Perşembe, Şubat 28, 2013

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Beş)



Hiçbir şey yaşamamıza rağmen, onsuz bir hayat düşünemezdim, rüyalarımda bile onu görürdüm her gece.. Gelecekle ilgili hayallere daldığımda, hep benimle olacakmış gibi gelirdi. Gençlik işte.. Olmadı tabi. Bir gün geldi "Seni çok seviyorum" diye başladı cümleye -benim yüzümde güller açtı-.. Ama mutluluğum o kadar uzun sürmedi ne yazık ki. Çünkü cümlenin devamında "gitmesi gerektiğini, benim çok iyi bir insan olduğumu ve bana layık olmadığını" söylüyordu. İyi değil mi ?

İşte o gün, bugündür benim sihirli cümlem de bu. Gerçi zamanla "Motto" haline geldi, nereden baksan en az onbeş kişi aynı cümleyi kurmuştur. Bu konuda yapacak -en azından benim payıma düşen- pek birşey kalmadı gibi. Gerçi kendimle dalga geçmeyi öğrendim; "Yahu ben ne iyi adammışım da haberim yokmuş" dediğim zamanlar oluyor arada.. Ayrıca hiç küçümsemeyin, hem "İyi" hem de "layık olunamayan" insan sınıfına girmek, sandığınız gibi kolay birşey değil..  Şakası bir yana, şimdilerde daha rahatım. Hiç istemesem de durumu kabullendim. Biraz da profesyonelleştim galiba. Artık "Seni çok seviyorum.. Ama..." diye başlayan cümlelere verdiğim tepkinin bile bir standartı var. Daha cümlenin sonunu beklemeden yerimden doğruluyorum, hemen yanıbaşımdaki sandalyede asılı duran ceketimi ve çantamı toplayıp "Allahaısmarladık" diyorum; "İyi ol ve mutlu kal". Böylece karşımdaki insanların, arka arkaya sıraladığı yalanlardan sıyrılıp, daha fazla yara almadan ve mümkün olduğu kadar sessizce çıkıyorum hayatlarından...


Şimdi "Bu kadar basit birşeyi  öğrenmek için bunca yıl beklenir mi ?" diyeceksiniz, biliyorum.. Beklenmez elbet. Ama ne yapsaydım ? Aylin'in istediği gibi vurup, kırıp, dökse miydim ? Emin olun, o gömlek benim üzerime hiç yakışmazdı. O şekilde "değerli" olmaktansa, şimdiki halimle "değersiz" kalmak çok daha iyi... Bu da benim seçimim.

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim; bizim kuşağın en kalıcı arızası; "Aşk" denilen mereti hep türk filmlerindeki gibi sanmasıdır. O zamanlar feysbuk, twitter yok tabi, tek eğlence sinema.. Sosyalleşmenin tek ölçütü de izlediğin filmler. Çünkü o yılın moda renkleri, duvar kağıdı desenleri, yeni model arabalar, evler, oteller, gece kulüpleri, yazlık kışlık mekanlar, kadın ve erkek giyim modası hep o filmlerden takip edilirdi. Hatta ev gezmelerinde, dost sohbetlerinde bile konu dönüp dolaşır "Ediz Hun - Hülya Koçyiğit" ya da "Filiz Akın - Cüneyt Arkın" filmlerine gelirdi. İzlemeyenler garip bir şekilde ayıplanırdı; çünkü film izlemek üst bir statü aracıydı ve "kültürlü olma" göstergesiydi. Aslında senaryolar basitti; bir tarafta zengin kız-fakir oğlan, diğer tarafta zengin oğlan-fakir kız.. Zengin tarafına bir "kötü karakter", Fakir tarafına da yoksul bir mahalle ve bir-iki tane "akıl danışılan iyi arkadaş" ekle; tamamdır. Bakın sihirli formül şu an ellerinizde.

Oysa çocukluğumuzda öğrettikleri ilk sınıfsal olguydu "davulun bile dengi dengine çaldığı" ama, yine de o filmlerdeki karakterlerin yoksulluğu, toplumsal baskıyı yok sayıp imkansızlıkları aşması hepimizin çok hoşuna giderdi. Sonunda kötüler yenilir, iyiler hep kazanırdı. Hatta filmlerin ekseriyetle kötülerin cezalarını bulduğu sahnelerde, bütün salondaki seyirciler delicesine alkışlarlardı "kötülük yapanın hali böyle olur işte" diye. Sonra sevgililer mutlu sona kavuştuklarında, herkesin sevinç gözyaşları dökülmeye başlardı tek tek. Haliyle bizler de, o filmlerdeki aşkları gerçek sanırdık. Kendimizi film kahramanlarıyla özdeşleştirip benzer bir aşkı yaşamanın hayallerini kurardık. Dedim ya, arıza büyük.


devam edecek.. 

