Çarşamba, Ekim 13, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar VII

SON BÖLÜM

Vermeden alınamayan tek şeydir “mutluluk”..


İşte bitti ! Günler ve geceler süren bu kâbus bitti. Elimde son bir sigara var ve dumanı parmaklarımın arasından uçuşup havaya dağılıyor. En son 40 yıllık ömrün dağılışınıda böyle seyretmiştim. Hesabını verememiştim hiçbir şeyin. Nasıl verebilirdim ki ? Bütün hayatı “gecikmişlik” üzerine yazılı bir adam, zamanı geri alabilir mi, hiç yaşanmamış sayabilir mi ? 
Sorular, sorular.. ve hep aynı sorular; Birilerini kırdım ya da incittim mi ? Sevdiklerime gerçekten onları sevdiğimi söyleyebildim mi ? Kendimi değiştirebildim, dönüştürebildim mi ? Kime ne dedim ve gerçekte ne söylemek istedim ? Mutluluk, çocukluğuma ait siyah-beyaz bir fotoğrafta mı kaldı ? Hâlâ masum muyum yoksa onuda mı kaybettim ?
 

Artık yolun sonuna geldim. Oysa senin için, onca zamandır biriktirdiğim ve yazmam gereken daha onlarca, yüzlerce cümle var. Hepsi kelime kelime aklımda. Ancak hiçbirinin artık gerekli olduğunu düşünmüyorum. Ne söylesem, ne yapsam; içimdeki yeri doldurulmaz boşluğun, sessiz duvarlarından geri dönüyor. Bugüne kadar hiç alışkanlığım olmayan birşeyi ilk kez yaşama geçirme kıvancıyla “susuyor” ve “yarım bırakma” lüksünün tadını çıkarmaya çalışıyorum.

Sen benim son gördüğümsün,
son sevdiğim,
arayıpta bulamadığım,
yerini dolduramadığım,
yüreğime sığdıramadığım…

Bu seni düşleyerek yazmaya başladığım ilk şiirin girişi. Hiç haberin olmadı. Hoş haberin olsa bile büyük bir haz duyarak okur muydun, bilemiyorum şimdi. Çünkü hiçkimse bir ayrılığın ardından kendi için yazılan cümleleri duymak istemez. Uzak gelir. Cümleler ne kadar güzel olursa olsun, o güne kadar görmezden geldiği ya da artık küllenmiş ve yürekten atılmış duyguların tekrar hatırlanması, afişe olması, kabuk tutmuş bir yarayı yine/yeniden kanatacaktır.

Sen yaşamak gibisin,
nefes almak gibi,
uyanmak gibi,
dokunmak gibi…

Yıllar sonra ilk kez buluştuğumuz günü hatırlıyor musun ? Hani sıkıntılı bir Salı’ydı. Yağmur boşalıyordu gökyüzünden. Herkesin saklanmak için telaşla sağa-sola koşuşturduğu günlerden biriydi. Kendimizi bir sundurmanın altına atmayı başarmıştık. -Şiirin devamı işte o akşam şekillendi aklımda.- Bir taraftan elimizde mis kokulu kahve fincanları, diğer taraftan bardaktan boşanırcasına yağan yağmur. Kesik kesik ama birbirini tamamlayan cümleler ve iki adım ötedeki fırtınaya aldırmadan geçen zaman.. Önce farketmemiştim ağladığını -ne garip, oysa böyle kareleri hiç kaçırmam. Tamam görünüşte ağlamıyordun belki ama, yağmur güzel saklıyordu içine akan gözyaşlarını. Çok sonra ses tonun ele verdi kendini. Saklamaya çalışsan da, bakışların yetiyordu. Anladım ki aynı hapishanede ve belki de yan yana hücrelerde kilitli kalmıştık.. Üstelik arayacak, kurtacak hiç kimsemiz yoktu.

Bir bebeğin ilk adımı
ya da günün ilk ışığı,
belki baharın ilk yağmuru,
belki de bir dudaktan kalbe giden
ilk “seni seviyorum” u..

Biliyor musun neyi farkettim ? Meğer beni tanımlayan, yalnızlığımı dolduran, hayatımı tamamlayan senmişsin. Yaşamın içinde sen gezdirmişsin. Hep yanımda, yakınımdaymışsın. Yazdıkça anlıyorum şimdi, meğer sana söylemediğim ne çok şey varmış, anlatmadığım ne çok şey. Belki de yazmak bu yüzden zor geliyor. Unutmak, inan daha kolay...

Ve sen,
ne zaman ölmeye kalksam
vazgeçişim
yaşarken
kabullenişim
dönüş yolum,
gecemi aydınlatan tek yıldızım.

Sen benim herşeyimsin
Ve sen,
Yaşamak gibisin…


Şiir, düzyazıların arasında dağılır, bölünür gibi oldu.. Aynı bu sıralamada olduğu gibi, hepsini farklı günlerde yazdım.. İlk defa burada biraraya geliyorlar. Aslında kadınlar şiiri pek sevmez bilirim, oysa “hayatın özetidir” şiir.. İşte benim hayatımda, senin özetin bu şiirdi..

Evet, yalnızlığın ne olduğunu düşünmeye hiç vaktim olmadı bugüne kadar. Oysa yalnızdım hep. Bir iş yerinde çalışmam, sokaklarda kalabakların arasına karışmam sonucu değiştirmiyordu. Belki ait değildim hiçbirine ya da ait olmaya çalışıyordum onlar almıyordu beni içeriye. Susuyordum.. Ve bekliyordum.. Tıpkı gecenin ayazında, soba ateşini düşleyerek güneşin doğmasını bekleyen çocuklar gibi.

İşte bu uzun bekleyişlerin turuncuya döndüğü ikindi saatlerinden biriydi sanırım gittiğinde. Bir pazar mıydı neydi ? Tek hatırladığım yağmur önü rüzgârlı bir akşam vaktiydi. O rüzgâr öyle bir savurdu, öyle yerle bir etti ki.. Bittiğinde, artık ne sen o eski limandın, ne de ben dalgalardan kaçarken yorgun düşmüş o eski gemi.


