Salı, Ekim 05, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar VI

BÖLÜM 6

“Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız…”


Garip ama yalnızlığın ne olduğunu bildiğim halde, bugüne kadar düşünmeye hiç vaktim olmadı. Çünkü sen vardın; ya yanımdaydın ya düşlerimde. Kendimi hiç birbaşına hissetmedim. Peki, ben ne zaman yalnız kaldım ?.. Gerçekten ama.. Yani sönmüş bir yanardağ ya da gökyüzünde artık parlamayan bir yıldız ya da ne bileyim kapağı hiç açılmamış bir kitap gibi.. ne zaman..? Yoksa sen miydin ? Sen mi yaptın, sen mi hissettirdin bütün bunların hepsini ?

“Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı..”


Seninle birlikte ama senden ayrı bir hayat yaşadım öyle mi ? Hiçbiri gerçek değildi yani; Farkında bile olmadan bir yalanın peşinden sürüklendim gittim.. Yani herşey güneşli bir kış sabahında başlayan sıcak bir “merhaba” ile, kül rengi ve yağmurdan bitap düşmüş bir ilkbahar akşamı söylenen “elveda” arasında geçen zaman kadardı. Ve Mayıs ayındaydık, ve ben kördüm; görmedim, anlamadım öyle mi ? Bırak yazmayı, cümlesini kurmak bile çok zor.. Bak, kalem her kağıda değdiğinde dağılan şey var ya; mürekkep değil artık o, kan.. Görüyor musun ? Yine başardın…

“daha az seviyorum seni
giderek daha az
unutur gibi seviyorum
azala azala
aramızdaki uzaklığın karanlığında.
geceler kısalıp, gündüzler uzuyor böyle olunca
daha az seviyorum seni
kendini iyileştiren bir yara gibi
daha az ve zamanla…”


Tamam, belki ben azalıyorum, belki de parlamayan bir yıldızım artık. Hepsi olabilir. Peki sana ne demeli ? Aslında kocaman bir yalanın içinde yaşıyorsun, işin kötü tarafı bunun farkındasın. Çektiğin bütün acıların nedenini biliyorsun ancak kendine bile itiraf edemiyorsun. Farkındalık beraberinde ait olmamayı getiriyor ve yaşadığın herşeyde bir adım daha geri gidiyor, biraz daha kabuğuna çekilip, biraz daha kayboluyorsun. “Olması gereken” çok uzaklardan geçen bir yelkenli.. “Olan”ı değiştirmeye gücün zaten yetmiyor, biliyorum !.. “Kabullenmekle” yetinmek zorunda kalıyorsun -ki bu da beraberinde vazgeçmeyi getiriyor; vazgeçiyorsun.. herşeyden, herkesten, en kötüsü kendinden…

Şimdi sesini duyar gibiyim, içinden içinden, belli belirsiz bir gülümsemeyle “Evet, ben buyum ve böyleyim” diyorsun “Üstelik öyle ya da böyle ben kazandım”.. Haklısın ! Ama yine de bu kadar hızlı gitme derim ben. Arada bir dur. Arkanı dönüp bir bak bakalım ne kadar kan kaybetmişsin ?


“Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
bir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasa
bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem.
Oysa ne kadar sakin sokaklar, kent ve bütün yeryüzü
ipince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne
sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün”


Artık bulunmam gereken nokta neresi ya da nerede durmam gerekiyor, gerçekten bilmiyorum ! Yaptığım herneyse doğru mu ya da ne kadar doğru ölçemiyorum. Dahası duramıyorum, içimdeki fırtınayı durduramıyorum.. Çoğaldığımı sanıyorum, azalıyorum. Sevdiğimi sanıyorum, bir başına kalıyorum. Gitgide aydınlanıyorum sanıyor ama karanlığa gömülüyorum. Yalnızlık dedikleri böyle birşey galiba..

Çok ama çok eskiden kendi kendime derdim ki; Dünyada bir insanın başına gelebilecek en kötü şey, yalnız kalması olsa gerek. Ama geçen yıllarla birlikte anladım ki; en kötüsü yalnız kalmak değil, yalnız hissetmene neden olan insanlarla beraber yaşamakmış. Şimdi herşeye başka insanların hayatlarına tanık oluyormuş ve sanki bu benim hayatım değilmiş gibi yaklaşıp, bununla yetinmek zorunda kalıyorum. Sonunda Anton Çehov hikayelerindeki karakterlere benzemeye başladım.. Ancak payıma düşen “Vanya Dayı” olamadı, ne yazık !


Hiç yorum yok: