Cuma, Aralık 29, 2006

Sıradan Notlar I

Yeni yıl geldi kapıya dayandı sonunda.. Ha, kimin için ne kadar önemlidir bilmem ne kadar umurumda olduğu da başka bir tartışma konusudur. Hani 17 yaşını henüz bitiren ve reşit olup büyüdüğünü sanan, dahası bu sayede giriş yapamadığı pekçok yere serbestçe dalabilecek genç arkadaşlarım için önemli olabilir. Ama örneğin 79 yaşını bitirip 80'e basacak olan bir hanımefendi ya da beyefendi için önemi aynı mıdır acaba ?? Bu da ayrı bir merak konusudur zannımca.. Bir de Kurban Bayramıyla aynı güne gelme mevzuusu vardır -ki bence yanına hiç uğramadan geçelim.. Yok efendim hıristiyan geleneğidir, noel baba diye birşey yoktur hikayesiyle başlar "sen müslüman değil misin?" sorusuyla biter.. Hoş değil tabi..

Herneyse, kim nasıl görmek/yaşamak/hissetmek ya da hangi iyi dileği yanına alıp gitmek isterse hepsinde varım. İyi bayramlar - İyi yıllar.. Bugüne kadar hiç olmadığınız kadar mutlu olun ve öyle de kalın hatta öyle de yaşayın...
Sevgiler.

Salı, Aralık 19, 2006

Seyirdışı Notlar XIV

Bulunmam gereken nokta tam olarak burası mı, hiçbir fikrim yok ! Yaptığım herneyse doğru mu ya da ne kadar doğru bilmiyorum. Dahası içimdeki fırtınayı dindiremiyorum. Yanlış giden birşeyler var farkındayım ama farkındalık yetmiyor. Sadece başka insanların hayatlarına tanık oluyormuş gibi davranıp, bir anlamda kendimden sıyrılıp, sanki benim hayatım değilmiş gibi yaşıyor ve bununla yetiniyorum. Sonunda Anton Çehov karakterlerine benzemeye başladım galiba...  

Çarşamba, Aralık 13, 2006

Kaptanın Seyir Defteri; Yıldız Tarihi...

Sana, seni sevdiğimi hiç söyleyemedim. Affet Sevmediğimden değil.. Korkudan.. Bağlanmaktan belki, belki bağlayıcı olmaktan. Belki de emin değildim, kimbilir. Birinin beni sevebileceği ya da benim birini sevebileceği düşüncesine uzaktım. Her şey için çok geç.

“Yollarımız burada ayrılıyor
Artık birbirimize iki yabancıyız
Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Her şeyi, evet her şeyi unutmalıyız..”

Tanıştığımız günü hatırlıyor musun ? Sıkıntılı bir Pazar’dı. Yağmur boşalıyordu gökyüzünden. Herkesin saklanmak için telaşla sağa-sola koşuşturduğu günlerden biriydi. Bir sundurmanın altına sığınmış, yağmura değil ama gözyaşlarına boğulmuş genç bir kadındın. Önce farketmemiştim ağladığını, ne garip. Oysa böyle kareleri kaçırmam. Çok sonra sesin ele vermişti kendini. Ve ilk diyalog :

- İyi misiniz ?
- Sana ne be! İyiysem iyiyim, kötüysem kötü..

Ne başlangıç ama ! Çarpılmıştım. Beklediğim cevap bu değildi. Sanırım senin de beklediğin soru bu değildi ya da beklediğin kişi ben değildim. O anda yerimde başkasının olması gerekiyordu. Ama belli ki gitmişti, yoktu.. Nasıl bir cevap vermem gerektiğini bilmiyordum hatta cevap vermeli miydim ? Suskun kalmak en iyisi gibi görünse de içim içime sığmıyordu, yerimde duramıyordum. Sessizliğim uzun sürmedi. Hiçbirşey olmamış gibi konuşmaya devam ettim :


- İyi değilsiniz siz..
- Aferin sana nerden bildin ?

Böylesine saçma bir diyalogdan kocaman bir aşk doğacağını kim bilebilirdi ki ? Olsa olsa bir türk filmi ya da adını bile bilmediğim bir romanın kahramanları bu şekilde konuşabilir, davranabilirdi. Sonrası malum, yağmurdan kaçaklarının sığındığı bir café, birlikte içilen sıcak bir fincan çikolata, kaçamak bakışlar, ev telefonları, cep telefonları vesaire… Bak şimdi neredeyiz !

“…Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız…”

Bizim hikayemiz biraz garipti : Koskocaman bir yalanın içinde yaşıyorduk, işin kötü tarafı bunun farkındaydık. Çektiğimiz bütün acıların nedenini biliyorduk ancak kendimize bile itiraf edemiyorduk. Farkındalık beraberinde ait olmamayı getiriyor ve yaşadığımız ya da tanık olduğumuz herşeyde bir adım daha geri gidiyor, biraz daha kabuğumuza çekilip, biraz daha kayboluyorduk. “Olması gereken” çok uzaklardan geçen bir yelkenliydi ve biz sadece el sallayabiliyorduk.“Olan”ı değiştirmeye gücümüz yetmiyor, kabullenmekle yetinmek zorunda kalıyorduk. Bu da beraberinde vazgeçmeyi getiriyordu; vazgeçiyorduk…

“Kabuğunu koparmadan
ne bir elmayı soyabildim
ne de iyileştirebildim bir yaramı
ama karşıma çıkınca
kızmadım hiç elma kurduna
bendim çünkü bıçağı saplayan
onun yurduna..."