“Yarın güneş yine doğacak,
perdeyi araladığında deniz,
yine ayna tutacak yüzüne
seninle şakalaşacak.
Martılar yine Kadıköy vapurunun
arkasında
susamlı bir parça simit için
kanat çırpacaklar.
O güzelim tuz kokusu
yine yakacak genzini
balkonda çayını yudumlarken
ve yine bir sundurmanın altına sığınacaksın
yaz yağmurundan kaçarken
ama bu kez yanında ben olmayacağım..


Elveda..”




“Son Not” :

Az önce çok sevdiğim biriyle telefonda konuşuyoruz. Bir önce eklediğim yazıyı okumuş (6.Bölüm), anladığım kadarıyla biraz da etkilenmiş ve belli etmese de sesi biraz endişeli :

- Sen iyi misin ?
- Evet iyiyim.. Sadece yorgunluk var biraz, hepsi o. Niye ki ?
- Ya oğlum ne öyle abidik gubudik şeyler yazıp da milleti ağlatıyorsun ?
(Bir anlık duraksama...)
- Ağlama o zaman..
- Ne ağlaması ? Sence ben ağlar mıyım ?
- Ağlarsın..


Bu şekilde uzayan ilginç bir diyalogdan sonra anladım ki; hâlâ vakit varken birşeyleri anlatmanın tam zamanı:

Bakın ben yazar değilim, şair hiç değilim. Böyle bir niteleme sıfatını hakettiğimi de düşünmüyorum. Üstelik yazdığım metinlerin hiçbir edebi değeri yok ve beni ebediyete de taşımayacaklar, biliyorum. Bu hikayelerin kahramanlarını kişileştirmek, “sen” ya da ”ben” haline dönüştürmek zor ve bir o kadar da yanlış. Beni tanıyan, daha doğrusu bu yazıları okuyan herkes kendi payına düşen parçaları zaten bulacak ve kendi çıkarımını yapacaktır. O yüzden sıkça karşılaştığım “Kime yazıyorsun ?” sorusunun karşılığı : “Hiç kimse”..


İtiraf etmeliyim ki şu yaşa geldim hâlâ girişken, baştan aşağı medeni cesaret abidesi bir adam olamadım. Ne gidene “kal” dedim, ne kalana “git”.. Konuşmayı çok sevemedim. Yazı yazmamın tek nedeni bu . Çünkü konuşmaktan çekindiğim, söylemeye cesaret edemediğim akşam sefası korkularımı biriktirip biriktirip kağıtlara dökmeyi tercih ettim. Herşey bir paragrafla başladı, şimdi elimde yüzlerce sayfa cümle var. -En yakınlarım dahil- hiçkimse okumadı, görmedi ve bilmiyor. Yani özetle demem o ki; okuduklarınızla sınırlı bu metinlerin hepsi bir anlamda benim kendimle yüzleşme öykülerimdir. Yoksa sanıldığı üz’re; acıtmak, üzmek, yaralamak ya da kanatmak gibi bir derdim hiç olmadı.


Son yazıların en güzel kısmı yazana ait bu “itiraf” bölümleridir, tadını çıkarın. Seven-sevmeyen, okuyan-okumayan, beğenen-beğenmeyen herkese ; Eyvallah..

Salı, Ekim 05, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar VI

BÖLÜM 6

“Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız…”


Garip ama yalnızlığın ne olduğunu bildiğim halde, bugüne kadar düşünmeye hiç vaktim olmadı. Çünkü sen vardın; ya yanımdaydın ya düşlerimde. Kendimi hiç birbaşına hissetmedim. Peki, ben ne zaman yalnız kaldım ?.. Gerçekten ama.. Yani sönmüş bir yanardağ ya da gökyüzünde artık parlamayan bir yıldız ya da ne bileyim kapağı hiç açılmamış bir kitap gibi.. ne zaman..? Yoksa sen miydin ? Sen mi yaptın, sen mi hissettirdin bütün bunların hepsini ?

“Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı..”


Seninle birlikte ama senden ayrı bir hayat yaşadım öyle mi ? Hiçbiri gerçek değildi yani; Farkında bile olmadan bir yalanın peşinden sürüklendim gittim.. Yani herşey güneşli bir kış sabahında başlayan sıcak bir “merhaba” ile, kül rengi ve yağmurdan bitap düşmüş bir ilkbahar akşamı söylenen “elveda” arasında geçen zaman kadardı. Ve Mayıs ayındaydık, ve ben kördüm; görmedim, anlamadım öyle mi ? Bırak yazmayı, cümlesini kurmak bile çok zor.. Bak, kalem her kağıda değdiğinde dağılan şey var ya; mürekkep değil artık o, kan.. Görüyor musun ? Yine başardın…

“daha az seviyorum seni
giderek daha az
unutur gibi seviyorum
azala azala
aramızdaki uzaklığın karanlığında.
geceler kısalıp, gündüzler uzuyor böyle olunca
daha az seviyorum seni
kendini iyileştiren bir yara gibi
daha az ve zamanla…”


Tamam, belki ben azalıyorum, belki de parlamayan bir yıldızım artık. Hepsi olabilir. Peki sana ne demeli ? Aslında kocaman bir yalanın içinde yaşıyorsun, işin kötü tarafı bunun farkındasın. Çektiğin bütün acıların nedenini biliyorsun ancak kendine bile itiraf edemiyorsun. Farkındalık beraberinde ait olmamayı getiriyor ve yaşadığın herşeyde bir adım daha geri gidiyor, biraz daha kabuğuna çekilip, biraz daha kayboluyorsun. “Olması gereken” çok uzaklardan geçen bir yelkenli.. “Olan”ı değiştirmeye gücün zaten yetmiyor, biliyorum !.. “Kabullenmekle” yetinmek zorunda kalıyorsun -ki bu da beraberinde vazgeçmeyi getiriyor; vazgeçiyorsun.. herşeyden, herkesten, en kötüsü kendinden…

Şimdi sesini duyar gibiyim, içinden içinden, belli belirsiz bir gülümsemeyle “Evet, ben buyum ve böyleyim” diyorsun “Üstelik öyle ya da böyle ben kazandım”.. Haklısın ! Ama yine de bu kadar hızlı gitme derim ben. Arada bir dur. Arkanı dönüp bir bak bakalım ne kadar kan kaybetmişsin ?


“Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
bir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasa
bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem.
Oysa ne kadar sakin sokaklar, kent ve bütün yeryüzü
ipince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne
sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün”


Artık bulunmam gereken nokta neresi ya da nerede durmam gerekiyor, gerçekten bilmiyorum ! Yaptığım herneyse doğru mu ya da ne kadar doğru ölçemiyorum. Dahası duramıyorum, içimdeki fırtınayı durduramıyorum.. Çoğaldığımı sanıyorum, azalıyorum. Sevdiğimi sanıyorum, bir başına kalıyorum. Gitgide aydınlanıyorum sanıyor ama karanlığa gömülüyorum. Yalnızlık dedikleri böyle birşey galiba..

Çok ama çok eskiden kendi kendime derdim ki; Dünyada bir insanın başına gelebilecek en kötü şey, yalnız kalması olsa gerek. Ama geçen yıllarla birlikte anladım ki; en kötüsü yalnız kalmak değil, yalnız hissetmene neden olan insanlarla beraber yaşamakmış. Şimdi herşeye başka insanların hayatlarına tanık oluyormuş ve sanki bu benim hayatım değilmiş gibi yaklaşıp, bununla yetinmek zorunda kalıyorum. Sonunda Anton Çehov hikayelerindeki karakterlere benzemeye başladım.. Ancak payıma düşen “Vanya Dayı” olamadı, ne yazık !


Cuma, Eylül 24, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar V

BÖLÜM 5

“ Sana büyük bir söyleyeceğim
Kapat kapıları

Ölmek daha kolaydır sevmekten

Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam..”


İnsanın tek yaşamı yok. Peş peşe eklenen birçok yaşamı var. Sanırım çektiği acıların nedeni de bu... Umut edilen ama karşılığını bulamayan bir yaşam; bir yabancının elimden aldığı  ve şimdi yazılarımda can bulmaya çalışan yarım kalmış düşler; belki tam anlamıyla anlaşılamamak ve sessiz sakin geçen günler, aylar, yıllar... Yine de herşeye rağmen ve hepsine inat, tüm yalnızlık hesaplaşmalarından sonra kalabalığa dönüş... Canım acıyor biraz.. Farkında olmadan biraz da ben acıtıyorum galiba. Ama senden bir türlü vazgeçemiyor ve içimde kalan son parçayı korumaya çalışıyorum..

 “Herkes kendi ateşini

başkasının cehenneminde sınar,

kendi külünde söner

bütün rüzgârlarına yazıldığın akşam

ateş tadında kum tadında kalarak

derinleştirir bazı ayrılıkları zaman…”

Özlemek ve biraraya gelememek.. Zıtlıkların birliği – nasıl oluyorsa artık ? Bir de “ara vermek nefes aldırır" hikayesinden söz ederler değil mi ? Yok öyle birşey tabi ! Bu, biz sefil insanların kendi kendine uydurduğu -kulağa hoş gelse de- aslında kendisini ya da vicdanı rahattlattığını sandığı koca bir yalan. Belki de bir anlamda "zaman kazanma" taktiği. Ancak her ne olursa olsun "zaman kazanma" ya da "zamana bırakma" başlığı altında toplanan herşeyin sonu hüsran ! Zaman bir ilaç değil ki, yarana sürdüğünde seni iyileştirsin. Hem sonra hangi gönül yarası iyileşmiş ki bugüne kadar ? Harcadığın her zaman dilimi kendi hayatından yitirdiğin, kaza süsü verilmiş seri cinayetler silsilesi. Yoksa yara hep aynı yara. Bak kabuğu da üzerinde duruyor öylece.. Oynamaya kalkarsan yine kanayacak.

“Zaman, alır sizden bunların yükünü

O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar,

sızılar diner, acılar dibe çöker.

Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.

Bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.

O boşluk doldu sanırsınız.

Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir.”

Bir süre önce çok sevdiğim biri babasını kaybetti. Benim nasıl bir adam olduğumu ve ne kadar etkileneceğimi bildiği için telefonda söyleyememiş. Uzun zaman ses çıkmayınca ben aradım "Ne yapıyorsun ?" diye.. "İyiyim" kelimesiyle geçiştirdi o anı. Birkaç gün sonra yine aynı diyalogu ikinci kez yaşayınca, tedirgin oldum ne yalan söyleyim. Ardından bir süre telefonlarıma çıkmadı. Yaklaşık 1  hafta sonra bir mektup aldım : "Artık babam yok hayatta, ne garip bir durum değil mi ? Sonsuz bir özlem ve yerine koyabileceğim hiçbirşeyim yok... Nedense seni arayamadım. Belki duygusallığın beni hep sarstığı için; belki de kendini yaralamayı çok iyi becerdiğini düşündüğüm içindir. “Seni seviyorum” ve “İmza”. Öylece çöktüm kaldım olduğum yerde ve üç nokta...  

“eski bir aşk

yeni bir ayrılıktır her zaman,

bunu kuşlar sorar

yıldızlar da anlatır,

kimse bilmez

bir yara bir ömrü

her gün nasıl kanatır..”

Tuhaftır, tam “İçimi sızlatacak kimse kalmadı” derken, sen çıktın karşıma; benim en güzel ve en derin yaram. Diğerleri gibi değilsin, ama yine de pekçok yaramdan birisin. Kimileri kabuk tutmuş, kimileri alttan alttan kanamaya devam ediyor.. Hatta bazıları var –ki kapanmış bile olsa dokundukça sızlıyor. Şimdi sana saçma gelecek biliyorum; o herşeye iyi geldiğini söyledikleri zaman var ya; beni sürekli acıtsa da, kanatsa da, yaralarımın hepsini seviyorum. Çünkü onlar da olmasa, geçmişi hatırlatacak hiçbirşey kalmayacak elimde.

Perşembe, Eylül 16, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar IV

BÖLÜM 4



“Bilerek mi yanına almadın giderken
başının yastıkta bıraktığı çukuru ? 
Güveniyordum oysa ben sevgimize 
vapur iskelesi ya da tren istasyonundaki 
saatin doğruluğu kadar.. 
Beni senin gibi bir de annem terketmişti 
ki göbeğimde durur 
onun yokluğundan bana kalan çukur.”




