Cuma, Mart 30, 2012

Onikiye Beş Kala...

Adı seninle başlayan her yolculuğa çıkabilirim. Gözlerim kapalı kilometrelerce yolu katedebilirim senin için. Üstelik ne kadar süreceğini bilmeden, sonunu hiç düşünmeden. Oysa evcimen bir adamımdır, yolculukları da hiç sevmem. Ya da ne bileyim; içinde senin adın geçen herhangi bir romanı, bir nefeste okuyabilirim. Yazım diline, kaç sayfa olduğuna, kimin yazdığına bakmadan hem de. Çevirdiğim her sayfada seni ararım, okuduğum her cümlede seni solurum içime. Oysa sıkınıtılı bir adamımdır, roman okumayı da hiç sevmem. Ama konu ayrılık oldumu, herşey değişiyor. Hırçınlaşıyorum. Hakim olamıyorum ruhuma, bedenime. Bazen Sezar gibi hissediyorum, "Sen de mi Brütüs ?" demek geliyor içimden; Bazen de Brütüs'e benzetiyorum "Şimdi öldürmeyi başarırsam, özgür olacağım" diyorum kendi kendime. Gel gör ki, ikisi de eksik kalıyor. Çünkü hayatın da bir dengesi var. Birinden birinin zamansız gidişi, o dengeyi bozuyor sanki. Tek kaldıktan sonra özgür olsan ne olur, olmasan ne olur ?

Bu artık
sonuncu sen yoksun…
şehir yok,
deniz yok,
martılar yok,
sen yoksun..

Oysa beni sana getirecek yolu bulmuştum. Keşfetmesi belki uzun zamanımı aldı, ama gerçekten bulmuştum. Sadece aceleci davranmayıp, biraz daha sabretmen gerekiyordu. Neden gitmemi istedin ki ? Seni sevdiğime inanman için mutlaka ve mutlaka ölmem mi gerekiyordu ? Bak, şimdi kanımla canımla senin için açtığım bu yoldan geri dönmek, senden vazgeçmek zorunda kalıyorum. Ve bu ne kadar zor geliyor, yüreğimi nasıl sızlatıyor bilemezsin..  

gemiler yok,
gökyüzü yok,
yıldızlar yok
ve sen yoksun..

Kendimi bir garip hissettim şimdi. Kalbim bir volkan oldu, patladı patlayacak sanki. Çocukken de böyle olurdu. O zamanlar, -babam muvazzaf asker-  üç/dört yılda bir tayinle bir şehirden bir başka şehire göç ederdik. Bir yerde uzun süre kalamazdık, bu yüzden yerleşik bir düzene geçemezdik. Sürekli görüşülen dostlar, elimize doğan bebekler, akşam beş çayının paylaşıldığı komşular, askere giden abiler, evlenen ablalar, okulu bitiren kuzenler, bayramda el öpmeye gidilen teyzeler.. hepsi bizim için hayaldi. Daha o zaman, çocuk aklımla bile hiçbir mutluluğun sonsuza kadar sürmeyeceğini anlamıştım. Çünkü elimde ne varsa kaybediyordum. İki üç yıl yaşadığım ev, anılarla dolu odam, mahallem, okulum, öğretmenlerim, arkadaşlarım.. ait olduğum ne varsa bir bir avuçlarımın arasından kayıp gidiyordu. Kayboluyordum.

fırtına,
dalgalar,
lodos yok
ve sen yine yoksun..

Eşyalar ilk toplanmaya başladığı sıralarda anlamazdım ama, bir sabah yük kamyonu kapıya gelip koliler taşınmaya başladığında sancılar başlardı bende. Hele hele ayrılık vakti gelip çattığında daha bir dayanılmaz olurdu. Vedaları sevmezdim, tutamazdım çünkü kendimi. Ağlarken kimsenin görmesini de istemezdim. Bir an önce arabanın arka koltuğuna saklanırdım. Sonrası malum, veda seramonisi biter; herkes arabaya biner; seni uğurlamaya gelen komşulardan biri ardından bir kova su döker : 
"Tez yoldan kazasız belasız gidin ve dönün".   
Oysa ki, o da bilir suyu dökerken, gidenlerin bir daha dönmeyeceğini.

