Bu olay yaşandığında tarih 31.Ağustos.2011'di.
Bütün olumsuzluklara rağmen güzel ve unutamayacağım bir geceydi. İşe bak ki
bugün yine 31 Ağustos ve aradan tam 2 yıl geçmiş. Bende değişen bir şey var mı ? Yok.. Son üç
günde Güliz, Reyhan, Melis ve Zafer'in doğum günlerini kutladım mı ? Kutladım..
Şimdi sırada ben varım. Ama çok büyük bir sorunum var, kendi doğum günümü
sevmiyorum. Sevsem bile nasıl kutlanır bilmiyorum. Cehalet işte.. Gerçi benim
zamanımda böyle bir gelenek yoktu, bilmemem normal. Bütün arkadaşlarımla
birlikte kutladığım bir tek onbeşinci yaş günüm var hatırladığım. Onu da
kulakları çınlasın, anneciğim organize etmişti. Bunun dışında hiç olmadı zaten.
Diğer taraftan insanlar da benim doğduğum günü öğrenmek ya da hatırlamak için
birbirleriyle yarışmadılar ne yalan söyleyim. Belki de bu yüzden öğrenemedim hatırlanmanın
ne kadar güzel bir şey olduğunu.
Benimkisi gayet mütevazi,
kendi halinde; anne, baba ve kızkardeşten mütevellit bir heyete, geçen yıllarla
birlikte kızkardeşimin eşinin, çok sonraları aramıza katılan iki yeğenimin eşliğiyle
oluşmuş çekirdek aile toplantısına benziyor genelde. Şikayet etmek için
söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Onların yanında çok mutluyum, o ayrı. Zaten
her yıl bir başka güne denk geldiği için kutlama diye bir şey de yok. Günlük
koşuşturmanın arasında telefonla konuşup, anlaşıyoruz bir şekilde. Oldukça rahat.. Yine de
sevmiyorum ama...
Dün 30 Ağustos'tu. Her 30 Ağustos'ta olduğu gibi bu yıl da çalıştım. İstanbul boşaldı; ülkenin %99.9'u tatilde, bense işimin başındaydım. Ha, ne yapıyorsun diyenlere cevabım "hiçbirşey". Gereksiz ve son dakika çıkmış üç ayaküstü toplantıya katılmamın dışında, tekkeyi bekledim. Bu iyi birşey mi, sağlıklı birşey mi, hala karar verebilmiş değilim. Bütün yapım şirketleri ve reklam ajansları daha perşembe gününden tatile çıkarken, masamın başında oturmak ne derece mantıklı gerçekten bilemiyorum. Hatta artık bilmek de istemiyorum. Böyle bir psikolojiyle karşılanan doğum gününün kime ne faydası olur, söyler misiniz bana...
Bir bu sevgililer
gününü bir de doğum gününü sevemedim ben. Ne yapayım, iyi şeyler hatırlatmıyor. Sevgililer
günüyle ilgili olanları zaten önceki bölümlerde okudunuz. Doğum günleri de çok
farklı değil. Mesela geçen yıl tam bugün; Yine birine çok aşığım. Yediğimiz
içtiğimiz ayrı gitmiyor. Neredeyse bir-bir buçuk yıldır görüşüyoruz. Herşey
yolunda ve tam kıvamında. Üstelik doğum günümde rezervasyon yaptırmış, birlikte
bir akşam yemeği yiyeceğiz. Nasıl keyfim yerinde anlatamam. Kararlıyım, o akşam
açılacağım ve sevdiğimi söyleyeceğim. Sohbetimizi ettik, içkilerimizi içtik,
güldük, eğlendik.. Geldik gecenin sonuna. "Seni çok
seviyorum" diye başladım cümleye ve ne varsa içimde döküldüm. Gerisini
anlatmaya gerek yok, tahmin edeceğiniz gibi reddedildim.
Bir benzerinide 2009'da yaşamıştım.. Bir arkadaş grubuyla yenilen akşam yemeklerinden birinde tanışmıştık. Bir süre sonra arkadaş grubumuzun dışında da buluşmaya, görüşmeye başladık. Onunla beraberken kendimi normal insanlar gibi hissettiğimi hatırlıyorum, ne garip.. Neyse yine doğum günümde -biraz da alkolün etkisiyle- ağzımdan "seviyorum seni, benim olur musun ?" cümlesi çıktı. Olanlar da oldu.. Bu bunalıma girip, saklanacak delik bulamadı koskoca şehirde. 3-4 gün ortalardan kayboldu. Karadeniz'e ailesinin yanına gitmiş. Hiçbir şekilde ulaşamıyorum. Telefonlarıma da cevap vermeyice Özdemir Asaf'a ait bir dizeyi yazıp, cep telefonuna mesaj attım "Tek kişilik miydi bu şehir, sen gidince bomboş kaldı..." diye. Geri dönüş olmadı tabi.. Neyse aradan bir-iki hafta geçti, bir elektronik posta geldi.. Uzun ve dağınık yazılmış bir metindi. Özetle "Ben de seni seviyorum ama senin olamam. Birine ait olacaksam önce aşık olmam gerek" diyordu. Sonra hızını alamadı, veda bile etmeden bir avrupa şehrine attı demiri. Hâlâ da orada yaşıyor. İşin dramatik kısmı geçen gün feysbuk sayfasına, -hay bu sosyal medya denilen illetin canı çıksın- "aşkta neymiş, sevmenin erdemleri varken" türünden bir şeyler yazmış.. Nasıl bir tepki vereyim bilemedim.. Gülsem mi, ağlasam mı ?
