Herşey yüz değiştiriyor,
farklılaşıyor zamanla. Ayağının altındaki zemin kayıyor. Bir süre sonra boşluğa
basmaya, olmayan bir köşeye tutunmaya çalışıyorsun. "-mış" gibi
hikayesi böyle başlıyor işte. Sevdiğin var ama, yokmuş; suçlu var ama, yokmuş;
tutuyorsun ama, yokmuş; sarılıyorsun ama, yokmuş; hayal kuruyorsun ama, yokmuş;
muş.. muş.. muş... Sonu gelmiyor bir türlü. Gerçek olanla, olmayan yer
değiştiriyor sürekli. Böyle olunca kelimeler gerçek anlamlarını, kavramlar
değerlerini yitirmeye başlıyor. Mesela ben seni çok seviyorum ya, meğerse
sevmiyormuşum; öyleymiş gibi yapıyormuşum.. Seven birinin sevmiyormuş gibi
yapması bir yere kadar kabul edilebilir bir düşünce olabilir; ancak hiç
sevmeyen birinin seviyormuş gibi yapması kadar da rezil bir durum yok galiba. Herneyse,
ikisi de bana göre değil, ayrıca "-mış gibi yapma" hikayelerinden de
nefret ediyorum.
Hasan Hüseyin Korkmazgil'in
"Acılara Tutunmak" şiirini okumuş muydun ? "Aramakmış oysa sevmek; özlemekmiş oysa sevmek...Yalanmış hepsi
yalan; sevmek diye birşey vardı; sevmek diye birşey yokmuş.." Bendeki izi derindir. "Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de".. Ama ya
acılarımız aynı değilse ? Yine özgür olacak mıyız ikimiz de ?
Zaten başıma ne
geldiyse hep bu şiirlerden geldi. Ah Sevinç Hanım, ah ! Neden o ödevi verdin ki
bana ? Bak o zaman açtırdığın sayfa bu
yaşa geldim hala kapanmıyor..
Bugünlerde canım
çok sıkılıyor,
Dudaklarımdan iki
hece çıkmıyor,
Adını
söyleyemiyorum,
Elini tutamıyorum,
Yüzünü göremiyorum.
O kadar yakın
Ve o kadar uzaksın
ki...
Diğer yandan, mütemadiyen altı aydır yazıyorum - ki (s)aklımdakiler
serisinin son bölümü dahil- bu onaltıncı. O zaman bir başkasında
bıraktığım bu yüreği, geri alıp sana vereceğimi söylüyordum ;
"...
Onunla
beraber geceleyin yıldızları sayabiliriz hatta hepsine ayrı ayrı isim
bile verebiliriz. Olmadı bir gece uykusuz kaldığımızda, aynı gökyüzünün
altında gün doğumunu birlikte karşılayabiliriz. Belki bir gün dilimize
aynı şarkı dolanır ve “bu bizim şarkımız olsun” diyebiliriz.
Dudaklarımızdan tek bir cümle dökülmeden saatlerce birbirimize bakıp
yalnızca gözlerimizle konuşabiliriz. En sevdiğimiz filmleri defalarca
izleyip, bıkmadan usanmadan aynı yerlerine gülüp, aynı yerlerinde
ağlayabiliriz. Hatta belki, her defasında “seni çok seviyorum”la biten
kavgalar da edebiliriz..
İyi ol.. Mutlu kal..
Çünkü gidiyorum..
Çünkü senin sandığın bu kalbi, artık bir başkasına teslim ediyorum..
Çünkü birgün biri beni hayallerine ortak edecekse, bu kişi o olsun istiyorum..
Elveda yabancı..
Düşler buraya kadar...
(Saklımdakiler - Son Bölüm)"
Öyle
de yaptım zaten, ama senin bunu kabul etmen ya da etmemen değil mesele.
Çünkü başlangıç noktasıyla şu an bulunduğumuz yer arasında dünya kadar
fark var. Üstelik ikimiz de aynı kişiler değiliz artık, hala
dönüşüyoruz. Başlarda hiç aklımdan geçmemişti ne yalan söyleyim. Sen ve
ben.. İkimiz.. Birlikte.. Yazarken bile garip geliyor şimdi. Ne olduysa
geçen yıl oldu. Hatırlıyor musun, bir gece sana, seni sevdiğimi
söylemiştim.. Laf olsun diye değildi işte o.. Gerçekten öyle olduğu
içindi. Bir taraftan "Dönüşüyoruz" diyorum ama seni sevmelerim hiç
azalmıyor, hiç bitmiyor. Yani evrimi tamamlayamadım henüz. Buna rağmen
eksik bir ilişki üzerine bu kadar uzun süre yazmanın şaşkınlığı
içindeyim. Hani Turgut Uyar der ya; ''Her şeyden biraz kalır diyordu hayat. Kavanozda biraz kahve, kutuda birkaç sigara, insanda biraz acı''.
Ah
bir de konuşabilsem, neler söyleyeceğim ama; bombardımana uğramış
yıkık, dökük şehirlere döndüğüm için; tutanın elinde kalıyorum ve bir
türlü toparlanıp kendime gelemiyorum..
