Perşembe, Aralık 06, 2007

Seyir Defterini Kaybeden Kaptan II

Saçlarımdaki beyazların sayısı iyiden iyiye artmaya başladı.. Zaman durduramıyor..Bundan şikayetçi değilim. Hatta artık nerede ve kiminle yaşadığımın, kimlerle birlikte olduğumun, aldığım eğitimin, bitirdiğim okulların artık hiçbir önemi yok.. Oysa çocukluğumda bunun çok önemli olduğunu söylemişlerdi, belli ki onlarda yanılmış..

Çarşamba, Kasım 14, 2007

Seyir Defterini Kaybeden Kaptan I

Bir çocuk şarkısı vardı , kendi de hatırlattıkları da çook ama çok uzaklarda.. Bütün sevdiklerim ya da beni sevenlerin hepsi onunla birlikte gerilerde kaldı. Çocukluğum ve çocukluğumla ilgili aklımda kalanlar; sonra ergenliğim ve ilk aşklarım; yetişkinliğim ve hayatımın bir köşesinden kartpostal şeklinde geçen durağan kareler; olgunluğum ve olgunluğun getirdiği dinginlikle yaşadığım gerçek ve genç aşklar.. Hepsi ama hepsi artık unutulan bu şarkının gölgesinde kalmış hazin, bir o kadar da umutsuz anılar şimdi.

Eskiden büyüklerim anlatırdı ve “hayal gibi geldi geçti” deyip bitirirlerdi hikayelerini. Anlamazdım, uzak gelirdi. Meğer doğruymuş, gerçekten hayal gibi; hangisi doğru hangisi yalan ya da hangisi gerçekten yaşandı ben bile hatırlamakta zorluk çekiyorum artık. Nasıl bir hafızaysa, o bile güvenilirliğini sınayabiliyor geçen zaman içerisinde..

Geçtiğimiz bahar bir saksı çiçeği aldım eve. Alı al, moru mor, kadife gibi parlak ve iri yeşil yaprakları vardı. Güneş gören bir pencere önüne koydum ve her sabah sevgi sözcükleriyle su verdim toprağına. Bir neşelendi, bir sevindi, bir renk verdi, bir çoğaldı ki görmeniz lazım. Gel zaman git zaman benim işlerim yoğunlaştı ve 4 günlüğüne şehir dışına çıkmam gerekti, çıktım da.. Ama döndüğümde gördüğüm manzara hiç de hoş değildi. Çiçeğimi unutmuştum, o da güneşin bilmem kaç derece sıcaklığına dayanamamış ve ölmüştü. Sonra anladım ki dostluklar da böyle, unutulunca ya da su vermeyince kuruyor, hayal oluyor ve gökyüzünde dağılıp gidiyor...

Bir çocuk şarkısı vardı , kendi de hatırlattıkları da çook ama çok uzaklarda.. Bugün duysam yine gözlerim dolu dolu olur, kimbilir belki de yaşıma başıma bakmadan oturur ağlarım :
“Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür..”

Pazartesi, Ekim 22, 2007

Kaptanın Seyir Defteri, Yıldız Tarihi...

Yazmayalı neredeyse 1 ay olmuş.. Bu kadar ara vereceğim belki de bir anlamda yazmayı "boşvereceğim" aklıma gelmezdi.. Ne de olsa adı "günlük" bunun.. Olmadı ama yazamadım işte, hatta biraz daha öteye giderek yazmayı "ihmal ettim" "unuttum"..
İnsanoğlu böyle galiba; yol alırken karşılaştığı farklı etkenlere karşı -biraz da hayatta kalma içgüdüsüyle- farklı tepkiler veriyor. Genelde sık karşılaştığımız durum "kaçmak" ya da "uzaklaşmak".. Sanırım bende öyle yaptım.. Yazarak yaşadıklarımı resmileştirmek istemedim, kağıda dökmedim belki de sonrasında hatırlamak istemedim..
Kimbilir ???
Tekrar merhaba.. Aramayanlara da...
Ama sen.. keşke sen arasaydın.. bir kere hiç değilse..

Pazar, Eylül 23, 2007

Seyirdışı Notlar XXIII


Özgür'ün tuvalet derdi bitti sonunda.. Meğer keramet bizde değil "feyyayi" deymiş :) Hoş ferrari de bulamadım, yerine go kart yarış arabalarının akülüsünü yapmışlar mecburen onu almak zorunda kaldım. Nasıl mutlu oldu anlatamam.. Durup durup gidip arabasına bakıyor "bu benim mi" der gibilerinden.. Biniyor, çalıştırıyor, altına yatıyor, direksiyonuyla oynuyor.. Demeyin keyfine.. Ha ! bir de ablası dahil kimseye el sürdürmüyor.. Cinayet sebebi yani :)


Bu arada ablası Ekin, okulun ilk haftasını tamamladı.. Sabahtan akşam 4'e kadar okulda. Etüd saatleri var öğleden sonra, eve ödev/ders kalmıyor. Servise de alıştı kerata.. Birkaç gün yabancılık çekse de sorun yok artık. E kolay değil tabi evinden yuvasından ciddi anlamda ilk ayrılışı. Hiç tanımadığı çocuklarla aynı arabaya biniyor, aynı okula gidiyor, sıraya giriyor; derstir, etüddür, tenefüstür derken canı çıkıyor kızın.

Söylemesine göre hala okula alışamayan ve velileri okula gelmek zorunda kalan birçok sınıf arkadaşı varmış.. Biz önce inanmadık ama dün bir veli toplantısı yaptı öğretmeni. Kızkardeşim gitti. Tabi hepimiz heyecanla onun yolunu gözlüyoruz.. Meğer bizim kız sınıfın en metanetli, derslerine, beslenmesine, temizliğine, arkadaşlarına yardım etmeye kadar örnek iki öğrenciden biriymiş.. Öğretmeni kardeşime teşekkür etmiş, bizimkide deyim yerindeyse koltukları kabarmış bir şekilde ayrılmış okuldan.. Şimdi ona da sözüm var eğer okuma yazmayı ilk o sökerse, en çok sevdiği barbie bebeği alacağım. Çocuk her yaşta çocuk işte: Sözü vermemle birlikte iki gündür yapmadığı ev ödevini bugün 1 saatte bitirdi. Keramet bizde değil oyuncaklarda valla....

Perşembe, Eylül 13, 2007

Kaptanın Seyir Defteri, Yıldız Tarihi...

Hayat hiçbirimize adil davranmıyor. Bunu bildiğim halde hala niye şaşırıyorum ? Ya da hayat hala niye şaşırtmaya devam ediyor beni ? Ne bu, bir köşe kapmaca oyunu mu çocukluğumdan kalma ? Yoksa bir maymun zeka testi mi ? Çözemedim. Belki de çözdüm, kendime bile itiraf etmekte zorlanıyorum.
Sonuç mu ??? Hepsi muamma..

