Salı, Haziran 19, 2012

Onikiye Beş Kala...


Herşey yüz değiştiriyor, farklılaşıyor zamanla. Ayağının altındaki zemin kayıyor. Bir süre sonra boşluğa basmaya, olmayan bir köşeye tutunmaya çalışıyorsun. "-mış" gibi hikayesi böyle başlıyor işte. Sevdiğin var ama, yokmuş; suçlu var ama, yokmuş; tutuyorsun ama, yokmuş; sarılıyorsun ama, yokmuş; hayal kuruyorsun ama, yokmuş; muş.. muş.. muş... Sonu gelmiyor bir türlü. Gerçek olanla, olmayan yer değiştiriyor sürekli. Böyle olunca kelimeler gerçek anlamlarını, kavramlar değerlerini yitirmeye başlıyor. Mesela ben seni çok seviyorum ya, meğerse sevmiyormuşum; öyleymiş gibi yapıyormuşum.. Seven birinin sevmiyormuş gibi yapması bir yere kadar kabul edilebilir bir düşünce olabilir; ancak hiç sevmeyen birinin seviyormuş gibi yapması kadar da rezil bir durum yok galiba. Herneyse, ikisi de bana göre değil, ayrıca "-mış gibi yapma" hikayelerinden de nefret ediyorum.

Hasan Hüseyin Korkmazgil'in "Acılara Tutunmak" şiirini okumuş muydun ? "Aramakmış oysa sevmek; özlemekmiş oysa sevmek...Yalanmış hepsi yalan; sevmek diye birşey vardı; sevmek diye birşey yokmuş.." Bendeki izi derindir. "Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de".. Ama ya acılarımız aynı değilse ? Yine özgür olacak mıyız ikimiz de ? 

Zaten başıma ne geldiyse hep bu şiirlerden geldi. Ah Sevinç Hanım, ah ! Neden o ödevi verdin ki bana ?  Bak o zaman açtırdığın sayfa bu yaşa geldim hala kapanmıyor..   

Bugünlerde canım çok sıkılıyor,
Dudaklarımdan iki hece çıkmıyor,
Adını söyleyemiyorum,
Elini tutamıyorum,
Yüzünü göremiyorum.
O kadar yakın
Ve o kadar uzaksın ki...

Diğer yandan, mütemadiyen altı aydır yazıyorum - ki (s)aklımdakiler serisinin son bölümü dahil- bu onaltıncı. O zaman bir başkasında bıraktığım bu yüreği, geri alıp sana vereceğimi söylüyordum ;

"...
Onunla beraber geceleyin yıldızları sayabiliriz hatta hepsine ayrı ayrı isim bile verebiliriz. Olmadı bir gece uykusuz kaldığımızda, aynı gökyüzünün altında gün doğumunu birlikte karşılayabiliriz. Belki bir gün dilimize aynı şarkı dolanır ve “bu bizim şarkımız olsun” diyebiliriz. Dudaklarımızdan tek bir cümle dökülmeden saatlerce birbirimize bakıp yalnızca gözlerimizle konuşabiliriz. En sevdiğimiz filmleri defalarca izleyip, bıkmadan usanmadan aynı yerlerine gülüp, aynı yerlerinde ağlayabiliriz. Hatta belki, her defasında “seni çok seviyorum”la biten kavgalar da edebiliriz..

İyi ol.. Mutlu kal..
Çünkü gidiyorum..
Çünkü senin sandığın bu kalbi, artık bir başkasına teslim ediyorum..
Çünkü birgün biri beni hayallerine ortak edecekse, bu kişi o olsun istiyorum..
Elveda yabancı..
Düşler buraya kadar...
(Saklımdakiler - Son Bölüm)"

Öyle de yaptım zaten, ama senin bunu kabul etmen ya da etmemen değil mesele. Çünkü başlangıç noktasıyla şu an bulunduğumuz yer arasında dünya kadar fark var. Üstelik ikimiz de aynı kişiler değiliz artık, hala dönüşüyoruz. Başlarda hiç aklımdan geçmemişti ne yalan söyleyim. Sen ve ben.. İkimiz.. Birlikte.. Yazarken bile garip geliyor şimdi. Ne olduysa geçen yıl oldu. Hatırlıyor musun, bir gece sana, seni sevdiğimi söylemiştim.. Laf olsun diye değildi işte o.. Gerçekten öyle olduğu içindi. Bir taraftan "Dönüşüyoruz" diyorum ama seni sevmelerim hiç azalmıyor, hiç bitmiyor. Yani evrimi tamamlayamadım henüz. Buna rağmen eksik bir ilişki üzerine bu kadar uzun süre yazmanın şaşkınlığı içindeyim. Hani Turgut Uyar der ya; ''Her şeyden biraz kalır diyordu hayat. Kavanozda biraz kahve, kutuda birkaç sigara, insanda biraz acı''

Ah bir de konuşabilsem, neler söyleyeceğim ama; bombardımana uğramış yıkık, dökük şehirlere döndüğüm için; tutanın elinde kalıyorum ve bir türlü toparlanıp kendime gelemiyorum..

Bazı geceler yalnızlık çöküyor omzuma,
Gemiler, yıldızler derken
Hepsine senin adını veriyorum
Ama sen bilmiyorsun...
Bazen gölgen oluyorum
Hemen yanıbaşında,
Görmüyorsun...
Bazen de ağlıyorum omzunda,
Duymuyorsun...