Tek tanık
belki de bu şehir
- ama sessiz -
ve belki de o da yok ;
hiç varolmadı
ya da hiç yaşamadı,
yalnızca bir düştü
ya da bir isim..
Yüzlerce anlam yüklenen
yalnız bir şehir,
anıların biriktirildiği
siyah beyaz fotoğraflar gibi,
senin gibi.

Bir daha hiç görmeyeceğini bildiğin birine "görüşürüz" diyerek sarılmak, ne zordur kimse bilmez; ama ben iyi bilirim. Kaderin oyununa bak ki, yıllar sonra bugün, yine aynı yerdeyim. Gitme saati yaklaştıkça karıncalanıyor içim. Saklanmak istiyorum gizliden gizliye. Bazen "veda etmeden gitsem" diyorum; "belki kızar, küser ama nasılsa çabuk unutur". Bazen de "gitme" diye telkin ediyorum kendi kendime. Uzak dahi olsan ya da hiç görmesem yüzünü, varlığın bile yeter gibi geliyor; duruyorum.

Kimbilir belki de
terkedeceğim bu şehri,
-hem de öleceğimi bile bile-
ve sen yine olmayacaksın..

Sevgi kaf dağının ucunda,
aşk zümrüt-ü anka kuşunun kanadında,
ben adını bilmediğim bir uzakta,
ve şehir sular altına gömülüp
yasını tutarken yitirdiklerinin;
sen,
sonuncu kez olmayacaksın…
Elveda…

Çocukluğumdaki tahta kılıç, kağıttan kayık ve ağaç dallarına takılıp yırtılan uçurtmayı saymazsak, hiç birşeyim olmadı benim. Bir sen vardın..




Salı, Mart 20, 2012

Onikiye Beş Kala...


Genelde çalışkan bir adamımdır, fakat tembellik yapmak arada iyi geliyor bana da. Mesela bir süredir yazmıyorum ya, nasıl keyifli nasıl keyifli anlatamam. Herşeyden uzağım. Düşünmüyorum. Hayal etmiyorum. Beklenti içine girmiyorum. Okumuyorum. İzlemiyorum. Yorum yapmıyorum. Huysuzlanmıyorum. Suyun üstünde yüzen gelincik misali, akıntı nereye, ben oraya.. Gerçi bunun da bir dezavantajı var; uzaklaştığın her ne ise onun yerini abuk bir sürü şey dolduruyor, ama olsun -en azından şimdilik- şikayet etmiyorum.

Saat gecenin bir otuzu
İkibin onikinin şubatı
ve salı..
Eşyalar dağınık,
Elbise askılığı aynı yerde,
balkonun kapısı açık,
radyoda muhayyer kürdi bir beste;
"ne çıkar bahtımızda ayrılık varsa yarın",
Nazım’ın şiiri duvarda
- o da çok yorgun -
kültablası yatakta
ve sigaradan iki nefes daha kaldı.
  
Sonunda söylediğimi yaptım ve sustum. Bunun da bir bedeli var elbet. Çünkü susunca; hayatla ilgili bütün bağlar -bir anlamda- kopuyor. Yakınında-uzağında kimseyi barındırmak istemiyorsun. Kelimeler dilinin ucuna kadar geliyor ama, söyleyecek kimsen olmadığı için hepsi boğazında düğümlenip kalıyor. O eğilmez bükülmez tarafın yıkıcı, kırıcı olmaktan korkuyor. "Ben bu adam değilim" desen bile, içindeki şiddet durmak bilmiyor; nefessiz kalana kadar koşup uzaklaşıyorsun. Böyle bir durumda bile koruma altına aldığın kendin değilsin yine, başkaları. Kaçmanın bedeli daha ağır; Yaşamıyorsun.. Yaşamayınca, yazamıyorsun.. Yazamayınca; hayatın, hayallerin, ailen, dostların, sevdiğin kadın.. ve seni anlamlandıran her ne varsa toz olup avuçlarının arasından rüzgara karışıp gidiyor.