Pazartesi, Eylül 10, 2007

Seyirdışı Notlar XXII

Zamanın nasıl geçtiğini anlamak için çocuklara bakmak yeterli galiba. Yüzümüze ayna tutan onlar. Bugün büyük yeğenim Ekin bugün ilkokula başladı. Bu kadar hızlı büyümesi bir yana, doğduğunda sanırım şöyle bir hisse kapıldık ; o hep küçük bir bebek olarak kalacak bizlerde hep o genç halimizle.. Şaşırtıcı ve bir o kadar da saçma.. Ama düşündük işte :) Bunun için suçlayacak kimse yok.. Zaman işte, o geçti, biz farkına varmadık, aslında kimse farkına varmadı ve sanki bir gecede sihirli bir değnek geldi hepimize dokundu, çocuklar büyüdü bizlerse yaşlandık :)

Ekin bu durumdan çok memnun.. Haftasonu okul alışverişini tamamladık, jiledir gömlektir, çoraptır, hırkadır herşeyi tamam.. Aslında okullar bir hafta sonra açılıyormuş ama bunlar yeni başladıkları için bir hafta boyunca anneleriyle gideceklermiş okula.. Ama anneler sınıfa girmiyorlarmış, bahçede bekliyorlarmış çocuklarının ağlama durumlarına göre.. Neyse az önce telefonda konuşuyoruz, diyor ki "dayıcım arkadaşlarım hep ağladı ama ben ağlamadım".. Onlar okula gelmek istemiyorlarmış, niye diye bana soruyor kerata.. Diğer taraftanda ağlamamanın ödülü ne olabilir diye alttan alta beni didikliyor.. Neyse artık barbie cinsi bir bebeğe anlaşabildik sonunda :)

Asıl bomba Ekin'in küçüğü ; Özgür.. Oğlan felaket, durmuyor yerinde.. Kimseye rahat yok.. Kasımda 3 yaşına girecek ama hala tuvaleti öğrenemedi.. Bez kullanıyorlar.. Bir haftasonu gezerken akülü arabalardan gördü bu.. 1 aydır onları sayıklıyor "dayı bana feyyayi (ferrari) alsana" diye.. Bende geçenlerde dedim ki "tamam kakanı ve çişini tuvalete yaparsan sana ferrari alıcam".. Kız kardeşim de "tamam sen tuvalete yaparsan ben dayını arayıp hemen söylicem" dedi.. Bağladık işi.. Neyse birkaç gündür tuvalete gidiyormuş tuvaleti yaptıktan sonra sifonu çekip bıraktıklarına el sallıyormuş sıpa :) Tabi tuvaleti kullandı ya, annesine beni aratıyor "dayı tuvaletimi yaptım fayyayiyi unutma" diyor.. Bunlar feci yahu. Ben 3 yaşındayken -tabiri caizse- sesim çıkmadan mal mal otururdum. Bu ne yani ?? Sen ferrariyi nerden biliyorsun ? Benden istemek nerden aklına geliyor hadi istedin nasıl unutmuyorsun ??? Çok eğleniyorum çoooookkk!

Zamanın hangi hızla geçtiğini anlamak için saymaya gerek yok, çocuklara bak yeter :)

Cumartesi, Eylül 01, 2007

Kaptanın Seyir Defteri, Yıldız Tarihi...

Bugün 1 Eylül.. Nihayet doğumgünü hengâmesi bitti ve sözümü tuttum, telefonu kapattım :) Böyle daha güzel oluyormuş.

Diğer yandan yalnız geçirememenin burukluğu da yok hani.. Oysa böyle düşünmemiştim.. Eve gelecektim, kendime enfesinden bir yemek hazırlayacaktım, gelirken en kalitelisinden beyaz şarap alacaktım, özetle geçen bir senenin daha  keyfini yalnız başına çıkaracaktım.. Ama ne yazıktır ki olamadı. Şu saate kadar çalıştım ve işten yeni geliyorum.. Yeni hazırladığım bir reklam filminin revizyonlarını yapmak için saati 3 ettim :)) Tabi akşamın kör vaktinde revizyon getiren ajanstaki dostlarıma kurduğum cümleler pek hoş değildi ama.. Onların da pek memnun ayrıldığını söylemem mümkün değil.. 

Herneyse az önce telefonumu açtım, mesaj üstüne mesaj ve bir çok telesekreter kaydı. Hiçbirine cevap vermeme gibi hain planlarım yok değil :) Bakalım yarın olsun, hayır olsun.. Zira sabah 09 itibarıyla yeniden işte olmam gerekiyor :( 

Bu arada bugünün anısına anladım ki
saymamak lazım, saymaya başladığın an  hapı yuttun demek  :))

Çarşamba, Ağustos 29, 2007

Sıradışı Notlar Bölüm VI

Aslında bu sayfalara ilk sahip olduğumda kendi kendime "günlük tutacağım" demiştim. Çünkü çocukluğumdan bu yana sahip olamadığım bir alışkanlıktı kendimle ilgili bir şeyler yazmak. Zaman unutturuyor herşeyi malum. An geliyor en hatırlamak istemediği olayları hatırlıyor;  ama tadı damağında kalan sohbetleri, yüzleri, dostları, sevgilileri unutuyor insan.. Sonuç : Beceremedim tabi.. O kadar çok dağılmıştım ki, hayatın içinde dörde beşe bölünmeye çalışırken sıkıştım kaldım. Bırakın günlük tutmayı, kendimle ilgili ciddi kararları bile almakta zorlandım.. Belki pişmanlık değil ama yüreğimde inceden sızlayan çok yer var.

Mesela kaybettiklerim: Semih Balcıoğlu - Semih Abimiz, Attila İlhan- Attila Hocamız, Cemal Kutay - Tarih Hocamız, Melih Kibar - Sayın Kibar'ımız..

Semih Abi'nin askerliğini yedek subay olarak yaparken, Ankara'da Orduevinde, garson askere "Paşam, çorba istiyorum ben" dediğinde bütün kıdemli subayların ona nasıl baktığını katıla katıla anlatmasını bir kez daha yaşayacak mıyım ? Hayır !

Ya da Melih Abi'nin ölmeden birkaç gün önce yatağında "Biz ne zaman birlikte çalışmaya başladık ?" diye sorduğunda "1999 yılıydı abi, 24 Şubat ilk canlı yayını yapmıştın" demiştim. Onun cevabı ne olmuştu : "Ben o zaman kansermişim biliyor musun ?" Dünya omuzlarıma çökmüştü ve ben altında kalmıştım.. Tarifi yok.. Devamı var mı ? Hayır !

Attila Hocam haftanın iki günü gelirdi.. Salı ve Perşembe günleri, öğleden sonra.. Hasbelkader yazdıklarımı verirdim "Yazmaya devam çocuğum, sakın bırakma" derdi.. Arada sırada Tarih Hocamız Cemal Kutay'a kızardı "O olay öyle değildi, yaşlandı unutuyor artık" diye.. Onunla konuşmak başka bir duyguydu.. Olayları ve zamanları birbirine bağlamasını hayranlıkla dinlerdim.. Ama bitti, bir daha dinleyebilecek miyim ? Hayır !

Bir de yaşarken kaybettiklerim var..

Gezgin Korkuluğum "Sunay Akın; Sana yakın, bana yakın, cana yakın..." Meşhur oldu, uzun zamandır görüşmüyoruz.. Her hafta "Oğlum bu hafta Doğu'dan kaç mail geldi ? 100 mü off süper, bütün hediye cd'leri oraya gönderelim ?" diyen ünlü caz piyanistim Kerem Görsev.. Son 2 Yılda 4 ya da 5 kez ben aradım görüşemedik bir türlü.. "Yorumsuz'dan herkese kocaman bir merhaba, yine bizler burada sizler ekranlarınız başında birlikte bir buçuk saati paylaşıcaz" mottosuyla 6 yıl ve  300'den fazla canlı yayın yaptığımız , Grup Gündoğarken'in en küçük üyesi Burhan Şeşen.. Yaklaşık 2 senedir yüzyüze gelmedik..