Çarşamba, Şubat 20, 2013

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Dört)



Yine de insan zaman zaman, benim başıma gelenlerle pişmiş tavuğu eşleştirmeye kalksak acaba hangimiz daha çok acı çekmişizdir diye düşünmekten alamıyor kendini.. 

Güzel anıydı ama değil mi ? Durun ama daha bitmedi!..

Bu arada arkadaşlarımdan gelen mesaj trafiğine bakılırsa herkes hikayenin sonunu merak ediyor.. Hemen söyleyeyim; sevgililer gününde ayrılmadık. Ayrılma hikayemiz daha kötü çünkü.. Çok "Atarlı" bir kadındı kulakları çınlasın. Hatta ömrümde ilk kez, karşı cinse karşı bu kadar ince ve nazik olunmaması gerektiği dersini ondan almışımdır. Özet geçiyorum hemen: 

Evdeyiz yine bir gün, bu yine sinirlenmiş birşeye, anlatmıyor ama.. Benimle de bir ilgisi yok belli.. Dört dolanıyor odanın içinde.. Sigara üstüne sigara yakıyor.. Ben de konuşturmaya, sakinleştirmeye çalışıyorum. Umursamıyor bile.. Neyse böyle bir saat geçti geçmedi aradan, arkadaş bu durdu durdu, bir patladı.. Karşısında durabilene aşk olsun.. Kurduğu o son cümle bugün bile hala kulaklarımda.. Hiç değiştirmeden ve hiçbir eklenti yapmadan yazıyorum : "Oğlum nesin lan sen ? Niye bu kadar iyisin ? Nasıl bu kadar iyi olabiliyorsun ? Sana soruyorum cevap ver?.." 

Tabi ben de verecek cevap yok, dut yemiş bülbül gibi oturuyorum yerimde.. Korkmadım desem, yalan.. Ama o duramıyor bir türlü, saydırmaya devam: "Cevap versene lan, cevap ver.. Nesin sen benim başıma, bela mısın ? Mecbur musun oğlum sen bu kadar iyi olmaya ? Olma kardeşim, olma.. İyi davranma bana.. İstemiyorum.. Biraz öküz ol, odun ol, maço ol lan.. Vur.. Kır.. Devir.." Neyse bir yerde durdu.. Ben şaşkınlık içindeyim.. Aklım karmakarışık.. Hiç sükunetimi bozmadan ayağa kalktım  ve tek bir soru sordum: "Sen bu söylediklerinde ciddi misin ?". Uzun bir sessizlik oldu.. Kaldık öylece.. Gözlerini kaçırdı.. Yüzüme bile bakmadı. Anladım ki, ciddiymiş. Ayrıldık ve bir daha da hiç karşılaşmadık.

Dönelim sevgililer günü hikayesinin sonuna.. O telefon konuşmasının ardından bir hafta, belki on gün küs kaldık.. Sonra boş olduğu günlerden birinde, kolyesini takıp benim çekim yaptığım stüdyoya geldi : "Yakışmış mı?" diye sordu.. Ben de "Çoook" dedim... Barıştık. Hepsi o..

Doğruyu söylemek gerekirse gençlik yıllarımda pek sevgilim olmadı. Üniversite ikinci sınıfta Berrin diye bir kızla flört etmeye başladım ("çıkmak" kelimesi henüz keşfedilmemişti), yaklaşık bir sene sürdü, sürmedi. O zaman "sevgili" diye birşey yok, haliyle kim kimin nesi oluyor tam olarak belli değil. Hele hele taşradaysan yandın. Ne kız arkadaşın olabilir, ne yanyana yürüyebilirsin. Ben bir kez denemeye kalkmıştım hatırlıyorum, olay çıkmıştı şehrin ortasında. Her ne kadar delikanlılık yapıp, racon kessem de sağlam hırpalamışlardı beni. Sayemde rezil de olmuştuk ahaliye. Herneyse, zaten ilk ve son kampüs dışına çıkışımızdı. Sonra bir daha hiç denemedik. O yüzden ne elini tutmuşluğum vardır, ne öpmüşlüğüm. Okul sinemasında iki üç arkadaşımızla birlikte izlediğimiz filmler dışında, sinemaya gitmişliğimiz bile yoktur. 

devam edecek..

