Unutuyoruz
çünkü aklımızda kalan bir "son kare" hep var. Belki kimse farkında
değil, bilinçli yapılan birşey de değil
ama, hayatın yaşandığı andan itibaren akışını değiştiren tek şey o "son
kare". Mesela çok sevdiğimiz birini kaybettik diyelim, onunla ilgili hatırladığımız
şey birlikte geçirdiğimiz son on-yirmi yıl, vakfedilmiş bir ömür, sevgi,
sadakat, mutluluk değil; musalla taşındaki tabut yahut mezarlıktaki kara
toprak. Oysa
başı sonu belli olan bir yolculuk bu. Zamanlı ya da zamansız hiç farketmez.
Daha doğduğumuz gün gideceğimiz yer belli. Sağ çıkmak mümkün değil. O halde bu
yolculuğu değerli kılan ne ? Başlangıç ile son arasında geçen sürenin doğru/güzel/kaliteli
olması öyle değil mi ? İşte affetme kısmı burada başlıyor.
Genelde
affetme ile ilgili yaygın kanı; yüzyüze kalınılan kötü bir davranışın, bir
zaman geçtikten sonra hoşgörülmesi, hiç olmamış gibi varsayılması ya da
unutulması şeklinde. Öyle değil ama.. En azından benim sözlüğümde karşılığı öyle
değil. Çünkü "affetmek" sadece içinde bulunduğun durumu
"kabullenmek", asla "unutmak" değil. Bir sonraki
hatada "affedilen şeyin hatırlanmayacağı" anlamında ise hiç değildir. Olsa olsa
karşındakine bir şans daha vermektir.
Çok mu
katı düşünüyorum ? Ancak düşünsenize, biri
diğerine karşı bir hata yapıyor. Karşısındakine ne kadar zarar verdiğini, onda
ne tür travmalar yarattığını, nasıl acılar çektirdiğini bilmeden; tek bir
"seni affediyorum" cümlesiyle her şeyin unutulduğunu sanıyor. Hokus
pokus, bakın içi boş şapkadan tavşan çıktı!.. Sorarım size adalet bunun neresinde ? Affetmek kolay değil. Açılan
hiç bir yara, tek bir kelimeyle iyileşemiyor ne yazık ki! Kabuk bile tutamıyor. Şimdi bana diyorlar ki
"affet". "Niye?" diye soruyorum; özgürleşmek için gereklilik
olduğunu söylüyorlar. Sözüm'ona geçmişin yükünü alacakmış omuzlarımdan. Hayır
efendim, top yekün reddediyorum. Önce herkes kendi üzerine düşen bedeli
ödeyecek. Sonra karşılıklı oturup bakacağız; yeni bir şans verme durumu var mı,
yok mu diye...
Ben
nerede ayıldım peki ? Bir gün çalışıyorum böyle yine.. Selin aradı "Akşam
buluşalım mı?" diye. "Tamam" dedim. Neyse buluştuk. Laf lafı
açıyor konuşuyoruz ama yüzünde bir tedirginlik var, belli etmemeye çalışıyor.
Ben de rahatlaması için saçma sapan ne varsa anlatıyorum, e malum bu kadar
zaman bir psikiyatr'la birlikte olunca, insan psikolojisiyle ilgili ister
istemez sen de bir şeyler öğreniyorsun. Bir-iki saat geçti bende cümleler
tükendi, bizimkinde hâlâ "tık" yok. Dayanamadım sordum :
- Bir
şey var ve bana söylemiyorsun değil mi ?
- Sen...
Konuşamıyorsun yani.. Hımm, ilginç bir durum.. Peki.. O zaman senin bana uyguladığın
metodu uygulayalım doktorcuğum...
-...
-
Şimdi hiç birşey düşünme.. Derin bir nefes al ve sakinleş.. İçinden ona kadar
say ve bir defada tane tane söyle içinden geçenleri..
- Beni affet..
Dedi
ve ağlamaya başladı. Meğer son buluşmamızmış bu. Amerika'da bir okuldan doktora
yapması için bir teklif gelmiş. Okuldur, tezdir, öğretim görevliliğidir en az
5-6 sene sürecekmiş. Hepsini benden gizlemiş. Ama asıl üzüldüğü ve
"affet" dediği konu gizlemesi değil; bu planların hiçbirine beni
dahil etmemesiymiş. 1 hafta içinde bütün eşyalarını toplayıp gitti. O arada bir
mesaj geldi "Ne olur böyle ayrılmayalım, içime sinmiyor. Şu gün, şu saatte
uçağım kalkıyor beni yolcu etmeye gel" diye. Cevap yazamadım, parmaklarım
o tuşlara gitmedi. Yine de duramadım, söylediği saatte gittim havaalanına.
Benim dışımda, bütün sevdikleri oradaydı; ailesi, arkadaşları.. Hepsi sarmaş
dolaş, bir taraftan gülüyor eğleniyor, diğer taraftan hiç durmadan fotoğraf
çekiyorlardı. O mutluluk dolu karelerde artık bana yer yoktu; bu yüzden
yanlarına bile yaklaşamadım. Salya sümük herkesle tek tek vedalaşıp ufukta
kaybolasıya kadar, uzaktan nemli gözlerle izledim. Gitmişti işte, hem de onu ne kadar
özleyeceğimi bile bile..
Keşke
benim onu özlediğim kadar, o da beni sevebilseydi.