Çarşamba, Ekim 13, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar VII

SON BÖLÜM

Vermeden alınamayan tek şeydir “mutluluk”..


İşte bitti ! Günler ve geceler süren bu kâbus bitti. Elimde son bir sigara var ve dumanı parmaklarımın arasından uçuşup havaya dağılıyor. En son 40 yıllık ömrün dağılışınıda böyle seyretmiştim. Hesabını verememiştim hiçbir şeyin. Nasıl verebilirdim ki ? Bütün hayatı “gecikmişlik” üzerine yazılı bir adam, zamanı geri alabilir mi, hiç yaşanmamış sayabilir mi ? 
Sorular, sorular.. ve hep aynı sorular; Birilerini kırdım ya da incittim mi ? Sevdiklerime gerçekten onları sevdiğimi söyleyebildim mi ? Kendimi değiştirebildim, dönüştürebildim mi ? Kime ne dedim ve gerçekte ne söylemek istedim ? Mutluluk, çocukluğuma ait siyah-beyaz bir fotoğrafta mı kaldı ? Hâlâ masum muyum yoksa onuda mı kaybettim ?
 

Artık yolun sonuna geldim. Oysa senin için, onca zamandır biriktirdiğim ve yazmam gereken daha onlarca, yüzlerce cümle var. Hepsi kelime kelime aklımda. Ancak hiçbirinin artık gerekli olduğunu düşünmüyorum. Ne söylesem, ne yapsam; içimdeki yeri doldurulmaz boşluğun, sessiz duvarlarından geri dönüyor. Bugüne kadar hiç alışkanlığım olmayan birşeyi ilk kez yaşama geçirme kıvancıyla “susuyor” ve “yarım bırakma” lüksünün tadını çıkarmaya çalışıyorum.

Sen benim son gördüğümsün,
son sevdiğim,
arayıpta bulamadığım,
yerini dolduramadığım,
yüreğime sığdıramadığım…

Bu seni düşleyerek yazmaya başladığım ilk şiirin girişi. Hiç haberin olmadı. Hoş haberin olsa bile büyük bir haz duyarak okur muydun, bilemiyorum şimdi. Çünkü hiçkimse bir ayrılığın ardından kendi için yazılan cümleleri duymak istemez. Uzak gelir. Cümleler ne kadar güzel olursa olsun, o güne kadar görmezden geldiği ya da artık küllenmiş ve yürekten atılmış duyguların tekrar hatırlanması, afişe olması, kabuk tutmuş bir yarayı yine/yeniden kanatacaktır.

Sen yaşamak gibisin,
nefes almak gibi,
uyanmak gibi,
dokunmak gibi…

Yıllar sonra ilk kez buluştuğumuz günü hatırlıyor musun ? Hani sıkıntılı bir Salı’ydı. Yağmur boşalıyordu gökyüzünden. Herkesin saklanmak için telaşla sağa-sola koşuşturduğu günlerden biriydi. Kendimizi bir sundurmanın altına atmayı başarmıştık. -Şiirin devamı işte o akşam şekillendi aklımda.- Bir taraftan elimizde mis kokulu kahve fincanları, diğer taraftan bardaktan boşanırcasına yağan yağmur. Kesik kesik ama birbirini tamamlayan cümleler ve iki adım ötedeki fırtınaya aldırmadan geçen zaman.. Önce farketmemiştim ağladığını -ne garip, oysa böyle kareleri hiç kaçırmam. Tamam görünüşte ağlamıyordun belki ama, yağmur güzel saklıyordu içine akan gözyaşlarını. Çok sonra ses tonun ele verdi kendini. Saklamaya çalışsan da, bakışların yetiyordu. Anladım ki aynı hapishanede ve belki de yan yana hücrelerde kilitli kalmıştık.. Üstelik arayacak, kurtacak hiç kimsemiz yoktu.

Bir bebeğin ilk adımı
ya da günün ilk ışığı,
belki baharın ilk yağmuru,
belki de bir dudaktan kalbe giden
ilk “seni seviyorum” u..

Biliyor musun neyi farkettim ? Meğer beni tanımlayan, yalnızlığımı dolduran, hayatımı tamamlayan senmişsin. Yaşamın içinde sen gezdirmişsin. Hep yanımda, yakınımdaymışsın. Yazdıkça anlıyorum şimdi, meğer sana söylemediğim ne çok şey varmış, anlatmadığım ne çok şey. Belki de yazmak bu yüzden zor geliyor. Unutmak, inan daha kolay...

Ve sen,
ne zaman ölmeye kalksam
vazgeçişim
yaşarken
kabullenişim
dönüş yolum,
gecemi aydınlatan tek yıldızım.