Ve sonunda bitti. Daha ben ne olduğunu anlamadan hem de. Kısa ve net. Son söylediklerin hala kulaklarımda. Oysa böyle değildi hayat, böyle yaşanmazdı sevgiler. İsimlerin mendillere yazıldığı, sevdaların yüreklere kazıldığı zamanlara ne oldu ? Çok mu eskidi yoksa ben mi kayboldum ? Anladım ki cevapsız gibi görünen ama cevabını bildiğin sorular daha fazla acıtıyor insanı. Çünkü nedeni her ne olursa olsun, giden gidiyor.. Engelliyemiyorsun, durduramıyorsun.. Tıpkı senin gibi…


“İki rayı gibiyiz
bir tren yolunun,
yakın olması
neyi değiştirir
son istasyonun”



Aslında sen de bilmiyorsun değil mi ? Yalnızca kaçıyorsun, nereye gittiğini bilmeden. Belki yolun sonu çıkmaz, farkında değilsin. Belki farkındasın ama yok saymak daha kolay geliyor. Belki de farkındalık korkutuyor, kalamıyorsun. Bir tarafın çocuk, bir tarafın kadın. İçindeki çocuk “Gitme kal !” diyor, biliyorum. Kadınsa karşı çıkıyor :


- Kalacaksın da ne olacak, ne değişecek ? Dünya aynı dünya, yaşam ise günden güne birbirine dolaşan yün yumağı. Sen yavru bir kedi. Elllerinle bir o yana, bir bu yana yumağı kovalıyorsun. Eee sonra ? Hayat hep böyle mi geçecek ? Birgün sen de büyüyeceksin. Ya o yumağa dolanıp kalırsan ?


“Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı 
Yangelmişim diz boyu sulara 
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum.. “



Ben en çok, o çocuğu seviyorum. Önyargıları yok çünkü, sadece sevilmek istiyor. Yolda yürürken elimi hiç bırakmıyor, oturduğumda yanımdan hiç ayrılmıyor. Uykusu geldiğinde, başı ya dizlerimde ya göğsümde. Korktuğunda boynuma sarılıyor. Sevgisi karşılıksız ve şartsız. İşte içimdeki ışığı yakan, o çocuk. Ne de güzel gülüyor, gözleri ışıl ışıl. Kalbi kuş gibi, bıraksam sanki yerinden fırlayıp uçacak.


"Bu nasıl sevgi böyle?
Bu nasıl tutku?
Bu nasıl özlem?
Ne zaman gözlerini görsem
Bir çoğalıyorum, bir eksiliyorum…”



Ne çok şey söyleyebilirim aslında! Senin için biriktirdiklerim o kadar çok ki.. Öykü mü istersin, roman mı, şiir mi ? Belki şarkılar daha güzel anlatır, ne dersin ? Belki serin bir Kadıköy akşamında denize karşı demli bir çay yudumlarken; belki de şehir hatlarıyla, iki ayrı yakada bıraktığımız yalnızlıklarımızı biraraya getirmeye çalışırken, ben anlatmalıyım hepsini. Hatta bu kez hiçbiri yarım kalmasın diye bir avuç jeton almalıyız belki. Bir o yaka, bir bu yaka derken, hiç ses çıkarmadan gözlerin kapalı dinlemelisin bütün hikayeleri.. Ve gecenin son seferini yapıp kıyıya çıktığımızda: “Bu mudur, budur!..” demelisin, gülen gözlerle. Sonra kanatlarını açıp uçmalısın. Uçup avuçlarıma konmalısın.. Seni bir ömür saklayabileyim diye…

Perşembe, Eylül 09, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar III

BÖLÜM 3

 

Yol kenarındaki.
yağmur mazgallarını

kumbara sanıp
harçlığımı atardım
bu yüzden en çok
denizden alacaklıyım.."

Aslında başka bir yazıya başlamıştım gecenin şu saatinde. Hatta başlangıcı bile yapmıştım ; “Bilerek mi yanına almadın giderken başının yastıkta bıraktığı çukuru ?" . Ne yalan söyleyim cümleler geldi, geldi ve takılıp kaldı kalemin ucunda. Baktım ilerlemiyor, bıraktım olduğu gibi. Zaman mevhumu ile ilgili ciddi sıkıntılar yaşayan bendenizin aklına, bugünün arefe olduğu geldi. Eh, durum böyle olunca yarın da bayram öyle değil mi ?

Haliyle eski bayramları yâdetme zamanıdır diye düşündüm. Açık söylemek gerekirse güzel günlerdi. Kendimi şanslı hissediyorum,çünkü ne kadar şikayet etsem de, o dönemin tanığı olan son adamlardan sayılırım. Siyah-Beyaz fotoğraflarda kalmış cânım anıları, bugün gibi hatırlıyorum.

Daha bayram gelmeden telaşı gelirdi bizim eve. Maddi durumumuz çok iyi değil o zaman, babam ay sonunu nasıl getireceğimizi, annem de bayramı en az masrafla -ama işi ucuzlatmadan- nasıl atlatacağımızın planlarını yapardı. Ne de olsa adı bayramdı ve senede bir defa geliyordu. Bayram şekerinden tutun, ne tür tatlı yapılacağına, kanepenin örtüsünden perdelerin yıkanmasına, camların temizlenmesinden evdeki sandalye sayısına (evimizde dört sandalye ve bir kanepe vardı, bir de küçük camlı-aynalı bir vitrin; misafir sayısı fazla olursa komşularımızdan sandalye, çay bardağı ya da tabak ödünç alırdık), kimlere misafirliğe gidileceğinden, gelen misafirlerin çocuklarına ne harçlık verileceğine hatta kaç mendil alınacağına kadar ( o zamanlar bayram harçlıkları mendillerin içine koyulup verilirdi) düşünülürdü.

Tabi birde bayramlık kostümler var; kim, ne giyecek ?

Annemin ve babamın zaten her bayram giydikleri sabit giysileri vardı. Bir tek benim giyeceklerim problem olurdu, çünkü tek çocuktum. Onlar da doğal olarak tek çocuklarını bayramda en güzel giysiler içinde görmek isterlerdi. Hazır giyim pek yok o dönem, olanlarda zaten çok pahalı. Allahtan annem vardı, genç kızlığında biçki-dikiş kurslarına gitmiş sertifikalı bir terziydi. Ticaret yapmazdı ama, beni – ve benden yıllar sonra doğan kardeşimi- konfeksiyon gibi giydirirdi. Öyle yeni alınmış kumaşlar sanma, babamın giymediği küçülmüş gömlekleri ya da pantolonlarından, bilemedin eskiden alınıp dikilmiş kumaşların artıklarından. Marifetli kadındı.