Salı, Şubat 12, 2013

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Üç)



"Hiç" kısmı biraz abartı tabi. Henüz yirmili yaşlarda iki okul arkadaşı tutmuştuk bu evi. Gecelik faizlerin boyu aştığı dönemde Cihangir'de oturuyoruz.. Ev sahibimiz kiraya yüzdeyüz zam yapmaya kalkınca duramadık haliyle. O zaman ben yirmiyedi, ev arkadaşım yirmisekiz yaşında. İkimizde reklam sektöründe çalışıyoruz; okul bitmiş, askerlik yapılmış vesaire.. Eh hem çevremizden, hem ailemizden yoğun baskı var "evlenme" üzerine. İnsan da bir yere kadar direnebiliyor malum. Evi tutar tutmaz birbirimize bir söz verdik "otuzumuza kadar evlenip bu evi terkedeceğiz" diye.. Yani bu evle ilgili planımız en fazla üç yıllıktı. O plana uydu; bir sene sonra evlendi ve gitti. Ben kaldım.

"Peki sonuç ne ?" dersen; Müebbet hapis.. Sadece bir çatısı var diye onsekiz yılı yedim bitirdim bu evde.. Gençliğim gitti ve şimdi yapamadıklarımın cezasını çekmiş biri olarak "iyi halden" tahliyemi bekliyorum.

Bunları yazarken aklıma ne geldi ? Son bir haftadır nereye kafamı çevirsem, hangi gazeteyi elime alsam, internet sayfaları dahil her yer 14 Şubat Sevgililer Günü.. Bombardıman şeklinde yayıldığı için mesajlar, oradan çağrışım yapmış olsa gerek.. Şimdi birşey itiraf edeceğim, ama gülmek yok ona göre !  Yahu ben, hiçbir sevgililer gününe sevdiğimle girmedim ya.. Vallahi hiç denk gelmedi. Hani iki gün öncesinde ayrılmışlığım vardır ama birlikte geçirmişliğim vaki değil.. Sevgililer günüyle ilgili, kırk küsür yıllık hayata denk düşen tek bir hikayem var, hepsi o.. Ona da anı denir mi bilmiyorum ?..

Yıl 1994; Aylin isminde bir kız arkadaşım var.. İkimizin de işi aynı. O televizyon, ben de reklam setlerinde gece-gündüz sürünüyoruz. Yönetmenliğe başladığım ilk yıllar.. Uzatmayayım, 14 Şubat geldi çattı. Biz yine farklı yerlerde çekimdeyiz ve iki gün içinde bir araya gelmemize de imkan yok. Sabah çekimlerini bitirdim, öğle yemeği arasındayız; benim filmin yapımcısı Zerrin: "Oğlum bugün sevgililer günü, ne aldın lan kıza ?" diye sordu.. Apışıp kaldım.. Bendeki tepki: "Valla bugün günlerden ne, ben onu bile bilmiyorum !"..

Gerçi o zamanlar sevgililer günü kutlamaları şimdiki gibi yaygın ve popüler değil; tüketim toplum modelinden uzak, daha nezih daha özel bir gün. Neyse benim derdim büyük, çare de bulamıyorum. Çekimleri bitirmem lazım, dışarı da çıkamıyorum. Ruhum bedenimi terketti, edecek.. Tam "Kimden yardım isteyebilirim" diye düşünürken, Zerrin imdadıma yetişti. Prodüksiyon alışverişi için dışarıya çıkacakmış ekiple..  "Ne alayım sen onu söyle" dedi.. "Bir-iki hafta önce gezerken, vitrinlerden birinde gümüşün üzerine işlenmiş lâl taşı kolyeyi çok beğenmişti, onu al" dedim. Sağolsun almış, çok da güzel bir hediye paketi yaptırmış; yanına da alı al, moru mor bir tane kırmızı gül.. Demeyin keyfime. -Hikaye uzadıkça uzuyor farkındayım; az kaldı bitiyor-. Hediyeler elimde ama bu kez başka bir sorun var; "Kim götürecek ?".. Allahtan o da kısa sürede çözüldü; Aylin'le ikimizin ortak tanıdığı ve o gün benim setimde çalışan asistan bir kız arkadaşımız var, ondan rica ettim. Kırmadı beni, o götürdü hediyeyi..

Aradan bir saat geçti, geçmedi.. Çekim yaptığımız stüdyonun santralından beni arıyorlar, telefonunuz var diye.. Set ekibine 5 dakika mola  verdim. Telefona gittim, arayan Aylin.. Ben de saf saf, sıcak bir karşılama ya da kısık bir sesle teşekkür cümlesi bekliyorum.  O kadar sinirli, o kadar sinirli ki; ağzına geleni söylüyor hatun, kıpkırmızı oldum.. Sesin duyulmaması için ahizeyi kapatıyorum ellerimle, o derece yani.. "Sevgililer gününden bana ne" şeklinde başlayıp; "herkesin ortasında nasıl ona hediye verilirmiş, ekibin patronuymuş şimdi kim onu sette ciddiye alacakmış"  diye devam edip; "hediye paketini münasip bir yerime monte etmem" ana fikriyle yüzüme kapadı telefonu. O çekim gününü nasıl tamamladım hala bilmem..

devam edecek..

