türlü buluşamıyorduk.
Evvel zaman içinde,
kalbur zaman içinde derken,
güneşler ardarda batıyor
ve o cânım şehir,
bütün düşlerimizle birlikte
ağır ağır sulara gömülüyordu..
Ölüyorduk..."


Haydi birde itirafım olsun sonunda. Hiçbirşey hatırlanmasa bile, en azından bu kalır hafızlarda. Kocaman bir ömrü tükettim ve bu yaşa geldim. Hâlâ karşılıklarını bulamıyorum, acaba hangisi daha doğru dersin ?

Duymak mı, duymazdan gelmek mi ?
İçinde olmak, dışında kalmak mı ?
İsabet ettirmek mi, ıskalak mı ?
Tutmak mı, bırakmak mı ?
Bağlanmak mı, ayrı kalmak mı ?
Ağlamak mı, gülmek mi ?
İsimler mi, yüzler mi ?
Düşünceler mi, duygular mı ?
Duvarlar mı, pencereler mi ?
Yaşlılık mı, gençlik mi ?
Dostluk mu, arkadaşlık mı ?
Sevmek mi, sevmeyi görmezden gelmek mi ?
Yaşamak mı ölmek mi ?
Yazmak mı yoksa yazmamak mı ?


Şu ana kadar yazdıklarımın hepsini baştan okudum. Bu kadar sorunun karşılığında "Yazmamak" daha doğru bir seçenek gibi geliyor şimdi şimdi. Bir nevi sessizlik yemini gibi. Hem bugüne kadar yazdım da ne oldu ? Ya da benim dışımda bugüne kadar yazanlara, yayımlayanlara ne olmuş, neyi değiştirebilmişler ? Hiçbirşeyi.. Bireysel med-cezir manzaralarının dışında yaşanan/değişen birşey yok ! O halde yazmanın ne gereği var ? Gerçekliğin en yalın haline teslim olmanın zamanı geldi.. Oyun bitti ve ben artık yokum..

"Biz hayatla hiç barışamadık.
Aramızda yıllardır süregelen
bir kavga hep vardı.
Ben her daim
içeri girmeye çalışıyordum,
o da her defasında
dışarı atıyordu.
Oyunumuzun adı “çember”di
-ve ne yazık ki ben-
hep dışında kalıyordum..
 

Kimseyi suçlamıyorum;
geldi, geçti, gitti..
Annem hala çok güzel,
Babam hala çok yakışıklı,
Üstelik ben hala
20 yaşında gibiyim..
Bir de kardeşim ve çocukları olmasa...
 

Sonunda öğrendim,
ama bu kez geç kalmıştım.
Bak bir varmış bir yokmuş misali,
zaman akıp gitmiş avuçlarımdan.
 

Bir kırk yıl daha yaşamayı
kim garantiliyebilir ki ?
Ya da hoyratça kullandığım
bu beden, bu ruhu
daha ne kadar taşıyabilir ?
Parçaladıklarım, kırdıklarım,
üzdüklerim, terkettiklerim,
hangisi geri gelebilir ?
 

Bu yalnızlar senfonisinin
orkestrasız tek maestrosu
benim galiba..
Belki de senfoniyi
sessiz yazdım,
herneyse..
Kelimeler şimdi varsayım
ve ben hala yalnızım..."