Konu biraz dağıldı farkındayım.

Bayramı anlatıyordum değil mi ? Bayram sabahları erken kalkılırdı. Zaten ben uyuyamazdım genelde. Bir gün önceden yeni elbiselerimle yanyana yatardım, sanki birileri gelip alacakmış gibi. Çocuk aklı işte. Sonra sabah olunca daha yüzümü yıkamadan doğru üstümü giymeye koşardım. Annem kızardı :

- Oğlum niye acele ediyorsun, kahvaltını yaptıktan sonra giyersin. Bak üstüne birşeyler dökersin sonra, karışmam .

İşte sakinleşmem için gereken sihirli cümle buydu. Elbiselerim kirlenmesin diye pijamalarımla kahvaltı yapıp, işim bitince de, ok gibi yerimden fırlar, hemen yenilerimi giyerdim. Sonra saat 10 gibi düşerdik yollara. Çünkü bayramın ilk günü büyüklerin elleri öpülürdü. Benim en rahatsız olduğum, daha doğrusu utandığım durum harçlık verildiği anlarda yaşanırdı. Çünkü alamazdım, utancımdan kıpkırmızı olurdum. Harçlıklar o zamanlar, herkesin ortasında verilmezdi. Evin hanımı harçlık verilecek çocuğu mutfağa çağırıp, içine para konmuş mendili cebine koyardı. Ben utancımdan çağrılsam da gidemediğim için, istisna bir modeldim. Babamların yanında harçlık vermeye çalışırlardı, ben yine alamazdım. Bu kez ısrarlar başlardı :

- Hadi al oğlum, utanma. Bak bayram harçlığı veriyor teyzen.

Neyse, benim direncim kırılırdı, ama yine de son bir kez anne ve babamın gözlerinin içine bakardım. Yaptığım şeyin doğruluğunun onaylanmasını beklerdim kendimce. Babam “al” der gibi gözlerini yumardı, ancak öyle alırdım mendili. Herkes derin bir “oh” çekerdi, görsen sanki ikinci dünya harbinden çıkmışlar...

Ben bayramları severdim, bir de güneşli yazları, sonra bir de seni. Sonra sen bir gittin, yaz olmadı o sene. Bayram geldiğinde mevsimlerden kıştı. Kış güneşi ısıtamadı çocukların üşüyen ellerini. Onlar harçlıksız kaldı. Ben sensiz...

Pazartesi, Eylül 06, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar II

BÖLÜM 2



“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı..”




Şimdi sana saçma ya da çocukça gelecek biliyorum ama, “gün saymama oyunu” diye birşey uydurdum kendi kendime. Her gün onu oynuyorum. “Saymayı bıraktığın gün unutmuşsundur” diyorlar ya, yalan ! Öyle olmuyor işte.. Her gece aynı kâbustan kan ter içinde uyanıp, ayılmak için bir bardak su içerken “taak” diye aklıma birşey düşüyor. Ben -ki, gün-ay-yıl-saat mevhumu nedir bilmem, takvim arıyorum evde. Hangi aydayız, bugün günlerden ne ve kaç gün olmuş ? Ne garip değil mi ? Senin olmadığın ve altmışa bölünebilen bütün zaman dilimlerini tek tek, hiç üşenmeden saymak..


“ Yollarımız burada ayrılıyor
Artık birbirimize iki yabancıyız
Ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Herşeyi, evet herşeyi unutmalıyız…”


Bu kadar zaman geçti aradan, hala aynı çıkmaz sokaktayım. Ben bile tanıyamıyorum kendimi çoğu zaman. Anladım ki yokluk bana göre değil, hele hele alışmak hiç değil. Hangi yüze baksam seni görüyorum, böyle birşey olabilir mi ? Kiminle konuşsam sen. Kalbim çarpsa sen. Hatta kapı çalsa, mektup gelse yine sen.. Ve geride kalan onlarca gün, bir sürü yaşanmamış, harcanmış zaman parçacıkları.


Bazen düşünüyorum; örneğin biri seni merak etse, nasıl anlatırdım ? Gözlerinden mi başlardım acaba ? Yoksa gülüşünden mi ? Belki bana, o en sevdiğim tonda adımı söylemeni tarif etmeye çalışırdım.. Belki de ellerinin sıcaklığını…

Peki sorduklarında, “Sesini duyduğumda içim titriyor" desem yeterli olur muydu ya da "Sarıldığımda kalbim duracak gibi oluyor" ?


“Bir ayak sesi duymayayım
Kapıya koşuyorum
Gelen sen misin diye
Bir siyah saç görmeyeyim
Yüreğim burkuluyor
Ağlamaklı oluyorum..”


Karşılığı olmayan sorular ve kelimelerin kifayetsiz kaldığı an !. Ne vazoda kurumuş iki çiçek, ne yarım kalmış bir not, ne bardakta kalan parmak izleri, ne de aynı çerçevede buluşmuş iki mutlu yüz. Elimde kalan yalnızca sessizlik ve sensizlik. Görsen onlar da iki düşman kardeş gibi; sessizliği bölen sen, seni bölen sessizlik. Ne matematik ama ! Sonunda “hiçlikler” abidesine dönmeyi başardım galiba. Daha kötüsü ne biliyor musun ? Bunların hiçbirine cevap bulacak kadar yaşamayacağım.

Cumartesi, Eylül 04, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar I

BÖLÜM 1

“Herkes öldürür sevdiğini,
Kimi bir bakışı ile yapar bunu,
Kimi göz yaşı döker,
Kiminin kılı bile kıpırdamaz...”
 

Aslında bu sayfayı tekrar açmalı mıyım bilmiyorum !.. Elime kalem almayalı çok uzun zaman oldu. Kimseyi suçlamıyorum, benimki bilinçli bir seçim. Mürekkep kağıtta şekil almaya başladığında sesleri kaybetmeye başlıyorum, yüzler silikleşiyor, isimleri unutuyorum. Sonra bir korku başlıyor içimde, herşeyi yitirecekmişim gibi geliyor. Bir an duruyorum. Kendimi dinliyorum . Mantığım : “Yazmamalısın” diyor; 

- Yazarsan o gözyaşları sel olup, herşeyini alacak yine elinden. Madem yazacaktın ne diye yaşadın onca şeyi ?