Hep hüzün kokar böyle geceler;
yalnız, isteksiz…
Sanki yaşam bize ait değildir de
ödünç verilmiştir birileri tarafından,
"al yaşa" diye;
ya da sürgün verilmiştir gönüle
yürek sessiz, gözler sessiz
ve eller çizememiştir beklediği sevgiliyi.

İhtimal ki, bundan sonra bir ya da bilemedin iki kez daha karşılaşacağız - o da kimbilir hangi sebepten, belki de zorunluluktan..-. Sonra sırasıyla telefonlar seyrekleşecek, yerini kısa kısa mesajlar alacak. Samimiyet sahte gülüşlere, hal hatır sormalara bırakacak yerini.. derken bir gün bakacağız ki, yokuz ve kaybolmuşuz. Ne elin o ahizeye gidecek, ne merak edeceksin, ne artık eskisi gibi aklından geçeceğim, ne de ismimi hatırlayacaksın sonunda. Bilinç hergün biraz daha örtecek üstümü, biraz daha duvarlarını örecek etrafıma, ve yüzüm de hafızandan silinecek zamanla.

Ve bitip tükenmez böyle geceler,
ağlarız tek, güleriz tek…
Kimin umurunda
gölgen varmış, yokmuş
sevmişsin, terkedilmişsin,
kim görmüş, kim duymuş ki
bugüne kadar ?
Yıldızları gökyüzünden
indirmişler indirmesine
saçacaklarına yere göğe,
inadına kalplerine gömmüşler
ve üzerine yıldızlar yağsın deyip
ellerinde bir avuç toprakla
hikayeler anlatmışlar
Kerem ile Aslı,
Ferhat ile Şirin üzerine.

Hayatına giren üçüncü tekil şahıslarla avunmaya çalışacaksın. Olmaz ya, birgün her ikimizi de tanıyan biriyle sohbet ederken "o ne yapıyor" diye sorarsa, suçluluk duygusuyla karışık "bilmem, iyidir herhalde, ben de uzun süredir görmüyorum" diyeceksin. Belki o an, geçmişe ait bir kaç kare gelecek gözlerinin önüne, belki birkaç damla süzülücek yanaklarından.. Ne bileyim belki de bana dair birşey hatırlayıp gülümseyeceksin. Ama her ne olursa olsun dönmeyeceksin ve sen de susmak zorunda kalacaksın -en az herkes gibi-.

En sonunda; gökyüzünde kanat çırpan beyaz güvercinin, bir avcı tüfeğinin namlusundan çıkan serseri bir kurşuna teslim olması gibi, özgürlüğümüzü başkalarının avuçlarına bırakacağız. Ve birbirimizden ayrı yaşayıp, birbirimizden habersiz öleceğiz.

Ve bıkmadan, usanmadan
sahiplenmişiz böyle geceleri,
bazen sevgilimizle,
bazen yalnız,
bazen yazarak,
bazen bekleyerek
süslemişiz onu,
gözümüz kapıda, kulağımız telefonda…
Ve değerini bilmemişiz
yitip gidenlerin,
kalanlarsa yetmemiş
dört işlemi yapmaya,
gözyaşlarımız kurumamış,
yalnızlığımızla kalakalmışız
hayatın tam ortasında.

Ayrılıkları ve ölümleri sevemedim. "Kim sever ki ?" diyeceksin şimdi, biliyorum kimse sevmez. Ama ben hiç sevmem. Çünkü bilirim ki herkes zamanla herşeye alışır, ben alışamam. Herkes içinde bulunduğu her türlü duruma uyum sağlar, ben sağlayamam. Herkes yaşadığı herşeyi -en sevdiği dahil- unutur, ben unutamam. Çünkü alıştığım an ben "ben" olamam; Uyum sağladığım gün "özgür" kalamam; Unuttuğum gün sen de "sen" olamazsın ve hayata ihanet etmiş sayarım kendimi. İşte bu yüzdendir yazdıklarım. Ola ki bir gün hafızam zamana yenik düşerse, okuyup hatırlayım diye..