Tabi bir de çalışma arkadaşlarım, öğrencilerim var -ki hayırsızlar bandosu.. O konuya hiç girmeyelim.. Can sıkıcı sonuçlar çıkabilir zira :)

Herneyse bütün bunlar niye diye soranlara cevabım şu ; efendim pek yakın zamanda şahsen bizzati kendimin doğumgünü.. İnsanlar genelde doğumgünlerinde eğlenirler ama benim aklıma genelde böyle garip şeyler geliyor. Hani "nereden geldim nereye gidiyorum, kimler vardı kimler yoktu" muhasebesi.. Bende bir tuhaflık olduğunu annem-babam çok önceleri çözmüşler ama psikiyatri bundan 30 yıl önce böylesine kullanılan bir yöntem değilmiş.. Şimdi ruhsağlığı dediklerine bakmayın eskiden benim gibilere "deli"; tedavi edenlere de deli doktoru" derlerdi.. Ne yapsın benimkiler de korkmuşlar işte; "bizim oğlan elden gitmesin" diye birşey yapamamışlar :)

Özetle doğumgünümde eğlence falan yok, yalnız başına geçirmeyi düşünüyorum, lütfen aramayın zira cep telefonum kapalı olacak, kutlamaları kabul edemeyeceğim üzgünüm :)

Çarşamba, Ağustos 22, 2007

Seyirdışı Notlar XXI

Gözyaşım hiç olmadı benim, ağlarken kimse görmedi. Serseriliği zaten bilmem, kötülük desen hiç...Hayatı planlamayı sevemedim. Sonlara inandım ama sonu düşünmedim..Cahit sıtkı’nın “35 yaş” ı yazdığı yaşa geldim, gözlerimin içinin güldüğünü söyleseler de içten bir gülüşüm hiç olmadı.. Aşık oldum. Sevdim. Sevil(e)medim. 
En iyisi bile rüzgara karıştı gitti.. 
Çocukluğum hiç olmadı benim, oyuncak nedir bilmem. Benim canlı bir oyuncağım vardı zaten adı “Eylem”.. Okula gitmeyi sevemedim bir türlü ama tokat yiyen bir asker için üzülüp -yüksek dahil- tam 17 yıl okudum. Şimdi durup geriye bakınca koca bir hiç... Shakespare’in “Hamlet”i yazdığı yaştayım ve hala karar veremiyorum acaba hangisi doğru; Olmak mı, Olmamak mı ? 
Keşke ben de rüzgara karışsaydım.. 
Gençliğim hiç olmadı benim, mutluluk nedir bilmem. İlk aşkım terkettiğinde henüz 19’undaydım, hayata elveda dediğimde 20...Yaşamayı sevemedim nedense ama bir anne, bir baba, bir kardeş yetti yeryüzündeki memuriyetime... Oğuz atay’ın “Tutunamayanlar” ı yazdığı yaşı geçeli çok oldu ve hala bilemiyorum hangimiz gerçekten “Selim” ? 
Sanırım sonunda bütün rüzgarlar bitti..

Çarşamba, Ağustos 15, 2007

15 yıl sonra, bugün..

Aslında cevap olarak bir önceki yazının "yorum" kutucuğuna yazacaktım bunu, sonra vazgeçtim.. Çünkü 15 yıl sonra bugünün başka bir açılımı var "yaşıyorum ve varım ; ama nedense gülümseyemiyorum"..   

Her sorunun cevabını bir yerde toplamak mümkün değil bunun farkındayım. Şimdi yaşadığım pek çok acının nedeni çocukluğum ve ergenliğim, bunu öğrenecek kadar kitap da okudum.. Ancak herşeye rağmen kavrayamadığım birşey var ve ben buna gerçekten çok üzülüyorum.

Sorum şu "Nasıl oluyorda bir insanın - kendisiyle ilgili- en güçlü sandığı yer, aslında en zayıf noktası olabiliyor ?"

İşte bunun cevabını bulduğum an, sanıyorum tekrar gülümsemeye başlayacağım..

Sanırım biraz yardıma ihtiyacım var...

Salı, Ağustos 07, 2007

15 yıl önce, bugün..

Bilirler ki;
hiçkimsenin geçmişi zaferle dolu değil, yenilgiler de var yaşamda ve kabullenmek gerek...Onlar da ikiz kardeş gibi hangisinin yüzüne ayna tutsan yansıyan bir diğeri, ayırmak mümkün değil. Çoğu hatırlamak istemez yenilgileri düşlerini zaferler üzerine kurar, kimi zaferlerin kıymetini bilmez yenilgileri alnına, avuçlarına kazır.

Ve eklerler ki;
anılar da böyle, onları da ayıramazsın "iyi", "kötü" diye...Kötüleri bir köşede bırakıp, iyileri seçemezsin. Birini kabul ediyorsan, diğerini de etmek zorundasın...

Derler ki;
her inişin bir çıkışı, her çıkışın da bir inişi var. Ne yaşam düz bir yol, ne de yürüdüğün bir gül bahçesi, üstelik son pişmanlık faydasız...

Hatırla ki;
herşeyin sonlu olduğu bir dünya bu, denizdeki kum tanesi veya yere düşen yağmur damlası için bile böyle. Ve sonu değiştiremezsin; ya ölüsündür ya da ölümsüz...


Gülümse;
varsın çünkü,
yaşıyorsun çünkü...





Pazartesi, Temmuz 30, 2007

Sıradışı Notlar Bölüm V

Bir film seyretmiştim, kadınlar matinesinde üstelik. Çocuğum o zamanlar. Yer İzmir, Şirinyer... İpek sineması, evimizin hemen yanıbaşı. Sene ya 1970 ya ’71. Başrolde Sadri Alışık oynuyor. Hatırladığım kadarıyla fakir bir aile öyküsü, fakir ama namuslu. Bir talihsizlik sonucu Sadri Baba’nın eşi hapise düşüyor, 3 çocuğuyla bir başına kalıyor. Çocuklara hem annelik hem babalık yapmaya çalışıyor. Arada birde hapishanenin önünden çocuklarla birlikte geçiyor –ki anneleri görebilsin.

Filmde hiç unutamadığım bir gece sahnesi var; Sadri Baba kötü, “Ne yapacağım şimdi ?” bakışları var yüzünde. Dertler tütsülenmiş ve acılar su üstüne çıkmış. Derken yerinden kalkıyor ve udunu alıp vuruyor tellerine :


“ Ben seni unutmak için sevmedim
Gülmen ayrılık demekmiş bilmedim
Bekledim sabah akşam yollarını
Ölmek istedim, bir türlü ölmedim...”


Ah be Sadri Baba, ah be Sadri Baba oldu mu şimdi ? Bir şarkı bu kadar mı içten, bu kadar mı doğru, bu kadar mı güzel söylenir ? Bak aradan geçti 35 yıl, sesin hala kulaklarımda...

Salı, Temmuz 24, 2007

Kaptanın Seyir Defteri, Yıldız Tarihi...