Kalbimse başka bir yerde: “Yaz” diyor;

- Mürekkebi veren zaten benim. Ha bir eksik, ha bir fazla, ne farkeder ? Zaten gittiler ve dönmeyecekler. Yaz, yazabildiğince..

Ne kadar kaçmaya çalışsam da, bu iki ses peşimi bırakmıyor bir türlü. Ama ne çare her defasında kendimi bulduğum yer aynı. Elimde kalem, önümde bir müsfette kağıt, yine masanın başındayım.

İnatla son 3 aydır, -uçurumun kenarından dönercesine- tek bir kelime bile yazmadan bırakıyorum. Tek tük karalamaları da çöpe atıyorum. Oysa edindiğim en güzel alışkanlıktı bu; Hayatın içinde gezerken aldığım küçük küçük notları, bir süre sonra biraraya getirmek.. Biraz uğraştırıyordu belki araları tamamlamak ama şikayetçi değildim. Bitirip, baştan okuduğumda aldığım key’fi anlatamam. Zaman dediğin nasıl birşeyse artık, insan vazgeçebiliyor hepsinden. Çünkü yazılanları sonradan okuyup zaman atlamaları yaşamak ve geriye dönmek –ben dahil- kimsenin hoşuna gitmiyor !.. 

“En güzel deniz:
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk:
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür..”
 

Daha sana merhaba bile demedim değil mi ? Merhaba.. Ne kadar dolduysam artık sen düşün. Uzun zamandır yazamadım sana, n’olur affet. Tembellik değil ama. Belki unutma ya da unutulma beklentisi. Belki de her ikisi, bilemiyorum şimdi..

Bu sabah bir derginin sayfalarını karıştırırken denk geldim : “Beklemekte olduğun şey, ancak onu beklemeyi unuttuğunda gerçekleşir” türünde bir cümleydi sanırım. Anahtar kelimeler “unutmak” ve “gerçekleşmek”. Evet, insan herşeyi unutabilir, umursamayabilir, ihmal edebilir… Yakalayabildiklerin şans.. Kaçırdıkların pişmanlık.. Iskaladıkların ise körlük.. Peki bu kadar sevginin ve emeğin sonunda elde kalan ya da gerçekleşen ne ? Hiç !.. Bir taraftan yaşam hiçbirşeye aldırmadan, kendi halinde bir su edasıyla avuçlarından pervasızca akarken, diğer tarafta birbirinden ayrı düşmüş ve varlık nedenlerini unutmuş; sen, ben yahut bir başkası, aynı çemberin içinde daralmaya, kaybolmaya devam ediyoruz..

Bence doğru cümle şöyle olmalıydı : 
"İçinde varolamadığın bir hayatın ne kadarı sana ait olabilir ?”
Ya da, “Ne kadarının ait olmasını bekleyebilirsin ?".

Pazartesi, Mayıs 17, 2010

Seyir Defterini Kaybeden Kaptan XII

"Beni anla da, istersen öldür.
Bu kez de katilim sen ol, ne çıkar ? "


Konuşmak zordur. Düşündüklerini doğrudan ifadelendirmek, doğru atmosfer, doğru ruh hali, doğru zamanlama ve doğru insan derken uzar gider. Bir sevgiyi, yarın olmadan bütün gücüyle, kelimeleri kifayetsiz bırakmadan söylemenin eksikliğini yaşıyor gibiyim. Ne garip ! Bir taraftan ihtisas yap "iletişimci" ol, diğer taraftan dünyanın en güzel cümlelerinden birini kurmaya çalışırken tuhaf bir utanma duygusuna kapıl ve deyim yerindeyse "duvara tosla"..

"Bir çocuk şarkısı vardı, kendi de hatırlattıkları da çok uzaklarda.. Bütün sevdiklerim ya da beni sevenlerin hepsi onunla birlikte gerilerde kaldı. Çocukluğum ve çocukluğumla ilgili aklımda kalanlar; sonra ergenliğim ve ilk aşklarım; yetişkinliğim ve hayatımın bir köşesinden kartpostal şeklinde geçen durağan kareler; olgunluğum ve olgunluğun getirdiği dinginlikle yaşadığım gerçek ve genç aşklar.. Hepsi ama hepsi artık unutulan bu şarkının gölgesinde kalmış hazin, bir o kadar da umutsuz anılar şimdi.
Bir çocuk şarkısı vardı , kendi de hatırlattıkları da çook ama çok uzaklarda.. Bugün duysam yine gözlerim dolu dolu olur, kimbilir belki de yaşıma başıma bakmadan oturur ağlarım : “Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür..”

Böyle bir duyguyu en son öğrenciliğimde yaşamıştım galiba. O zaman da utangaçtım. Açılamazdım kimseye. Kimsenin bilmediği, kendime sakladığım bir taraf hep vardı. Güvensizlik değil.. Ama korkardım; Reddedilmekten korkardım; Yarası kapanmayacak bir acıdan korkardım; Bir gün gidiyor olmaktan korkardım; Tutamayacağım bir söz vermekten korkardım; Kaybetmekten korkardım. İnsan korkularıyla yaşamayı ve onları yenmeyi geçen zamanla birlikte öğreniyor. Ben de öğrendim öğrenmesine ancak, yine de o "sihirli" cümleyi kuramadım sana.

"Korkuyorum. Gerçek değilmişsin gibi geliyor bazen. Bu kadar olamaz diyorum kendi kendime, yine korkuyorum. Karşına çıkmaya korkuyorum. Telefon etmeye korkuyorum. Birlikte olmaktan korkuyorum. Beni sevebilme ihtimalini düşünüyorum daha çok korkuyorum. Ne bu şimdi, bir savaş mı ? Öyleyse eğer, ben beyaz bayrağı çoktan çektim..
Neden korkuyorum o zaman ? Tamamlamaktan mı, kaybetmekten mi ?.."