Yüreğimiz kayalara oturmuş
batık bir gemi şimdi,
sessizliğimizse büyük bir çığlık.
Şiirler anlatmış
şarkılar söz vermiş
ve kanamış içimiz
acımış böyle gecelerde.

Herkes kolay sanıyor veda etmeyi, ama değil. Bakma bana, yazdığım için kolaymış gibi geliyor. Ne yalan söyleyim, daha aklımdan düşünce olarak geçerken bile yüzüm kızarıyor, içim daralıyor. Cümleler nasıl geliyor, nasıl yazıya dökülüyorlar, orasını hiç sorma!. İnsanın sevdiğine "gidiyorum" demesi çok zormuş. Acaba diyorum, duman ateşinden uzaklaşırken ne düşünür; Özlem mi, özgürlük mü ?

Bir başka gece,
İkibin onikinin martı
ve pazartesi..
Eşyalar yine dağınık,
Elbise askılığı aynı yerde,
balkonun kapısı bu kez kapalı,
radyoda rast bir beste;
"sen gözlerimde bir renk",
Nazım’ın şiiri duvarda
- o da çok yorgun, ben de -
kültablası yine yatakta
gecelerdir tüten son bir sigara
ve bir gece daha bitti…











Perşembe, Mart 08, 2012

Onikiye Beş Kala...


Hepsi bir yana, insan küçük de olsa bir cesaret kıvılcımına ihtiyaç duyuyor bazen, ne yalan söyleyim..  Ben ki; uzun zaman öğretmenlik yaptım, bu kadar çocuk yetiştirdim, topluluklar önünde dersler verdim, onlarca söyleşiye katıldım; konu sen olunca duraksıyorum. Elim kolum bağlı oturup, aramanı ya da birşeyler söylemeni bekliyorum. Bir gün haber çıkmasa, meraklanmaya başlıyorum. Aklıma türlü türlü senaryolar geliyor. Hepsi için ayrı ayrı sorular üretip, hepsini tek tek çürütürken buluyorum kendimi. Sonra bir an nefeslenip, toparlanmaya çalışıyorum.. Derken “Kendine gel ! Sen onun için yalnızca telefonun öbür tarafındaki bir sessin, birşey isterse yardım edersin, istemezse hiç birşeysin” cümlesi bir tokat gibi patlıyor yüzümde; parçalanıyorum. Ne kadar kötü değil mi ?

İşte hayatın gerçek yüzü dedikleri bu olsa gerek. Hayal ettiklerinle, yaşadıkların herhangi bir düzlemde buluşamıyor. Korktuğun her ne ise, başına gelen de o her defasında. Şans mı, şanssızlık mı; ben de bilmiyorum şimdi. Ama bildiğim birşey var ki; zaman, susmak zamanı...

Bazen sussam diyorum,
Sussam ve hiç konuşmasam.
Karışmasam mesela;
Bir kezde görmesem,
Ya da görmezden gelsem.

"Öyle miyim ?" sorusuna hali hazırda bir cevap gelmediğine göre tek suskun ben değilim. Beklenti demeyelimde, hazırlıksız yakalanılan bir sessizlik oldu. Yani bu durumdan çıkması gereken sonuç: Yalnızmışım. Bunda bir kötülük yok biliyorum, korkma ! Sırf iyi insan olduğumuz için hayatımızdaki boşlukları, hayal ettiklerimiz dolduracak diye bir kural yok. Mutsuz olmak da var serde, yalnız kalmak da.. Zaten bir bu yalnızlık edebiyatını, bir de yarım kalmış hikayeleri sevemedim ben.. İkisi de birbirinden kötü yahu. Bir tarafları hep eksik.  