Bugün -hala inanmakta zorluk çektiğim- birşey oldu... Telefon çaldı. Ve ben yine "nasılsa tanıdık biridir" edasıyla açtım telefonu.. Önceleri tanıyamadım sesi. Çok sonra -tabi işittiğim sitem dolu cümleleri saymıyorum- algılamaya başladım. 14.Temmuz'da ismini belirtmeden yazdığım, 6 yıl ve yirmiyedi gündür görüş(e)mediğim kadındı arayan.. Artık "kaderin oyunu mu derler", "rastlantı olarak mı nitelenir" ya da "birşeyi çok isteyince/düşününce gerçekleşir" yorumu mu yapmak lazım bilemiyorum. Uzunca konuştuk ve görüşmek dileğiyle kapattık telefonu. İlginçtir, bir beklenti içine girmedim.  Ama gerçek şu ki çok mutlu oldum, saatler geçmesine rağmen hala aynı halet-i ruhiye içerisindeyim..

* Meraklısı için Not; 6 yıl ve 37 gün geçti aradan ama yine o sihirli cümleyi     kuramadım.. Sanırım    artık     yaşlanıyorum :)

Perşembe, Temmuz 19, 2007

Sıradışı Notlar Bölüm V

Ben bir asker çocuğuyum. Asker çocuğu olmayanlar bilmezler ; bizler kelimenin tam anlamıyla göçebe hayatı yaşarız. 2 sene o şehirde, 3 sene bu şehirde. Tam bir yere alışmışken, birden evin babası gelir "hadi gidiyoruz" der, "nereye yahu, dur daha yeni gelmiştik", "işte filanca şehire, filanca tarihte göreve başlamam lazım", "peki, ne yapalım..". Boş koliler aranmaya başlanır, bodrum katındaki eski koliler çıkartılıp içine eşyalar -gazete kağıtlarına sarılıp- doldurulur. Bu arada baban yeni görev yapacağı şehire önceden gider, ev kiralamaya çalışır.

O zamanlar şimdiki gibi "hamallık" "evden eve nakliyat" gibi müesseseler de yok. Kamyon gelir, dayanır kapıya sabahın köründe, ma'aile tabii komşularında yardımıyla eşyalar taşınır. Sonra vedalaşılır, yola çıkmak üzere araca binilir, komşular arkandan bir maşrapa su dökerler ve hikaye de orada biter. Çünkü yere dökülen su kuruduğunda zaten seni hatırlayacak kimse kalmayacaktır.

“ Uzun yolların, yalnız yolcuları...”

Cumartesi, Temmuz 14, 2007

Kaptanın Seyir Defteri, Yıldız Tarihi...

Az önce eski defterlerimi karıştırıyordum. Aldığım notlar, önemli günler, anılar vesaire..Bugün biz görüşmeyeli tam 6 yıl ve yirmiyedi gün olmuş. Telefon suskun, kapı suskun. Hiçbiri çalmamış.. Ama içlerinden birisi çalsa sanki kendilerinden açılacaklar gibi. Belli onlar da özlemişler seni.
Biliyorum şimdi sana komik gelecek; hala ayna karşısında “seni seviyorum” provası yapıyorum. Her defasında “ Bu kez tamam” diyorum kendi kendime: “ İlk görüştüğümüzde ya da ilk telefonlaşmamızda söyleyeceğim...”. Ama o “ilk” gerçekleşmiyor bir türlü. Zaman su olmuş, yaşamlar hikaye ve bir ömür geçmiş farkında olmadan...

(Telefon Sesi)
Nihayet... Günlerdir bozuk sandığım telefon işte çalıyor.

- “ Alo..” (Heyecanlı)
- “ Merhaba oğlum ” (Şaşkın)
- “ Ah ! Sen miydin anne ? “ (Sesi tonu bozuk)
- “ Niye şaşırdın, başkasından mı telefon bekliyordun ? “ (Şaşkın)
- “ Yok canım, televizyon seyrederken içim geçmiş...” (Esneyerek)
...

Kocaman bir hayalkırıklığı.

Seni düşünmediğim herhangi bir an, bir saat, bir saniye yok... Hani belki diyorum uyuyunca unuturum ama, o da olmuyor. Hergün yeniden başlıyorum hayata. Hem de sıfır noktasından. Bir önceki gün, hafta, ay.. Hiç değerli değil gibi. Öğrendiklerim yanıma kâr, tanık olduklarım deneyim, izlediklerim ders, ıskaladıklarım hiçlik..Bunu hiç öğrenemeyeceksin belki; ama biliyor musun, bunların nedeni hep sensin.

Yani bu nasıl bir aşk ?
Yani niye “ sen elmayı seviyorsun diye elmanında seni sevmesi şart mı ?“ önermesi hediye paketi halinde bana sunuluyor her defasında ?
Yani Nazım’ı sevmediğimden değil ama, niye hep ben ?

İşte bu sorular yakamı bırakmıyor bir türlü. Bir tarafta benim olan sen, diğer taraftan bir başkasının olan sen... Hanginiz düş, hanginiz gerçek bulamıyorum ya da buluyorum, bulduğum anda da kaybediyorum.

Saat geceyarısını geçti. Ve altı yıl yirmisekizinci gün. Sensiz geçen diğer ikibin ikiyüz onyedisinden çok farklı değil. Gökyüzü aynı yerde, ay da öyle, yıldızlar da... Kapı, telefon çalınmayı bekliyor. Ben yine uykusuzum ve hayat hala hergün sıfırdan başlıyor. İçinde senin olmadığın hiçbir gün yaşanmış sayılmıyor.

Salı, Temmuz 10, 2007

Sıradışı Notlar Bölüm IV

Bu yaşa geldim ve hala karşılıklarını bulamıyorum, acaba hangisi daha iyi ;

Duymak mı, duymazdan gelmek mi ?
Çalışmak mı, işsizlik mi ?
İçinde olmak, yoksa dışında kalmak mı ?
İsabet ettirmek mi, ıskalak mı ?
Tutmak mı, bırakmak mı ?
Bağlanmak mı, ayrı kalmak mı ?
Ağlamak mı, gülmek mi ?
İsimler mi, yüzler mi ?
Düşünceler mi, duygular mı ?
Duvarlar mı, pencereler mi ?
Evler mi, denizler mi ?
Yaşlılık mı, gençlik mi ?
Dostluk mu, arkadaşlık mı ?
Sevmek mi sevmeyi görmezden gelmek mi ?
Yaşamak mı ölmek mi ?

Yazmak mı yoksa yazmamak mı ?

Pazartesi, Haziran 25, 2007

Seyirdışı Notlar XX

Bir çocuk şarkısı vardı , kendi de hatırlattıkları da çook ama çok uzaklarda.. Bütün sevdiklerim ya da beni sevenlerin hepsi onunla birlikte gerilerde kaldı. Çocukluğum ve çocukluğumla ilgili aklımda kalanlar; sonra ergenliğim ve ilk aşklarım; yetişkinliğim ve hayatımın bir köşesinden kartpostal şeklinde geçen durağan kareler; olgunluğum ve olgunluğun getirdiği dinginlikle yaşadığım gerçek ve genç aşklar.. Hepsi ama hepsi artık unutulan bu şarkının gölgesinde kalmış hazin, bir o kadar da umutsuz anılar şimdi.