Sen daha cesurdun. Birgün öyle bir cümle kurdun ki.. Zaman durdu sanki.. Beklediğim bir cümle değildi belki. Ama yine de döküldü dudaklarından. Üstelik hiç duraksamadın, sesin bile titremedi. Ne garip, seni daha önce bu kadar kararlı, bu kadar net görmüş müydüm acaba ? Dedim ya ! Konuşmak "zordur".. Peki birşey soracağım; ne hissettim hiç düşündün mü ? Yani karşında olamayacağımı, duramayacağımı ve özgür bırakacağımı en başından biliyordun. O an ne hissedeceğimi de biliyor muydun ? Bilmiyordun... Dur ben söyliyeyim de son sahnede tamamlansın; rüzgarı almış bir yelkenlinin yön değiştirmesi, dalgalarla boğuşurken yenik düşmesi ve alabora olması gibi. Ama hayat dediğimiz şey bunlarla ilgilenmiyordu değil mi ? Önemli olan yelkenliyi, limana sağsalim getirmekti...

"Gözlerimde
kötü günler için sakladığım
son bir damla gözyaşı vardı.
Bugün o da düştü, vakitsizce...
Tıpkı daha öncekiler gibi...
Önce,
yavaş yavaş süzüldü havada,
yere yaklaştıkça yayıldı, büyüdü.
Son bir nefes,
bir nefes daha derken
yere çarpma
ve parçalanıp dağılma..
Başlangıç ile son arasında
hepsi hepsi iki saniye..
Oysa ben onu
yıllarca saklamıştım..."


Bazen düşünüyorum; örneğin biri merak etse, seni sorsa, nasıl anlatırdım acaba ? "Sesini duyduğumda içim titriyor" desem yeterli olur muydu dersin ya da "Sarıldığımda kalbim duracak gibi oluyor" ? Bak gördün mü, kelimelerin yetersiz kaldığı an, işte tam burası. Bırak söylemeyi, daha yazarken bile yüzüm kızarıyor...

"Bu gece yıldızlar hiç çıkmadı. Saatlerdir bekliyorum, gözlerim açık. Duyduğum yalnızca sokak köpekleri ve rüzgarın sesi. Balkona bile çıkmadım, pencereden seyrediyorum gökyüzünü. Hani bir tane görsem rahat uyuyabileceğim onun ışıltısıyla. Peki ya bunlar hiç çıkmazsa sabaha kadar, ben saçlarına ne takacağım senin ? "

Hâlâ vazgeçmedim.. Anlamaya çalışıyorum.. Herkesi, herşeyi.. Seni, onu, bir başkasını.. Bugünü, yarını hatta belki daha sonrasını... Tünel'de elinde gitarla türkü söyleyip, eve ekmek götürmek zorunda olan teyzenin sesindeki yanıklık bile dokunuyor bazen biliyor musun ? Ağlıyor mu, gülüyor mu belli değil. Demir 50 Kuruş ve 1 Lira'lardan oluşan bir hayat; güftesi başka, melodisi başka.. Daha nicesini bilmediklerim gibi, belki de senin gibi.. Ama dedim ya, gerçekten anlamaya çalışıyorum. Asıl suçlu hangisi dersin ? Neden mi, sonuç mu ? Olan mı, olması gereken mi ? Ben mi, sen mi ? Korkma ! Karşılığı olmayan soruların cevabı da olmaz, biliyorum..

"Yarım kalan hikayeleri hiç sevemedim ben.. Açık uçlu filmleri de. "Efendim seyirci kendi yorumunu yapsın" cümlesi hiç yakın gelmedi. Filmin bir anlatıcısı varsa, ben neyin yorumunu yapabilirim ki ? Saçma ! "Nedensiz sonuç" ya da "sonuçsuz neden" gibi bir hipotez öne sürülebilir mi ?
 
Yine de yarımsın ama. Seni bir türlü tamamlayamadım. "Seni seviyorum" ile başlayan cümlenin "sus" ile kesilmesi gibi. Ne yazsam, ne söylesem nafile.. Karşılığı yok. Ne garip; hayat bir kibrit kutusu gibi, "vasati 40 çöp". İçinden 39'da çıkabilir, 41'de.. Hatta bazıları yanmayabilir.."

Yazmak daha zor galiba. Konuşmak gibi değil. Yani aklına gelen ilk cümlenin dudaklarından dökülmesi gibi bir şuursuzluk durumu yok ortada. Doğru atmosfer, doğru ruh hali, doğru zamanlama ve doğru insan başlıklarından mütevellit bir "zamanlama" harikası yaratmak mümkün değil. Kelimeleri doğru seçeceksin, söylemek istediklerini özenle belirleyeceksin, yazanın dışında kimsenin canı yanmayacak ya da acımayacak, hedef seçmeyeceksin, belden aşağı vurmayacaksın, ama biri okuduğu zaman üç aşağı-beş yukarı ne olduğunu anlayacak vesaire.. derken, uzar gider bu hikaye. Eskiler der ya "söz uçar, yazı kalır".. İşte tam olarak karşılığı bu.

Kağıdı kalemi elime aldığımda, seni ne kadar çok sevdiğimi yazacaktım sözüm'ona. Uzamayan, esnemeyen ve yan anlamlar çıkmayacak basit bir cümle olacaktı. Bütün cesaretimi de toplamıştım bunu yazmak için.. Sanırım 41'inci çöp bozdu işi :) Yine yarım kaldı."

Sen şimdi gittin ya.. Bana ne olacağını bilmiyorsun. Başlangıçta bir akıl oyununun içinde gibi hissedeceğim. Tıpkı sigarayı bırakmak gibi. Günleri saymayı unuttuğunda, bırakmışsın demektir. Sonra bilinç yavaş yavaş üstünü örtecek yakın geçmişin. Önce yüzün silikleşmeye başlayacak, sonra gözlerin, sonra ellerin.. Derken birgün adını unutacağım. Ne kadar kötü ! Adını yerden göğe, dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar kendi ellerimle yazdığım kadını "unutmak".. Her ne kadar istemesen de, sana yazdıklarım işte bu yüzden. Unutmamak için...

"Bir varmış bir yokmuş masalları gibiydik..
Bir görünüp, bir kayboluyorduk.
Zaman hızla akıp geçiyordu,
bir türlü buluşamıyorduk.
Evvel zaman içinde,
kalbur zaman içinde derken,
güneşler ardarda batıyor
ve o cânım şehir,
bütün düşlerimizle birlikte
ağır ağır sulara gömülüyordu..
Ölüyorduk..."