Sen benim herşeyimsin
Ve sen,
Yaşamak gibisin…


Şiir, düzyazıların arasında dağılır, bölünür gibi oldu.. Aynı bu sıralamada olduğu gibi, hepsini farklı günlerde yazdım.. İlk defa burada biraraya geliyorlar. Aslında kadınlar şiiri pek sevmez bilirim, oysa “hayatın özetidir” şiir.. İşte benim hayatımda, senin özetin bu şiirdi..

Evet, yalnızlığın ne olduğunu düşünmeye hiç vaktim olmadı bugüne kadar. Oysa yalnızdım hep. Bir iş yerinde çalışmam, sokaklarda kalabakların arasına karışmam sonucu değiştirmiyordu. Belki ait değildim hiçbirine ya da ait olmaya çalışıyordum onlar almıyordu beni içeriye. Susuyordum.. Ve bekliyordum.. Tıpkı gecenin ayazında, soba ateşini düşleyerek güneşin doğmasını bekleyen çocuklar gibi.

İşte bu uzun bekleyişlerin turuncuya döndüğü ikindi saatlerinden biriydi sanırım gittiğinde. Bir pazar mıydı neydi ? Tek hatırladığım yağmur önü rüzgârlı bir akşam vaktiydi. O rüzgâr öyle bir savurdu, öyle yerle bir etti ki.. Bittiğinde, artık ne sen o eski limandın, ne de ben dalgalardan kaçarken yorgun düşmüş o eski gemi.


“Yarın güneş yine doğacak,
perdeyi araladığında deniz,
yine ayna tutacak yüzüne
seninle şakalaşacak.
Martılar yine Kadıköy vapurunun
arkasında
susamlı bir parça simit için
kanat çırpacaklar.
O güzelim tuz kokusu
yine yakacak genzini
balkonda çayını yudumlarken
ve yine bir sundurmanın altına sığınacaksın
yaz yağmurundan kaçarken
ama bu kez yanında ben olmayacağım..


Elveda..”




“Son Not” :

Az önce çok sevdiğim biriyle telefonda konuşuyoruz. Bir önce eklediğim yazıyı okumuş (6.Bölüm), anladığım kadarıyla biraz da etkilenmiş ve belli etmese de sesi biraz endişeli :

- Sen iyi misin ?
- Evet iyiyim.. Sadece yorgunluk var biraz, hepsi o. Niye ki ?
- Ya oğlum ne öyle abidik gubudik şeyler yazıp da milleti ağlatıyorsun ?
(Bir anlık duraksama...)
- Ağlama o zaman..
- Ne ağlaması ? Sence ben ağlar mıyım ?
- Ağlarsın..


Bu şekilde uzayan ilginç bir diyalogdan sonra anladım ki; hâlâ vakit varken birşeyleri anlatmanın tam zamanı:

Bakın ben yazar değilim, şair hiç değilim. Böyle bir niteleme sıfatını hakettiğimi de düşünmüyorum. Üstelik yazdığım metinlerin hiçbir edebi değeri yok ve beni ebediyete de taşımayacaklar, biliyorum. Bu hikayelerin kahramanlarını kişileştirmek, “sen” ya da ”ben” haline dönüştürmek zor ve bir o kadar da yanlış. Beni tanıyan, daha doğrusu bu yazıları okuyan herkes kendi payına düşen parçaları zaten bulacak ve kendi çıkarımını yapacaktır. O yüzden sıkça karşılaştığım “Kime yazıyorsun ?” sorusunun karşılığı : “Hiç kimse”..


İtiraf etmeliyim ki şu yaşa geldim hâlâ girişken, baştan aşağı medeni cesaret abidesi bir adam olamadım. Ne gidene “kal” dedim, ne kalana “git”.. Konuşmayı çok sevemedim. Yazı yazmamın tek nedeni bu . Çünkü konuşmaktan çekindiğim, söylemeye cesaret edemediğim akşam sefası korkularımı biriktirip biriktirip kağıtlara dökmeyi tercih ettim. Herşey bir paragrafla başladı, şimdi elimde yüzlerce sayfa cümle var. -En yakınlarım dahil- hiçkimse okumadı, görmedi ve bilmiyor. Yani özetle demem o ki; okuduklarınızla sınırlı bu metinlerin hepsi bir anlamda benim kendimle yüzleşme öykülerimdir. Yoksa sanıldığı üz’re; acıtmak, üzmek, yaralamak ya da kanatmak gibi bir derdim hiç olmadı.


Son yazıların en güzel kısmı yazana ait bu “itiraf” bölümleridir, tadını çıkarın. Seven-sevmeyen, okuyan-okumayan, beğenen-beğenmeyen herkese ; Eyvallah..