Eskiden büyüklerim anlatırdı ve “hayal gibi geldi geçti” deyip bitirirlerdi hikayelerini. Anlamazdım, uzak gelirdi. Meğer doğruymuş, gerçekten hayal gibi; hangisi doğru hangisi yalan ya da hangisi gerçekten yaşandı ben bile hatırlamakta zorluk çekiyorum artık. Nasıl bir hafızaysa, o bile güvenilirliğini sınayabiliyor geçen zaman içerisinde..

Geçtiğimiz bahar bir saksı çiçeği aldım eve. Alı al, moru mor, kadife gibi parlak ve iri yeşil yaprakları vardı. Güneş gören bir pencere önüne koydum ve her sabah sevgi sözcükleriyle su verdim toprağına. Bir neşelendi, bir sevindi, bir renk verdi, bir çoğaldı ki görmeniz lazım. Gel zaman git zaman benim işlerim yoğunlaştı ve 4 günlüğüne şehir dışına çıkmam gerekti, çıktım da.. Ama döndüğümde gördüğüm manzara hiç de hoş değildi. Çiçeğimi unutmuştum, o da güneşin bilmem kaç derece sıcaklığına dayanamamış ve ölmüştü.

Sonra anladım ki dostluklar da böyle, unutulunca ya da su vermeyince kuruyor, hayal oluyor ve gökyüzünde dağılıp gidiyor...

Bir çocuk şarkısı vardı , kendi de hatırlattıkları da çook ama çok uzaklarda kaldı.. Bugün duysam yine gözlerim dolu dolu olur, kimbilir belki de yaşıma başıma bakmadan oturur ağlarım :
“Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür..”

Çarşamba, Haziran 20, 2007

Kaptanın Seyir Defteri, Yıldız Tarihi...

Herşey bıraktığın gibi.. Saksıdaki çiçek, çaydanlıktaki su, banyoda asılı lifler, makyaj yaptığın ayna, diş fırçan.. hatta en son kahve içtiğin fincan telvesiyle duruyor hala, falda ne çıktığını bilmeden..

Bense bekliyorum hiçbirine dokunmadan. Dokunursam sanki hiç dönmeyecekmişsin gibi geliyor, korkuyorum.. Şimdi gelmezsen –bütün zamanları durdurup- sonsuza dek gideceğim haberin olsun !

Pazartesi, Haziran 18, 2007

Kaptanın Seyir Defteri, Yıldız Tarihi...

Ne çok özlemişim seni ve ne çok sevmelerden dönmüşüm. Doya doya sarılamadım bile, on sene olmuş.. Sen başka bir bedende ben başka bir hiçlikte iki rayı olmuşuz bir tren yolunun. Seni yeniden görmek güzeldi..

Pazar, Haziran 10, 2007

Seyirdışı Notlar IXX

Yerin seni çektiği kadar ağırsın, kanatların çırpındığı kadar hafif.. Kalbinin attığı kadar canlısın, gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç... Sevdiklerin kadar iyisin, nefret ettiklerin kadar kötü.. Ne renk olursa olsun kaşın gözün, karşındakinin gördüğüdür rengi.. Yaşadıklarını kâr sayma: Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa, sevdiğin kadardır ömrün.. Gülebildiğin kadar mutlusun. Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin. Sakın bitti sanma her şeyi, sevdiğin kadar sevileceksin. Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer. Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın. Bir gün yalan söyleyeceksen eğer; bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın. Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret, ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın. Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın, güneşin seni ısıttığı kadar sıcak. Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın, ve güçlü hissettiğin kadar güçlü. Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.. İşte budur hayat! İşte budur yaşamak, bunu hatırladığın kadar yaşarsın. Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün, ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun. Çiçek sulandığı kadar güzeldir, kuşlar ötebildiği kadar sevimli, bebek ağladığı kadar bebektir. Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin, bunu da öğren.

Sevdiğin kadar sevilirsin...


Pazar, Mayıs 27, 2007

Sıradan Notlar VIII

olmadı işte, olamadı
ne sen benim
ne ben kimsenin..

şu sigaramın dumanı bile
daha “özgür” iken,
ya da sandalyede asılı kaban
ya da masadaki boş bardak
olamazdı da..

ben kendimde mahkum
sen gökyüzünde bir uçurtma
yaşadıklarımız ise
rüzgarda salınan
mis kokulu akasya ağacı

şimdi sen yoluna, ben yoluma..

hiç birşeye yanmıyorum da
şu elmadan aldığım ısırık kadar
tad kalmadı ağzımda..

buna da alışmak lazım galiba...

Salı, Mayıs 22, 2007

Kaptanın Seyir Defteri, Yıldız Tarihi...

Hayatın matematiği biraz farklı, iki yarımı toplayınca "1" etmiyor. İnsan tek başına mutsuzsa, başka biriyle de mutlu olamıyor.

Salı, Mayıs 15, 2007

Seyirdışı Notlar XVIII

“Hayattan beklentilerini karşılayamayanlar, intikam alırlar. İki ucu yanık meşale gibidir bu. Ya kendisine zarar verir ya da en yakınındakine. Ve ne yazıktır ki geç farkeder, canı yanan her kim olursa olsun, aslında hepsi aynı kişidir ” diye birşeyler karalamışım. Neredeyse iki yıl geçmiş. İlginçtir, o zaman bu zamandır elime kağıt ve kalemde değmemiş, okuyunca farkettim. Bir an şu geldi aklıma “acaba ben de intikamımı bu şekilde mi aldım ?”. Kimbilir, belki de...

Ben doğduğumda televizyon yoktu. Yalnızca radyo. Hoş deneme yayınları ve paket yayınlar başladığında televizyon alacak para da yoktu ya. Hayır, hayır ! benim televizyoncu olacağım daha o günlerden belliymiş edebiyatı değil. Elbiselerin ve ayakkabıların 1-2 numara büyük alındığı zamanlardan bahsediyorum. Her semte yaklaşık üç arabanın düştüğü, okulların hastanelerin uzak olduğu, yazlık sinemalarda haftada iki film seyredildiği, çay bahçelerinde ünlü sanatçıların bir saz eşliğinde şarkılar türküler söylediği, hafta içi “arkası yarın” lara haftasonları ise radyo tiyatrolarına endeksli, komşular, arkadaşlar en önemlisi dostlarla geçen güzel zamanlar. Babam memurdu, iki sene orası üç sene burası gezdik. Bize kol kanat gerecek aile büyükleri yanımızda olamadı, uzaktık çünkü. Ama kötü günler geçirdiğimizi de söyleyemem. Ne zaman başımız sıkışsa dostlarımız yanımızda ve bizimleydi. Yalnız kalmadık hiç. Evimiz, aşımız, sevincimiz, kederimiz hep bir oldu. Kesintisiz ve karşılıksız.

Burada ilginç olabilecek bir de saptama yapmak istiyorum. Örneğin benim ailem hala gençlik yıllarında edindikleri o ilk dostluklarıyla yaşar, 40 yıl geçmesine rağmen hala onlarla görüşür, onlarla mutlu olurlar. Mesafenin ne olduğu ne kadar olduğu düşünülmez, gidilir, gelinir, misafir edilir, ağırlanır.. Olmadı mı, o kilometrelerce uzaktaki ses telefon tuşları kadar yakındır. Aranır “İyi misin ?” diye sorulur.. Akşam evlerinize gidince, anne ve babalarınıza sorun. Eminim onlar da benzer hikayeler anlatacaklardır. Bence, bir de onların ağzından dinleyin, aralarda sizin çocukluğunuzla ilgili hatırlamadığınız küçük küçük hikayeler de çıkacaktır. Hem fena mı olur ? Birazda keyiflenirsiniz.