Geçen akşam çok sevdiğim bir dostum şöyle birşey söyledi; "Eskiden senin hikayelerini okurken heyecan duyuyordum ve hakikaten seviyordum. Hala okuyorum ama artık eskisi gibi sevmiyorum. Sonlarının mutsuz bitmesi beni rahatsız ediyor..". Ben de "Yazmak için yaşamak gerekir" dedim. Aradakileri atlayarak geçiyorum, zaten çok da ikna edici bir konuşma olduğunu söyleyemem. Herneyse; "Bir kere de.." dedi, "Sonu mutlu biten bir hikaye yaz be oğlum".. Oysa bilmediği birşey vardı; ben bu hikayeye, uzun zamandır olmadığım kadar "mutlu son" düşüncesiyle başlamıştım. Bütün eksiklerimi son bir öyküyle tamamlayacaktım sözümona. Son kurduğum cümle şöyleydi : "Eğer bir kere gözlerimin içine daha dikkatli bakıp, orada ne olduğunu görseydi, bu hikayenin sonu farklı bitecekti".  

Dahil olmasam insanların hayatlarına,
Ötelesem, bıraksam, sahiplenmesem.
Ya da anlatmasam uzun uzun;
Ben yorulmasam, onlar sıkılmasa...

Hikaye anlatıcalarının işi zor. Çünkü anlattıklarının hem içinde olmaları, hem de dışında kalmaları gerekiyor. Çok ince bir çizgi bu. Bir ip canbazı ustalığıyla yürüyüp, dengeni kaybetmemelisin. Diğer yandan her hikayenin bir sonu var, her hikaye anlatıcısının da.. Gariptir, genelde hayatımdan çıkarmak istediğim insanlar için "onun gitme zamanı gelmiş" derdim; şimdi aynı cümleyi -istemesem de- kendim için kuruyorum.  Gitme zamanım gelmiş. Yani ufak ufak toparlanmaya ve geride kalanlara veda notları yazmaya başlamalı artık.

Birşey söylemesem kimseye,
Uyarmasam, geride kalsam.
Onlar da söylediklerimle değil,
Söylemediklerimle yaşasa...

Her insanın bir kırılma noktası var. Geldiği yere, artık geri dönemeyeceğini anladığı an. Göğüsün ortasına tam onikiden saplanan ama vücudun sıcaklığıyla ilk anda hissedilmeyen kurşun gibi. Önce farkına varma; sonra sendeleme, sonra düşme.. Ve nihayet çizginin diğer tarafındasın. Başlarda herşey flu, ölmüş gibi hissediyorsun ya da birazdan ölecekmişsin gibi geliyor. O film şeridi -kısmen de olsa- geçiyor gözlerinin önünden. Sonra birden soğuk kaplayıveriyor tüm bedenini, ürperiyorsun. "Tamam" diyorsun kendi kendine, "Bu son"; artık bütün yazacakların ve söyleyeceklerin tükendi.

Özen göstermesem yazdıklarıma,
Onlarca kez düzeltmesem.
Olduğu gibi bıraksam,
Hatta belki, hiç yazmasam.
Acımasam, acıtmasam, ağlatmasam...

Ölmüyorsun tabi, ancak çok da fazla seçeneğin kalmıyor elinde. Çünkü çizginin öte yanında hayat buradaki gibi değil, aynı kurallarla işlemiyor. İki seçeneğin var: Ya duracaksın, öyle sessiz, hareketsiz ya da hiç birşey olmamış gibi yoluna devam edeceksin. Bak, ne korku kaldı, ne beklenti, ne ayrılık, ne terkedilmek, ne de pişmanlık. Neredeyse tercih hakkın bile yok. Çoğu kaldığı yerden devam etmek ister; bilir ki dünya döndüğü sürece durmak mümkün değil; tercihini -eskisi gibi olmasa bile- yaşamaktan yana kullanır. Bazıları da herşeyden vazgeçip, susmayı seçer. 

Sevmesem mesela,
Ya da hiç farkettirmesem.
Kaçmasam, kovalamasam;
Aramasam, sormasam, düşünmesem.
Unutsam sonra,
Olmamış gibi davransam,
Yaşanmamış saysam,
Hatırlamasam...