Salı, Ekim 05, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar VI

BÖLÜM 6

“Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız…”


Garip ama yalnızlığın ne olduğunu bildiğim halde, bugüne kadar düşünmeye hiç vaktim olmadı. Çünkü sen vardın; ya yanımdaydın ya düşlerimde. Kendimi hiç birbaşına hissetmedim. Peki, ben ne zaman yalnız kaldım ?.. Gerçekten ama.. Yani sönmüş bir yanardağ ya da gökyüzünde artık parlamayan bir yıldız ya da ne bileyim kapağı hiç açılmamış bir kitap gibi.. ne zaman..? Yoksa sen miydin ? Sen mi yaptın, sen mi hissettirdin bütün bunların hepsini ?

“Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı..”


Seninle birlikte ama senden ayrı bir hayat yaşadım öyle mi ? Hiçbiri gerçek değildi yani; Farkında bile olmadan bir yalanın peşinden sürüklendim gittim.. Yani herşey güneşli bir kış sabahında başlayan sıcak bir “merhaba” ile, kül rengi ve yağmurdan bitap düşmüş bir ilkbahar akşamı söylenen “elveda” arasında geçen zaman kadardı. Ve Mayıs ayındaydık, ve ben kördüm; görmedim, anlamadım öyle mi ? Bırak yazmayı, cümlesini kurmak bile çok zor.. Bak, kalem her kağıda değdiğinde dağılan şey var ya; mürekkep değil artık o, kan.. Görüyor musun ? Yine başardın…

“daha az seviyorum seni
giderek daha az
unutur gibi seviyorum
azala azala
aramızdaki uzaklığın karanlığında.
geceler kısalıp, gündüzler uzuyor böyle olunca
daha az seviyorum seni
kendini iyileştiren bir yara gibi
daha az ve zamanla…”


Tamam, belki ben azalıyorum, belki de parlamayan bir yıldızım artık. Hepsi olabilir. Peki sana ne demeli ? Aslında kocaman bir yalanın içinde yaşıyorsun, işin kötü tarafı bunun farkındasın. Çektiğin bütün acıların nedenini biliyorsun ancak kendine bile itiraf edemiyorsun. Farkındalık beraberinde ait olmamayı getiriyor ve yaşadığın herşeyde bir adım daha geri gidiyor, biraz daha kabuğuna çekilip, biraz daha kayboluyorsun. “Olması gereken” çok uzaklardan geçen bir yelkenli.. “Olan”ı değiştirmeye gücün zaten yetmiyor, biliyorum !.. “Kabullenmekle” yetinmek zorunda kalıyorsun -ki bu da beraberinde vazgeçmeyi getiriyor; vazgeçiyorsun.. herşeyden, herkesten, en kötüsü kendinden…

Şimdi sesini duyar gibiyim, içinden içinden, belli belirsiz bir gülümsemeyle “Evet, ben buyum ve böyleyim” diyorsun “Üstelik öyle ya da böyle ben kazandım”.. Haklısın ! Ama yine de bu kadar hızlı gitme derim ben. Arada bir dur. Arkanı dönüp bir bak bakalım ne kadar kan kaybetmişsin ?


“Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
bir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasa
bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem.
Oysa ne kadar sakin sokaklar, kent ve bütün yeryüzü
ipince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne
sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün”


Artık bulunmam gereken nokta neresi ya da nerede durmam gerekiyor, gerçekten bilmiyorum ! Yaptığım herneyse doğru mu ya da ne kadar doğru ölçemiyorum. Dahası duramıyorum, içimdeki fırtınayı durduramıyorum.. Çoğaldığımı sanıyorum, azalıyorum. Sevdiğimi sanıyorum, bir başına kalıyorum. Gitgide aydınlanıyorum sanıyor ama karanlığa gömülüyorum. Yalnızlık dedikleri böyle birşey galiba..

Çok ama çok eskiden kendi kendime derdim ki; Dünyada bir insanın başına gelebilecek en kötü şey, yalnız kalması olsa gerek. Ama geçen yıllarla birlikte anladım ki; en kötüsü yalnız kalmak değil, yalnız hissetmene neden olan insanlarla beraber yaşamakmış. Şimdi herşeye başka insanların hayatlarına tanık oluyormuş ve sanki bu benim hayatım değilmiş gibi yaklaşıp, bununla yetinmek zorunda kalıyorum. Sonunda Anton Çehov hikayelerindeki karakterlere benzemeye başladım.. Ancak payıma düşen “Vanya Dayı” olamadı, ne yazık !