Peki siz, biz bunların neresindeyiz ? Hani eski bir öykü vardır ; bilgenin birine sorarlar “Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?” diye. O da “Terzimi severim” diye cevap verir. Soruyu soranlar şaşırırlar “Aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor? O da nereden çıktı?”. Bilgenin cevabı çok manidar olur “Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Benim hakkımda bir kez karar verirler, ölünceye kadar da hep aynı gözle bakarlar.” Hoş hazır giyim çıktığından beri terzilerde kayboldu ama bizim bulunduğumuz nokta işte tam olarak burası.

70’lerde çekilen “Neşeli Günler” “Mavi Bocuk” “Aile Şerefi” gibi filmleri televizyonlarda hala izliyoruz. Bilmediğimiz, yaşayamadığımız, adını bildiğimiz ancak bir türlü koyamadığımız o karşılıksız duyguya tanık oluyoruz. Çözmeye çalışmasak bile bu hoşumuza gidiyor. Şimdi madalyona bir de öteki yüzünden bakalım. Tamam onlarla beraber gülüyoruz, seviniyoruz da ağladığımız kim ? Cevabını ben vereyim : Kendimiz ve Yalnızlığımız.. Artık herkesin bir arabası var ama yalnız biniyoruz, yüksek yüksek binalarda oturuyoruz ama kimseyi tanımıyoruz, ilişkilerimiz yamalı bohça, teknoloji hayatımıza girmiş ama taşın sertliğini suyun soğukluğunu unutmuşuz, görüşmelerimiz televizyon programlarına endekslenmiş ve günde ortalama 100 kelimelik bir hazineyle konuşur duruma gelmişiz, arkadaşlarımız “merhaba” ya da “günaydın” ı hatırlamıyor, dostlarımızsa ya egoların kurbanı ya da üzerinde rakam yazan yeşil kağıt parçacıklarının esareti altında, dahası sıkıştığımızda kapısını çalacak kimsemiz yok...

Yazılanlar fazla “nostaljik” gibi gelebilir. Kızmayın. Çünkü biz ve bizden bir önceki kuşak -henüz “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar” ya da “vahşi kapitalizm” yuvasından çıkmadan önce- “toplumun bize verdiği herşeyi, tüm bildiklerimizi ve öğrendiklerimizi bizden sonrakilere anlatmak-aktarmak” kararlılığı ve hoşgörüsüyle yetiştirildik. Hala da aynı kararlılıkla bayrağı taşımakta ısrarlıyız. Peki “Böyle bir konuya nerden geldik ?” derseniz : Bu blogu benim için hazırlayan dostum bir günlük tutmam temennisiyle “Sevgili komutanıma hediyemdir...” diye yazmıştı, 21.Mayıs.2005’de ve ben de kendimi çok “özel” hissetmiştim. Konu başlığının “Dostluk” olması bu yüzdendir.

Woody Allen’ın bir kitabında, komik bir öykü vardı : Adam hızlı okuma kurslarına gidiyor. Birgün yolda arkadaşıyla karşılaşıyor ve arkadaşı soruyor “kurs nasıl gidiyor” diye. Adam da cevap veriyor “harika, savaş ve barış’ı iki saatte devirdim”. Arkadaşı şaşkınlıkla soruyor “peki ne anlatıyor kitapta ?” “Valla bilmiyorum ama hikaye Rusya’da geçiyor”...

Yazının tamamını okuduktan sonra bu türden bir sonuca varmak isteyenlere son sözüm :

“İntikam Almayın” :)

Çarşamba, Mayıs 09, 2007

Sıradan Notlar VII

Umudun yenisi eskisi olmaz. O ya hep vardır ya da hiç yok.. Benim vardı. İlk gençlik yıllarımdan beri uzun zaman da cebimde taşıdım. En son sende ödünç bıraktım, daha çok ihtiyacın vardı çünkü. Bak işe yaradı da.. İyi bir eş, bir çocuk ve mutluluk tablosu koskocaman bir aile...

Şimdi diyorsun ki “niye aramıyorsun, niye sormuyorsun”.. Önce sende kalan parçamı vermen gerekmez mi ??

Salı, Mayıs 01, 2007

Seyirdışı Notlar XVII

İşte bitti ! Günler ve geceler süren bu kabus bitti. Ben de bittim. Şu an son sigaramın dumanını seyrediyorum. Parmaklarımın arasından uçuşup havaya dağılıyor. En son 35 yıllık ömrün dağılışını da böyle seyretmiştim. Hesabını verememiştim çünkü hiçbirşeyin. Çok üzülmüştüm, dibe vurmuştum. Sen benim hem “som” baharım oldun hem “son” baharım, hem de “sonuncu” baharım. Güle güle son yolcu, düşler buraya kadar.

Salı, Nisan 24, 2007

Kaptanın Seyir Defteri, Yıldız Tarihi...

Hepinizi çok sevdim. Belki anlatamadım ya da gösteremedim, hepsi olabilir.. Güneşli bir sabahta başlayan “merhaba” ile kül rengi bir sonbahar akşamı söylenen “elveda” arasında geçen zaman kadardı herşey. Ne daha uzun ne daha kısa... Soğuktu çünkü yaşam, kışları bilmezdiniz. Öyle bir kış ki başladımı bir türlü bitmezdi. Üşürdünüz, titrerdiniz. Oysa sıcaktı yüreğim, sıcaktı bedenim. Değerini bilmezdiniz. Giderdiniz ama, hep giderdiniz ; açtığınız yaralara aldırmadan, arkanıza bile bakmadan.. Sizi bekleyen birileri nasılsa vardı bir yerlerde, o halde beklemek niye ?

Gittikçe kayboldum sayenizde ancak yine de sevdim hepinizi, belki gösteremeden belki gizlice...

Perşembe, Nisan 19, 2007

Sıradan Notlar VI

“Sensiz yaşayamam” diyemedim sana. Diyemezdim de. Çünkü sensiz de yaşayabilirdim. Senden önce olduğu gibi ya da hep olduğu gibi, hayat ne getirdiyse, ne verdiyse.. Sonuna dek...

Sensiz yaşayabilirdim ama öyle olsun istemiyordum. Hiç istemedim de.. Ama yine de gittin; bu kez kısa ve acısızdı. Hayat işte, her defasında tekrar ve sıfırdan başlıyor. Sanırım artık buna da alışmak lazım.

Cumartesi, Nisan 14, 2007

Kaptanın Seyir Defteri, Yıldız Tarihi...

Suya girince su olmuyorum, su olup akamıyorum.. Ben ağırlığımla, su da bu ağırlığı kaldırdığı kadarıyla var.. Ne daha fazla ne daha eksik.

Pazartesi, Mart 26, 2007

Sıradışı Notlar Bölüm III



Kayboldum ben..
Bedenimi ve ruhumu taşıyacak, sonsuza ulaştıracak dahası huzur bulmamı sağlayacak bir amacım yok benim.. Olanlar zaten bana ait değil. Taşıması zor, ağırlığı çok; üstelik yaş 40 ve bir kırk yıl daha yaşamak -ki muhtemelen o da- yok..