Kalbimin derinliklerinde ince bir sızı var şimdi, ne yalan söyleyim. Gitmek zor geliyor. Kimseye anlatamıyorum. Hani insanlar bazen söyleyeceği pek çok şey varken susmak zorunda kalır ya, işte öyle. O da yanlız olduğum zamanlarda açık kolluyor sanki. Ne kadar saklanmaya çalışsam da nafile, aralık bulduğu ilk kapıdan girip kapanmaya yüz tutmuş bir yarayı tekrar için için sızlatmaya başlıyor. Öyle bir sızı ki; çok keskin, çok yaralayıcı. Bakıp da görememek, dinleyip de duyamamak, uzanıp da tutamamak, arayıp da bulamamak belki de kaybolmak gibi zamanın içinde.

Bazen diyorum ki kendi kendime;
İnsanın kaderi, hep aynı çukura düşmekse;
Ve yalnızlığın anadiliyse susmak..
O halde susalım;
Susalım ve hiç konuşmayalım...





Perşembe, Mart 01, 2012

Onikiye Beş Kala...

Hani genelde Kara Murat filmlerinde olur; bir köyde saklanırken bizans askerleri baskın yapar. Bütün ahaliyi meydana toplayıp; "Söyleyin hanginiz Kara Murat ? Söylemezseniz hepinizin canını alacağız" türünden bir cümle kurarlar. Köylülerde ele vermemek için tek tek bir adım öne çıkıp "Benim Kara Murat", "Kara Murat benim" derler ya. Haliyle insan bu kadar türk filmi izledikten sonra "Haydi bunun cevabını da sen ver; Öyle miyim ?.." diye sorduğunda bir karşılık bekliyor. Aksini düşünmek elde değil.. Örneğin; o en çok sevdiğin, en çok değer verdiğin ortaya çıksa; bir not yazsa, "Değilsin" dese... Fena mı olurdu ?  

İnsanın beklenti içinde olması ne kadar kötü değil mi ? Yazarken bile karşıdan gelecek tepkinin olumsuz olma ihtimalini düşünmüyor. Hep bir umut var içinde. Bu yüzden birşeyi isterken ya da dilerken kendilerini bekleyen muhtemel "mutsuz son" dan habersizmiş gibi davranmayı tercih ediyorlar. Böylesi daha rahatlatıyor belki. Oysa hayatın herhangi bir yerinde, sıradan bir durum için bile hesap yaparken aldığın riskin "% 50 = % 50" olduğunu bilirsin. İyi, kötü diye sınıflandırmıyorum, çünkü belli ki hepsini ayakta tutan duygu bu. Ama ya bir gün "Öyle miyim ?.." diye sorduğunda, cevap "Evet, öylesin..." olursa ? Söylenecek hiçbir şey yok, hayal kırıklığından başka.. Çaresiz toparlanıp gideceksin -ki benim de payıma düşen bu galiba..

Yani, o ağaç dalında asılı salıncağa isteyerek binmek de var; korkarak inmek de; düşüp ölmek de... "Salıncaktan düşerek de ölünür mü ?" deme; ben çok düştüm, acısını iyi bilirim. O yüzden birinin ağzından "yalnız değilsin" cümlesini duymak, hayata hiç bırakmamacasına tutunmak isteyen herhangi biri için bile çok önemli..

"Siz hiç birini ölesiye sevdiniz mi ?
Canınız pahasına ama..
Bedeli ne olursa olsun..
Sabrederek..

Bekleyerek..
Bir gün geleceğini hayal ederek..
Sonunda acı çekeceğini bilsen de,
Uğrunda her şeyden vazgeçerek..."

Uzun zamandır bir ıssızlık var içimde. Yaşadığım herşey aynılaşmaya başladı. Sabah kalkış saatiyle başlayan koşuşturma, hiç durmaksızın sürüyor. Gün ve saat bilincimi kaybettim. Şu cümleyi yazarken bile hangi gündeyiz, saat kaç bilmiyorum. Zaten kol saati taşımayı bıraktım, gazete okumayı da.. Televizyon izlemeyeli sanki asır geçti. Haftabaşı toplantılarından dolayı bir pazartesilerin farkındayım, bir de cumartesilerin. Her sabah aynı saatte kalkıyorum ama işe hangi yoldan ve nasıl gittiğimi hatırlamıyorum; günde onlarca telefona cevap veriyorum ama akşam olduğunda aklımda bir tanesi bile kalmıyor; aynı anda 3-4 proje üzerinde çalışıyorum, -herkes halinden oldukça memnun- bence çoğu eksik. Çünkü hiçbirine yeterli ilgiyi gösteremiyorum. Ganj nehrinin durgun sularında yıkanır gibi, oluruna terkediyorum artık herşeyi. Her suya batış ve çıkışta elimde ne varsa; sonları okunmuş, sayfaları eksik, yarım kalmış, bütün hikayeleri akıntıya bırakıyorum.