Pazartesi, Şubat 04, 2013

Köprüden Önce Son Çıkış.. (İki)


"Hikaye o gün başladı" diyorum ama, benim asıl hikayem başlayalı kırk yılı geçti. Anlat demesi kolay da; nereden başlanır, nasıl anlatılır gerçekten  bilmiyorum. Her zaman söylerim, insan aklının en büyük ihaneti yine kendine diye.. Çünkü zaman dediğin şey o kadar hain ki, ilerledikçe geçmişin bütün izlerini siliyor. Bir gün, bir de bakıyorsun ki elinde hiç birşey kalmamış. Unutmayacağını düşündüğün yüzler, sesler, yerler, anılar, düşler.. hepsi, ama hepsi  bir sis perdesi içinde dağılmış gitmiş. Eski bir fotoğrafı eline aldığında, ona bir yabancı gibi bakmak ne kadar kötü bir duygu değil mi ? Kim kimdi, neredeydi ve dahası o fotoğraf ne zaman çekilmişti ? 

İşte böyle düşünceler arasında gezinirken çıktı köprüden önce son çıkış fikri. Çevreme şöyle bir baktım ve gördüm ki, -her nasılsa- herkes herkesi tanıdığını sanıyor. O kadar da emin ki kendinden. Ne biliyorsun diye sorsan, vereceği mantıklı-makul bir cevabı yok. En fazla "iyi " ya da "kötü" tanımlaması yapabilir. İnsan daha kendisini çözmekte zorlanırken, bir başkasını nasıl anlayabilir bilemedim doğrusu. Bu yüzden "Sen yazmalısın" dediklerinde, önce emin olamadım. Çünkü benim bilip de, başkasının bilmediği özel hiçbirşey yoktu evrende.. Hele hele kitle iletişim araçlarının son geldiği noktayı düşünürsek, ne mümkün.. O yüzden "belki" dedim kendi kendime, "tanıdığını sandıkları bu adamın hikayesindeki eksikleri tamamlarsam, bu kez işe yarayabilir ve bir olasılık bile olsa gerçekten tanıyıp, anlayabilirler"...

Bana gelince;   

46 yaşındayım..
Üniversite mezunuyum.
Bekarım..
Ne nişan, ne söz..
Hiç evlenmedim..

Çok karmaşık olmakla birlikte 12 belki 13 farklı şirkette çalıştım. Modern dilde "kovuldu" yerine "ayrıldı" fiilini kullanıp nezaket seviyesine indirmeye çalışsalar da, son onbeş yılda iki kez kovulmuşluğum vardır.. Gerçi her ikisinde de bir ay sonra tekrar çağırıp  işe geri almışlardır, ama olsun.. Tatmadığım bir duygu değil..

En uzun çalıştığım yer şimdiki şirketim. 8 yıl önümüzdeki Mayıs ayında bitecek.. B kategorisinde, üst düzey yöneticilik yapmaya çalışan ama yaşamayı bir türlü beceremeyen; orta sınıf, can sıkıcı, eğlencesiz bir insan ve yüksek lisanslı bir ameleyim. Evet evet, öyleyim. Nezaket gösterip "Estağfurullah" demeye gerek yok. İnsan ne olduğunu bilmez mi hiç ?

Herkes gibi bir anne ve babam var.. Kız kardeşim, eşi ve çocuklarını da sayarsak bir hayli kalabalığız.. Hele hele bayramda seyranda amcamlar ve halam da katılınca çok keyifli oluyor.. Hayatı boyunca kahvaltı yapmayı öğrenemeyen ben; kalabalık aileyle yapılan uzun soluklu kahvaltı sofralarına bayılıyorum.

Bu arada 23 yıldır hiç durmadan, hiç soluklanmadan çalışıyorum ama şu şapkadan bir tavşan çıkarmayı hala başaramadım.. Hayatım "Sürekli çalışıp hiç birşey olamayan adam" şeklinde özetlenebilir.

Nuh nebiden kalma döküntü bir evde, yalnız yaşıyorum son onsekiz yıldır. Geniş bir girişin etrafında toplanan 2 oda, avuç içi kadar mutfak, en küçüğünden bir banyo ve tuvalleten ibaret, sobayla ısınılan bir virane. Altmış yıl önce belki saray diyorlardı ama, şimdi bildiğin gecekondu. Niye böylesine uzun bir zaman harcadım bu evde hiç bilmiyorum.. 



devam edecek...