"Mış" gibi yapmaktan, böyle bir hayata tanık olmaktan, birileri tarafından zorla içine çekilmekten, hergün birşeyleri sürdürmeye çalışmaktan çok sıkıldım...

Salı, Mart 13, 2007

Sıradan Notlar V

İnsanın bir tek ve hep aynı yaşamı yok. Peş peşe eklenen birçok yaşamı var ve sanırım çektiği acıların nedeni de bu... Umut edilen ama karşılaşılamayan bir yaşam, kelimelerde can bulmaya çalışan düşler, belki tam anlamıyla anlaşılamamak ve uzuuunca bir süre sessiz sakin geçen yıllar... Yine de, herşeye inat, tüm yalnızlık hesaplaşmalarından sonra kalabalığa dönüş... Canım acıyor biraz.. Belki farkında olmadan biraz da acıtıyorum. Ama yalnızlığımdan bir türlü vazgeçemiyor ve içimdekini korumaya çalışıyorum.. Ben en çok yağmuru özlüyorum...

Çarşamba, Mart 07, 2007

Kaptanın Seyir Defteri; Yıldız Tarihi...

Bugün tam 1 sene oldu. Yaşamın bu kadar anlamsız olacağı hiç aklıma gelmezdi. Yani tarifi biraz zor bu durumun, genel bir isteksizlik denilebilir. Hiçbirşey yapmak istemiyorum : İşe gitmek, dışarı çıkmak, yemek yemek, televizyon seyretmek, müzik dinlemek... Hatta içtiğim sigaradan bile tat alabildiğim söylenemez. Oysa sigarayı bırakmam için ne kadar baskı yapmıştın, hatırlıyor musun ? Şimdi canım içmek bile istemiyor.

Kimseyle görüşmüyorum şu sıralar, iş arkadaşlarım dahil. Zaten bu halimden en çok onlar şikayetçi. Ne selam var ne sabah. Biliyorsun hepsiyle bir aile gibiyiz. Onlarda anlam veremiyorlar. Gerçi yolunda gitmeyen birşeyler olduğunun farkında hepsi ama cesaret edipte soramıyorlar bir türlü. Hem sorsalar ne olacak ki, “O gitti ve geri dönmeyecek ” diyebilecek miyim ? Hayır...

Bir de günlük tutmaya başladım. Aslında çocukluğumdan beri hep bir günlüğüm olsun isterdim. Birkaç kez aldım da. Klasik, sınıf arkadaşlarına doldurulan sayfalar olmasından öteye gitmedi : “Sepet sepet yumurta sakın beni unutma”. Aslında her defasında kendim yazacağım dedim, iki üç sayfada karaladım, ancak çocukluğumun küçük dünyası içinde boğulduğumu hissettim. Nedenini bugün anlayabiliyorum ; ben hiç çocuk olamadım ki.

Neyse işte, günlük iyi gidiyor - en azından şimdilik. Hergün yazamıyorum tabi. Aklıma geldikçe, farklı olaylar yaşadıkça. Diğer taraftan yazmak garip gelmiyor değil hani, pek ak'lı selim işi değil gibi.. Roman kahramanı da değilim ki sonunda yakışıklı bir şekilde öleyim... Yok, korkma. Zaten, ben istesem de yapamam. Dedim ya kendi kendime garip geldim.

Yokluğuna alışamıyorum. Hangi yüze baksam sen. Kiminle konuşsam sen. Kalbim çarpsa sen.
Hatta kapı çalsa, mektup gelse yine sen ve hep sen, ve geride kalan koskocaman bir yıl. Sanki bir ömür.. Yazdıkça anlıyorum şimdi, meğer sana söylemediğim ne çok şey varmış, anlatmadığım ne çok şey. Biz ne güzel günler yaşamışız meğer. Hiçbirini unutmamışım, bu daha güzel.

Peki şimdi mutlu musun ?


“ En güzel deniz:
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk:
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür...”

Salı, Şubat 27, 2007

Sıradışı Notlar Bölüm II

Hani eskilerden kalma bir deyim vardır : "it gibi korkmak" derler.. İşte bu yaşa kadar -ki 40 yaşındayım- ben ve evlilik kelimesi arasındaki bağı daha iyi bir tamlama anlatamadı. Elbette bunun nedenleri üzerine birkaç kelime etmeyeceğim. Bu işi Freud - eh o da yaşamadığına göre- freudienlere ya da en azından onun söylemlerini paylaşanlara bırakmak en iyisi.. Merak edenler içinde "bugün yaşadığımız acıların nedenlerinin çocukluğumuza ait dönemlere ait olduğu" ipucunu verip bu konudan uzaklaşmak iyinin de iyisi, âlâ :)

Herneyse lafı uzatmayım, ben böylesine korkuları beslerken bugün çok iyi iki dostum boşandılar. Hem de ortada bir neden yokken, gerçekten ama. Evin hanımı halihazırda bunun sadece bir formalite olduğunu düşünüyor. Hesaba göre hala beraber olacaklar ancak bu bir zorunluluğu beraberinde getirmeyecek (nasıl olacağını ben de anlamadım ama açıklama böyle).. Ancak bu çiftin iki de çocukları var -ki kim, neden, kimden, neyin intikamını alıyor ya da bu ne menem bir ortayaş krizidir türünden soruları beraberinde getiriyor.

Sonra bu akşam öğrendim ki daha çok sevdiğim başka bir çift dostumda yarın boşanıyorlarmış. Onlarında çocuğu olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Ortada yine bir neden yok. Anlaşamamak, kavga, gürültü, aldatma.. hiçbirşey. Sadece - bu kez başka bir evin- hanımı sıkılmış ve ortayaş krizinin göbeğinde kalmış 2 hafta içindede düşünüp 20 yıllık bir ilişkiyi paketleyip adliyede sıraya koydurmuş... İnanamadım.

Bu iki aile benim çocuklarına kadar çok sevdiğim ve örnek almak istediğim insanlardı. Onlarla birlikte bu dramı yaşarken kime ve nasıl güveneceğim konusundaki endişelerim an be an artıyor itiraf etmek gerekirse. Bütün inancım yıkıldı, artık kendimi daha bir yalnız, daha bir güvensiz hissediyorum, nasıl bir hayatsa ?..

Cumartesi, Şubat 17, 2007

Sıradan Notlar IV

Yalnızlığa dayanırım da,
Bir başınalığa asla
Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla... Korkmam..!
Geçinip gideriz biz mutluluğa,

Ama;
"Günün aydın,
akşamın iyi olsun"
Diyen biri olmalı,
Bir telefon sesi çalmalı,
Ara sıra da olsa kulağımda...
Yoksa, zor değil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta...
Karıştırıp, bir başına yudumlamak doyasıya.

Ama:
"Çaya kaç şeker atarsın?"
Diye soran bir ses olmalı ya
Ara sıra..!




* bunu çok severim, paylaşmak  istedim...


Çarşamba, Şubat 14, 2007

Seyirdışı Notlar XVI

ağlayacak kimsesi yoktu
bir aynası
bir gölgesi
bir de annesi
-o da yıllar önceden-...

gözyaşları kurumuştu
dudakları sessiz
ve elleri çizememişti
yitip giden sevgileri..

gözler duvarda
düşünceler havada
cansız bir bedendi artık
soğuk bir odanın
tam ortasında...