" Bir sözüyle günlerce mutsuz olup,
Bir sözüyle havalarda uçarak..
Birlikte geçirmediğin
her dakikadan pişmanlık duyarak..
Hiç hesap yapmadan, hiç korkmadan,
Belki bir çocuk gibi,
kendini onun kollarına bırakarak.. "

Gerçi kocaman bir hayatı paramparça etmeyi başarmış ve yaşadığı herşeyi ardında bırakıp kaçan bir adamdan başka ne beklenebilir, o da ayrı bir konu tabi. Bunların içinde bir tek sen varsın, aklımın ve kalbimin tamamlayabildiği. İlginçtir; konu sen olunca, elimde ne varsa bırakıyorum. İş olmuş, olmamış, yarım kalmış, telefon gelmiş, birisi birşey sormuş.. dünya yansa umurumda değil. Mesela gün boyu en düzenli yaptığım işlerden biri, seni düşünmek. Ne yalan söyleyim, her defasında da elim telefona gidiyor. Çünkü biliyorum ki, o an seninle konuşursam günümün kötü geçme olasılığı yok. Nasıl bir mutluluktur anlatamam. Ama duruyorum, arayamıyorum. Doğru zamanı tutturmayı bir türlü beceremediğim için rahatsızlık vermeme duygusu ağır basıyor. Ya da diyelim ki -bir cesaret- aradım, telefon açılmazsa daha kötü hissediyorum; vazgeçiyorum. Vazgeçiyorum, özlüyorum. Ve özlemek daha çok yoruyor..

"Bir gülümsemenin ne kadar değerli,
Bir bakışın ne derece yakıcı,
Bir dokunuşun ne denli sıcak
Ve dudaklardan dökülen tek bir cümlenin
insanın içini nasıl bu derece ısıttığı duygusunu,
damarlarınızda akan her damla kanda
buram buram hissettiniz mi ?" 

Bugünlerde gerçekten çok yorgun hissediyorum kendimi. Düşünmesi, karar vermesi, uygulaması zor geliyor. Tembellik yapıyorum, olabildiğince erteliyorum elimdekileri; sabah uyanmak için kurduğum saat gibi. O da her sabah sekizonbeşte çalıyor ama, duyan kim ? Bir taraftan herşeye rahatça bir mazaret bulup, sözümona kendimi rahatlatıyorum. Sonuç haliyle öyle olmuyor tabi; rahatlamak isterken dolup dolup taşıyorum. İçeriden birşeyler sürekli dürtüyor sanki, sürekli sorumluluklarımı, yapmam/yapmamam; söylemem/söylememem; uzak/yakın durmam; görmem/görmemem; sevmem/sevmemem; gizlemem/gizlememem gerekenleri hiç durmadan kulağıma fısıldıyor. Boğulur gibi oluyorum ve fünyesi çekilmiş bir bomba gibi dolaşıyorum ortalıkta. Bakma sakin göründüğüme, içimde bir fırtına koptuğunda, dalga kıranlar bile durduramıyor öfkemi. İşte ara ara kaybolmamın nedeni bu. O bombanın herhangi bir şekilde, senin yakınında bir yerde patlamasını istemiyorum. Artık koruma içgüdüsü mü dersin, endişe duymak mı, kanatlarının altına almak mı, bilemiyorum.. Ama bana sorarsan, birini sevmenin en yalın hali.. Uzaktan ve sessizce..

"Siz hiç,
birinin gözlerine
her baktığınızda
kendinizi gördünüz mü ?
Siz hiç, birini ölesiye sevdiniz mi ?"

Ben sevdim.