Bir hikaye daha var; O da fıkra gibi.. Hani "adamın biri bakkala gitmiş, gidiş o gidiş" diye anlatırlar ya. Benimkide aynı. "Bana 1 gün izin ver düşüneyim, cuma akşamı iş çıkışı buluşur konuşuruz" dedi. Gidiş, o gidiş işte. 2007'den beri haber alamadım kendisinden.
Herneyse.. Görüldüğü üz're Şubat ve Ağustos ayları benim bünyeye iyi gelmiyor. İnsan tabi yaşayarak görüyor, aslında yukarıdan mesaj çoook ama çok önceleri gelmiş ama ne yazık ki ben anlayamamışım. O yüzden bu seneyi doğum günümle ilgili birşey düşünmeden geçirmeyi planlıyorum. Günlerden zaten cumartesi ve belli ki akşama kadar da çalışacağım. Üstelik telefonumu da bütün gün kapalı tutacağım. Sosyal paylaşım sitelerinde doğum tarihim yazmıyor, kimsenin denk gelmesi mümkün değil. Ohh mis, daha ne olsun ?
"Mutlaka ve mutlaka bugün birşeyler yapmalıyız" diyenlere tavsiyem, 31.Ağustos, aynı zamanda ünlü Fransız şair Charles Baudelaire'in ölüm yıldönümü, ona ait şiirlerden birini bulun ve okuyun. Bakarsınız iyi gelir..
"Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman;
Deniz aynandır senin, kendini seyredersin
Bakarken, akıp giden dalgaların ardından.
Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin."
devam edecek...
Bir benzerinide 2009'da yaşamıştım.. Bir arkadaş grubuyla yenilen akşam yemeklerinden birinde tanışmıştık. Bir süre sonra arkadaş grubumuzun dışında da buluşmaya, görüşmeye başladık. Onunla beraberken kendimi normal insanlar gibi hissettiğimi hatırlıyorum, ne garip.. Neyse yine doğum günümde -biraz da alkolün etkisiyle- ağzımdan "seviyorum seni, benim olur musun ?" cümlesi çıktı. Olanlar da oldu.. Bu bunalıma girip, saklanacak delik bulamadı koskoca şehirde. 3-4 gün ortalardan kayboldu. Karadeniz'e ailesinin yanına gitmiş. Hiçbir şekilde ulaşamıyorum. Telefonlarıma da cevap vermeyice Özdemir Asaf'a ait bir dizeyi yazıp, cep telefonuna mesaj attım "Tek kişilik miydi bu şehir, sen gidince bomboş kaldı..." diye. Geri dönüş olmadı tabi.. Neyse aradan bir-iki hafta geçti, bir elektronik posta geldi.. Uzun ve dağınık yazılmış bir metindi. Özetle "Ben de seni seviyorum ama senin olamam. Birine ait olacaksam önce aşık olmam gerek" diyordu. Sonra hızını alamadı, veda bile etmeden bir avrupa şehrine attı demiri. Hâlâ da orada yaşıyor. İşin dramatik kısmı geçen gün feysbuk sayfasına, -hay bu sosyal medya denilen illetin canı çıksın- "aşkta neymiş, sevmenin erdemleri varken" türünden bir şeyler yazmış.. Nasıl bir tepki vereyim bilemedim.. Gülsem mi, ağlasam mı ?
Bir hikaye daha var; O da fıkra gibi.. Hani "adamın biri bakkala gitmiş, gidiş o gidiş" diye anlatırlar ya. Benimkide aynı. "Bana 1 gün izin ver düşüneyim, cuma akşamı iş çıkışı buluşur konuşuruz" dedi. Gidiş, o gidiş işte. 2007'den beri haber alamadım kendisinden.
Herneyse.. Görüldüğü üz're Şubat ve Ağustos ayları benim bünyeye iyi gelmiyor. İnsan tabi yaşayarak görüyor, aslında yukarıdan mesaj çoook ama çok önceleri gelmiş ama ne yazık ki ben anlayamamışım. O yüzden bu seneyi doğum günümle ilgili birşey düşünmeden geçirmeyi planlıyorum. Günlerden zaten cumartesi ve belli ki akşama kadar da çalışacağım. Üstelik telefonumu da bütün gün kapalı tutacağım. Sosyal paylaşım sitelerinde doğum tarihim yazmıyor, kimsenin denk gelmesi mümkün değil. Ohh mis, daha ne olsun ?
"Mutlaka ve mutlaka bugün birşeyler yapmalıyız" diyenlere tavsiyem, 31.Ağustos, aynı zamanda ünlü Fransız şair Charles Baudelaire'in ölüm yıldönümü, ona ait şiirlerden birini bulun ve okuyun. Bakarsınız iyi gelir..
"Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman;
Deniz aynandır senin, kendini seyredersin
Bakarken, akıp giden dalgaların ardından.
Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin."
devam edecek...