Pazartesi, Şubat 12, 2007

Seyirdışı Notlar XV

kalem bu kadar mı ağır gelir
bir adamın eline ?
ya da kağıtlar bu kadar anlamsız..


sen niye yanımda değilsin
şu anda,şimdi..
tam da ağlayacakken
omuzuna, kollarına
ihtiyacım varken nerdesin ?
bak yağmur da yağmıyor..

ben ağır
kalem ağır
kelimeler eksik
ve çok anlamsız
bir özlemek ki
sorma...


Salı, Şubat 06, 2007

Sıradan Notlar III

Sonunda anladım; sıkıldım ben. Bir tarafım git diyor, ama nereye olursa.. Git ve geri dönme.  Neresi olursa olsun ne farkeder ki? Diğer tarafım başka şeyleri hatırlatıyor,  sorumluluktur, ailedir, paradır, puldur.. İzin yok yani. Peki bunlardan hangisi benim ya da bana ait ya da ben oraya ait ? Yahut bir ağırlık yıllar boyu omuzda 
taşınabilir mi farkında olmadan ? Bu ben miyim gerçekten ? Bilmiyorum, anlamıyorum, hatırlamıyorum, adını koyamıyorum..

Ne yazık !

Pazar, Ocak 14, 2007

Kaptanın Seyir Defteri; Yıldız Tarihi...

Aslında bu sayfayı tekrar açmalı mıyım, ben de bilemiyorum. Elime kağıt kalem almayalı çok uzun zaman oldu. Yani bu, bisiklete binmeyi ya da yüzmeyi unutmak gibi bir duygu - bir davranış biçimi değil. Elbette dışarı çıkıyorum, yeni insanlarla tanışıyorum, öğrencilerimle arkadaşlarımla vakit geçiriyorum, farklı lezzetleri tadıyorum, kitap hala elimden düşmüyor ve hala günde en az bir gazete okuyor, haftada en az üç film seyrediyorum. Yani işin beslenme tarafında sorun yok. Ancak yazmaya geldi mi tıkanıyorum. Sanki yüzünü hiç görmediğim bir gölge sürekli peşimden geliyor, kaçmaya çalışsam da bir türlü peşimi bırakmıyor gibi. Her defasında kendimi bulduğum yer aynı ; çıkmaz sokak. Elimde kalem önümde bir müsfette kağıt, ben ona, o da bana bakıyor.

Son iki yıldır uçurumun kenarındayım ve ilginçtir her defasında geri dönüyorum, inatla tek bir kelime bile yazmadan. Demek ki sen gideli o kadar olmuş. Sigarayı bırakanların durumu da aynı değil mi ? Gün saymayı unuttuğun an, bırakmışsın demektir.

“…
Sana büyük bir sır söyleyeceğim kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam. “ *

Sık olmamakla birlikte, yazmaya başladım son günlerde. Ama kendi kendime verdiğim bir söz var : “Yaz ve çöpe at”. Öyle de yapıyorum, yazıyorum ve kağıtları hemen çöpe atıyorum. Yazılanları sonradan okuyup bir anlamda ya da her anlamda acı çekmek hoşuma gitmiyor. Zaten çok keyifli metinler değil. En iyisi unutmak ve o anı hiç yaşamamış saymak.

Biliyor musun neyi farkettim ? Meğer beni tanımlayan, yalnızlığımı dolduran, hayatımı tamamlayan senmişsin. Yaşamın içinde sen gezdirmişsin. O dar koridorlardan hep beraber geçmişsiz, çıkmaz sokakları birlikte aşmışız. Bir başına hiç kalmamışım, hep yanımdaymışsın. Önce sevgilim olmuşsun sonra da kadınım. Ve belki zamanla alışkanlığım.. belki de yazmak bu yüzden zor geliyor. İnan unutmak daha kolay...

“...
Bütün ayraçları kaldırdın ama unuttuğun
Bir şey vardı yine de, çiçekleri sulamadın
Gökyüzü sarardı o zaman, bulutlar kirlendi
Ve ne kadar az konuşur olduk günboyu
Birden ayrımsadık ki ayrılık orda başlıyor
Tam da susuşların birbirine eklendiği yerde..” **

Daha merhaba demedim değil mi ? Ne kadar dolduysam, anla artık. Merhaba. Uzun zaman oldu. En son arayı bu kadar açmayalım demiştik. Yine de olmuyor işte değil mi ? İş güç biraz da ihmalkarlık derken unutuveriyorsun. Ben de istemezdim böyle olmasını. Ama kimbilir, belki de normal olan bu. Yani ikimiz de farklı yerlerdeyiz artık. Başkaları var hayatımızda. Ortak dostlarımız kalmadı. Yalnızca kuru ve kısa bir merhaba, o da nezaket icabı. O halde doğru, yabancılaşma beraberinde –istemesek de- silmeyi ya da hiç yaşanmamış kabul etmeyi getiriyor. Demek insanın doğası böyle ; unutuyor..

“...
Her kaderin tesellisi bulunur, üzülme
İnsan ne kadar sevse unutabilir
Mevsimler, gelir geçer, yıllar geçer
Sen de unutursun bir gün gelir.” ***

Ben de unuttum. Hem de herşeyi. Başkaları gibi iyi ve kötü diye ayırmadan, kötüleri bırakıp iyileri saklamadan, bütünüyle. İyi birşey midir, henüz karar vermesem de tek tesellim bu; belki herhangi biriyim ama diğerleri gibi değilim. İnanması güç biliyorum ancak geçmişe dair hiçbirşeyi hatırlamıyorum : Ne zaman okula gittim, ne zaman mezun oldum, askerliğimi yaptım mı, çalışmaya ne zaman başladım, nerelerde kimlerle çalıştım, ne işler yaptım, ilk sevgilim kimdi, son sevgilimden nasıl ayrıldım, bu kadar zaman nasıl ve hangi arada geçti... Hepsi silik birer hayal, adeta birilerinin bir yerlerde başkaları ile ilgili anlatıkları hikayeler gibi. Belki annemin babamın çocukluğumda anlattığı masallar, belki de senin gibi...

Ben unutulmadım mı peki ? Ne kadar çok tahmin bile edemezsin. En az benim unuttuklarım kadar. Pişman mıyım : Hayır. Pişman mısın : Hayır. Pişmanlar mı: Hayır. Sanırım en doğrusu da bu : Unutmak. Geçmişle ya da geçmişte yaşamamak.

“...
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derece, öylesine ki,
mesala, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
bembeyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.” ****
 
İşte son. Görüdüğün gibi cümleler kağıda döküldükçe kalem sanki kılıç oluyor ve kan akıtıyor.. ve can acıtıyor. Kimseyi suçlamıyorum. Ne seni, ne de diğerlerini. Kocaman bir hayatı geride bıraktım. Ve ödünç aldığım zaman bitiyor. Elimde duran kalem ve önümdeki müsfette kağıt hala bana bakıyor, ama nafile.. Dedim ya bu son. Elveda yabancı, düşler buraya kadar...

“İki rayı gibiyiz
bir tren yolunun,
yakın olması
neyi değiştirir
son istasyonun” *****



Meraklısı için alıntılar :

* Sergei Yesenin “Elveda”
** Turgut Uyar “Ayrılık Ayracı”
*** Ümit Yaşar Oğuzcan “Ayrılanlar İçin”
**** Nazım Hikmet “Yaşamaya Dair”
***** Sunay Akın “Ayrılık”