Salı, Mayıs 27, 2014

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Yirmibir)

Unutuyoruz çünkü aklımızda kalan bir "son kare" hep var. Belki kimse farkında değil, bilinçli yapılan  birşey de değil ama, hayatın yaşandığı andan itibaren akışını değiştiren tek şey o "son kare". Mesela çok sevdiğimiz birini kaybettik diyelim, onunla ilgili hatırladığımız şey birlikte geçirdiğimiz son on-yirmi yıl, vakfedilmiş bir ömür, sevgi, sadakat, mutluluk değil; musalla taşındaki tabut yahut mezarlıktaki kara toprak. Oysa başı sonu belli olan bir yolculuk bu. Zamanlı ya da zamansız hiç farketmez. Daha doğduğumuz gün gideceğimiz yer belli. Sağ çıkmak mümkün değil. O halde bu yolculuğu değerli kılan ne ? Başlangıç ile son arasında geçen sürenin doğru/güzel/kaliteli olması öyle değil mi ? İşte affetme kısmı burada başlıyor.

Genelde affetme ile ilgili yaygın kanı; yüzyüze kalınılan kötü bir davranışın, bir zaman geçtikten sonra hoşgörülmesi, hiç olmamış gibi varsayılması ya da unutulması şeklinde. Öyle değil ama.. En azından benim sözlüğümde karşılığı öyle değil. Çünkü "affetmek" sadece içinde bulunduğun durumu "kabullenmek", asla "unutmak" değil. Bir sonraki hatada "affedilen şeyin hatırlanmayacağı" anlamında ise hiç değildir.  Olsa olsa karşındakine bir şans daha vermektir.

Çok mu katı düşünüyorum ? Ancak düşünsenize, biri diğerine karşı bir hata yapıyor. Karşısındakine ne kadar zarar verdiğini, onda ne tür travmalar yarattığını, nasıl acılar çektirdiğini bilmeden; tek bir "seni affediyorum" cümlesiyle her şeyin unutulduğunu sanıyor.   Hokus pokus, bakın içi boş şapkadan tavşan çıktı!..  Sorarım size adalet bunun neresinde ? Affetmek kolay değil. Açılan hiç bir yara, tek bir kelimeyle iyileşemiyor ne yazık ki!  Kabuk bile tutamıyor. Şimdi bana diyorlar ki "affet". "Niye?" diye soruyorum; özgürleşmek için gereklilik olduğunu söylüyorlar. Sözüm'ona geçmişin yükünü alacakmış omuzlarımdan. Hayır efendim, top yekün reddediyorum. Önce herkes kendi üzerine düşen bedeli ödeyecek. Sonra karşılıklı oturup bakacağız; yeni bir şans verme durumu var mı, yok mu diye...

Ben nerede ayıldım peki ? Bir gün çalışıyorum böyle yine.. Selin aradı "Akşam buluşalım mı?" diye. "Tamam" dedim. Neyse buluştuk. Laf lafı açıyor konuşuyoruz ama yüzünde bir tedirginlik var, belli etmemeye çalışıyor. Ben de rahatlaması için saçma sapan ne varsa anlatıyorum, e malum bu kadar zaman bir psikiyatr'la birlikte olunca, insan psikolojisiyle ilgili ister istemez sen de bir şeyler öğreniyorsun. Bir-iki saat geçti bende cümleler tükendi, bizimkinde hâlâ "tık" yok. Dayanamadım sordum :

- Bir şey  var ve bana söylemiyorsun değil mi ?
- Evet bir şey var, ama ben nasıl söyleneceğini bilmiyorum..
- Sen... Konuşamıyorsun yani.. Hımm, ilginç bir durum.. Peki.. O zaman senin bana uyguladığın metodu uygulayalım doktorcuğum...
-...
- Şimdi hiç birşey düşünme.. Derin bir nefes al ve sakinleş.. İçinden ona kadar say ve bir defada tane tane söyle içinden geçenleri..
- Beni affet..

Dedi ve ağlamaya başladı. Meğer son buluşmamızmış bu. Amerika'da bir okuldan doktora yapması için bir teklif gelmiş. Okuldur, tezdir, öğretim görevliliğidir en az 5-6 sene sürecekmiş. Hepsini benden gizlemiş. Ama asıl üzüldüğü ve "affet" dediği konu gizlemesi değil; bu planların hiçbirine beni dahil etmemesiymiş. 1 hafta içinde bütün eşyalarını toplayıp gitti. O arada bir mesaj geldi "Ne olur böyle ayrılmayalım, içime sinmiyor. Şu gün, şu saatte uçağım kalkıyor beni yolcu etmeye gel" diye. Cevap yazamadım, parmaklarım o tuşlara gitmedi. Yine de duramadım, söylediği saatte gittim havaalanına. Benim dışımda, bütün sevdikleri oradaydı; ailesi, arkadaşları.. Hepsi sarmaş dolaş, bir taraftan gülüyor eğleniyor, diğer taraftan hiç durmadan fotoğraf çekiyorlardı. O mutluluk dolu karelerde artık bana yer yoktu; bu yüzden yanlarına bile yaklaşamadım. Salya sümük herkesle tek tek vedalaşıp ufukta kaybolasıya kadar, uzaktan nemli gözlerle izledim.  Gitmişti işte, hem de onu ne kadar özleyeceğimi bile bile..

Keşke benim onu özlediğim kadar, o da beni sevebilseydi.