Haydi birde itirafım olsun sonunda. Hiçbirşey hatırlanmasa bile, en azından bu kalır hafızlarda. Kocaman bir ömrü tükettim ve bu yaşa geldim. Hâlâ karşılıklarını bulamıyorum, acaba hangisi daha doğru dersin ?

Duymak mı, duymazdan gelmek mi ?
İçinde olmak, dışında kalmak mı ?
İsabet ettirmek mi, ıskalak mı ?
Tutmak mı, bırakmak mı ?
Bağlanmak mı, ayrı kalmak mı ?
Ağlamak mı, gülmek mi ?
İsimler mi, yüzler mi ?
Düşünceler mi, duygular mı ?
Duvarlar mı, pencereler mi ?
Yaşlılık mı, gençlik mi ?
Dostluk mu, arkadaşlık mı ?
Sevmek mi, sevmeyi görmezden gelmek mi ?
Yaşamak mı ölmek mi ?
Yazmak mı yoksa yazmamak mı ?


Şu ana kadar yazdıklarımın hepsini baştan okudum. Bu kadar sorunun karşılığında "Yazmamak" daha doğru bir seçenek gibi geliyor şimdi şimdi. Bir nevi sessizlik yemini gibi. Hem bugüne kadar yazdım da ne oldu ? Ya da benim dışımda bugüne kadar yazanlara, yayımlayanlara ne olmuş, neyi değiştirebilmişler ? Hiçbirşeyi.. Bireysel med-cezir manzaralarının dışında yaşanan/değişen birşey yok ! O halde yazmanın ne gereği var ? Gerçekliğin en yalın haline teslim olmanın zamanı geldi.. Oyun bitti ve ben artık yokum..

"Biz hayatla hiç barışamadık.
Aramızda yıllardır süregelen
bir kavga hep vardı.
Ben her daim
içeri girmeye çalışıyordum,
o da her defasında
dışarı atıyordu.
Oyunumuzun adı “çember”di
-ve ne yazık ki ben-
hep dışında kalıyordum..
 

Kimseyi suçlamıyorum;
geldi, geçti, gitti..
Annem hala çok güzel,
Babam hala çok yakışıklı,
Üstelik ben hala
20 yaşında gibiyim..
Bir de kardeşim ve çocukları olmasa...
 

Sonunda öğrendim,
ama bu kez geç kalmıştım.
Bak bir varmış bir yokmuş misali,
zaman akıp gitmiş avuçlarımdan.
 

Bir kırk yıl daha yaşamayı
kim garantiliyebilir ki ?
Ya da hoyratça kullandığım
bu beden, bu ruhu
daha ne kadar taşıyabilir ?
Parçaladıklarım, kırdıklarım,
üzdüklerim, terkettiklerim,
hangisi geri gelebilir ?
 

Bu yalnızlar senfonisinin
orkestrasız tek maestrosu
benim galiba..
Belki de senfoniyi
sessiz yazdım,
herneyse..
Kelimeler şimdi varsayım
ve ben hala yalnızım..."

Cumartesi, Mart 27, 2010

Seyir Defterini Kaybeden Kaptan XI

Hiç vazgeçmedim. Hâlâ anlamaya çalışıyorum..

Herkesi, herşeyi.. Seni.. Onu.. Bir başkasını.. Bugünü, yarını hatta belki daha sonrasını... Buğulu camların arkasından duyduğum eskicinin sesindeki vazgeçmişlik bile canımı yakıyor artık. Ciğerine çektiği derin bir nefesten sonra, gırtlakta yankılanan acı bir ses; yarı ağlıyor, yarı gülüyor. Makamını bilmediğim bir şarkı gibi.. Senin gibi.. Söylesene bana, ben nerede hata yaptım ?

Gittikçe yalnızlaşıyorum biliyor musun ? "Olan" la, "Olması gereken" arasında sıkıştım kaldım. Bir sen vardın oysa. Tutsan belki düşmeyecektim. O küçücük ama dokundukça büyüyen öpülesi ellerin, kocaman bir ağırlığı ayağa kaldırmaya yetecekti belki de. 
Ama bıraktın, artık geri dönemezsin. Bir sabah uyandığında, hiçbirşey olmamış gibi, vazgeçtiğin hayalleri geri isteyemezsin. Çünkü insansın, dahası masum değilsin. Ve içgüdün böyle; hep en yakınındakini öldürürsün. Çünkü bilirsin, şimdi sen onu öldürmezsen, bir gün gelip o seni öldürecek.

"Yani.." diyorum, yaşamak için, içindeki sevgiyi yok ettin. Yani arkanda kalan herşeyi öldürdün. Yani katilim bu kez sensin. Bir tarafta sevdiğim kadın, diğer tarafta ölüm meleğim. İkisi de aynı kişi.. Ne garip !

Oysa ben, kendimi hep bu hikayenin kahramanı sanmıştım. Hani kahramanlar hiç ölmez ve hep mutlu sonla biter ya hikayeleri.. Öyle değilmiş meğer. Bir başkasının hikayesinde rolünün gelmesini bekleyen, iki bilemedin üç repliği olan bir figüranmışım.. Ne kadar yazık !
Aslında iki tür insan var : "Gidenler" ve "Kalanlar". Kendi hikayesini yazamayan ya da başkasının hikayesinde yaşayan ikisini de yapamaz. Tam ortada durur. Karar veremez çünkü.. Ve her iki tarafa da bakar. Yönünü kaybetmiştir; neresi geçmiş, neresi gelecek belli değil. Biz hangi taraftayız dersin ?

En zoru bu galiba, "kalan" olmak yani. Artık kimin arkasından ağlayacak ya da mendil sallayacaksan. Sonrası zaten kocaman bir hayal kırıklığı, bir o kadar da mutsuzluk. Hangisi daha gerçek sen söyle şimdi : "Olmak mı, Olmamak mı", "Kabullenmek mi, Vazgeçmek mi", "Sen mi, Ben mi" ?  Ya da dur !.. Cevap verme. Karşılığı olmayan soruların cevabı da olmaz, öğrendim...

Ama biliyor musun, o hayalin kırıkları artık canımı çok acıtıyor...