Travmatik bir durum haliyle. İnsanın kendi etrafına ördüğü duvar ya da içindeki coşkuyu dışarı vurmak isterken ruhunun önüne kurduğu barikatlar gibi.. Ne ileri gidebiliyorum, ne geri. Adını bilmediğim birşey sürekli tutuyor. Oysa hayatın akışına kendini kaptırmak, herşeyi oluruna bırakmak istiyorum, ama ne çare beceremiyorum.. Çünkü o duvar sürekli engelliyor ve içten içe hapsediyor. Geldik en tatsız noktaya; kısır döngü. İstesen de, istemesen de herşeyin aynılaştığı yer. Her yaşadığım gün bir öncekinin benzeri sanki. Ben daha az önce aklımdan geçeni düşünüp devamını getirmeye çalışırken, bir de bakıyorum ki herşey olup bitmiş.. "Gelecek" dediğim şey de "Dün" olmuş. Üstelik kendimi tekrar etmeye başlamışım, tıpkı iğnesi takılmış bir plak gibi... 

O labirentteki fare, peyniri bulmak için hangi kapıya gidiyordu sürekli, dört mü ? Ben hala çıkış yolunu bulamadım da !

Bugünlerde canım sıkıldıkça
Kendimi yollara atıyorum.
Her yüzde seni arıyorum
Ve seni soruyorum her yüze.
Sonra eski aşklar geliyor aklıma,
Siyah – Beyaz ;
Istanbul yeditepe,
Haliç, sandal sefaları vesaire...
Pierre Loti’den bakıyorum bazen
Bazen de Rumeli Hisar’ından
Hem sana, hem İstanbul’a...

Hani amerikan filmlerinde klasikleşmiş bir sahne vardır. Genç kadın ya da adam tam evlerinin kapısına geldiğinde anahtarlarının olmadığını anlarlar.. Ceplerini, çantalarını karıştırırlar bir süre. Sonra akıllarına paspasın altındaki yedek anahtar gelir. Anahtarı oradan alıp, kapıyı açar ve içeri girerler..  İşte kendimi o paspasın altındaki anahtar gibi hissediyorum bir süredir; çantada taşınan asıl anahtar kaybolmadığı sürece, herkesin bir köşede unuttuğu yedek anahtar. Yalnızca birinin başı sıkıştığında aranan, yardım istenen bir obje olmak nasıl kötü bir duygu, anlatamam.. Düşünsene öyle güzel gizlemişler ve öyle güzel unutmuşlar ki, neredeyse yaşadığını bile kendinden başkasının bilmediği bir varlık.. "Olmaz" deme.. Olur..

Düşlediğim, aklımdan geçirdiğim hiçbir şey gerçekleşmiyor. İşte bu yüzden yaşamam gereken ya da hakettiğim hayatı yaşamıyormuşum gibi geliyor. Sanki herşey uçuça eklenmiş, yapıştırma kağıt oyuncaklar gibi. Dokunsam devrilip, parçalanacaklar. Susmamın nedeni de bu. Konuşursam sanki düşecekler; düşerlerse parçalanacaklar; parçalanırlarsa herşeyi kaybedeceğim. Sonrası daha kötü; bir ömür geçse, o parçaları toplayıp tekrar biraraya getirmeye gücüm yetmeyecek.

Bugünlerde canım sıkıldıkça
Gitmek istiyorum.
Içinde sen olan bu şehri
Bırakıp uzaklara gitmek.
Ve görmemek
Ve dönmemek
Ve sevmemek istiyorum gibi birşey,
ama olmuyor...
Bugünlerde canım çok sıkılıyor..

Çok mu dağıttım ?

Peki toparlıyorum o zaman; aslında her birimiz, yaşadığımız bütün anların ve anıların toplamıyız. Tek başına değil hem de, çevremizde tanıdığımız bütün insanlarla birlikte. Ve bu anlar bizim geçmişimizi oluşturuyor. Örneğin en sevdiğimiz insanlar, olaylar, anılar kafamızın içinde bir yerlerde devamlı tekrar ediyor değil mi ? Bizi bir anlamda var eden bu. Diyelim çok sevdiğimiz birini kaybettik, geri dönüşü yok.. Çok da üzülüyoruz..Nasıl ayakta kalıyoruz peki, nasıl sabrediyoruz ? İşte bu anılarla. Düşün ki içlerinden bir ya da birkaç tanesini unuttuk. Olmaz ya hafızamız o kısmı sildi.. Denge bozuluyor değil mi ? Daha düne kadar herkes için tanıdık, bilindik "bir kimse" iken, birden "hiç kimse" oluveriyorsun.. Dağılan parçaları bir araya getirememizin ya da o plağın sürekli takılmasının nedeni bu. Benim gidememin de..

Bu son satırları, artık senden ne yazılı ne de sözlü bir cevap beklemediğimi söylemek için yazıyorum. Hayatında ilk defa birini karşılık beklemeden seven, saçının teline zarar gelse üzülen, aramadığında merak eden, görmediğinde endişelenen, kelimelerin eksik kaldığında tamamlayan, sessizliğe ihtiyacın olduğunda sabırla paylaşan  ve nefes aldığı her dakikanın altmış saniyesine bile seni tek tek sığdırabilen; profesyonel bir hikaye anlatıcısı ve amatör bir şair olarak kabul etmeliyim ki, bu kez yenildim.

Hayal etmek, yaşamın yarısı değilmiş meğer.