Bazı geceler yalnızlık
çöküyor omzuma,
Gemiler, yıldızler
derken
Hepsine senin adını
veriyorum
Ama sen bilmiyorsun...
Bazen gölgen oluyorum
Hemen yanıbaşında,
Görmüyorsun...
Bazen de ağlıyorum
omzunda,
Duymuyorsun...
Travmatik bir durum haliyle. İnsanın kendi etrafına ördüğü duvar ya
da içindeki coşkuyu dışarı vurmak isterken ruhunun önüne kurduğu
barikatlar gibi.. Ne ileri gidebiliyorum, ne geri. Adını bilmediğim
birşey sürekli tutuyor. Oysa hayatın akışına kendini kaptırmak, herşeyi
oluruna bırakmak istiyorum, ama ne çare beceremiyorum.. Çünkü o duvar
sürekli engelliyor ve içten içe hapsediyor. Geldik en tatsız noktaya;
kısır döngü. İstesen de, istemesen de herşeyin aynılaştığı yer. Her
yaşadığım gün bir öncekinin benzeri sanki. Ben daha az önce aklımdan
geçeni düşünüp devamını getirmeye çalışırken, bir de bakıyorum ki herşey
olup bitmiş.. "Gelecek" dediğim şey de "Dün" olmuş. Üstelik kendimi
tekrar etmeye başlamışım, tıpkı iğnesi takılmış bir plak gibi...
O labirentteki fare, peyniri bulmak için hangi kapıya gidiyordu sürekli, dört mü ? Ben hala çıkış yolunu bulamadım da !
Bugünlerde canım
sıkıldıkça
Kendimi yollara
atıyorum.
Her yüzde seni
arıyorum
Ve seni soruyorum
her yüze.
Sonra eski aşklar
geliyor aklıma,
Siyah – Beyaz ;
Istanbul yeditepe,
Haliç, sandal
sefaları vesaire...
Pierre Loti’den
bakıyorum bazen
Bazen de Rumeli
Hisar’ından
Hem sana, hem
İstanbul’a...
Hani amerikan filmlerinde
klasikleşmiş bir sahne vardır. Genç kadın ya da adam tam evlerinin kapısına
geldiğinde anahtarlarının olmadığını anlarlar.. Ceplerini, çantalarını
karıştırırlar bir süre. Sonra akıllarına paspasın altındaki yedek anahtar
gelir. Anahtarı oradan alıp, kapıyı açar ve içeri girerler.. İşte kendimi o paspasın altındaki anahtar
gibi hissediyorum bir süredir; çantada taşınan asıl anahtar kaybolmadığı
sürece, herkesin bir köşede unuttuğu yedek anahtar. Yalnızca birinin başı
sıkıştığında aranan, yardım istenen bir obje olmak nasıl kötü bir duygu, anlatamam..
Düşünsene öyle güzel gizlemişler ve öyle güzel unutmuşlar ki, neredeyse yaşadığını
bile kendinden başkasının bilmediği bir varlık.. "Olmaz" deme..
Olur..
Düşlediğim, aklımdan
geçirdiğim hiçbir şey gerçekleşmiyor. İşte bu yüzden yaşamam gereken ya da
hakettiğim hayatı yaşamıyormuşum gibi geliyor. Sanki herşey uçuça eklenmiş,
yapıştırma kağıt oyuncaklar gibi. Dokunsam devrilip, parçalanacaklar. Susmamın
nedeni de bu. Konuşursam sanki düşecekler; düşerlerse parçalanacaklar; parçalanırlarsa
herşeyi kaybedeceğim. Sonrası daha kötü; bir ömür geçse, o parçaları toplayıp
tekrar biraraya getirmeye gücüm yetmeyecek.
Bugünlerde canım
sıkıldıkça
Gitmek istiyorum.
Içinde sen olan bu
şehri
Bırakıp uzaklara
gitmek.
Ve görmemek
Ve dönmemek
Ve sevmemek
istiyorum gibi birşey,
ama olmuyor...
Bugünlerde canım
çok sıkılıyor..
Çok mu dağıttım ?
Peki toparlıyorum o zaman; aslında her birimiz, yaşadığımız bütün
anların ve anıların toplamıyız. Tek başına değil hem de, çevremizde
tanıdığımız bütün insanlarla birlikte. Ve bu anlar bizim geçmişimizi
oluşturuyor. Örneğin en sevdiğimiz insanlar, olaylar, anılar kafamızın
içinde bir yerlerde devamlı tekrar ediyor değil mi ? Bizi bir anlamda
var eden bu. Diyelim çok sevdiğimiz birini kaybettik, geri dönüşü yok..
Çok da üzülüyoruz..Nasıl ayakta kalıyoruz peki, nasıl sabrediyoruz ?
İşte bu anılarla. Düşün ki içlerinden bir ya da birkaç tanesini unuttuk.
Olmaz ya hafızamız o kısmı sildi.. Denge bozuluyor değil mi ? Daha düne
kadar herkes için tanıdık, bilindik "bir kimse" iken, birden "hiç
kimse" oluveriyorsun.. Dağılan parçaları bir araya getirememizin ya da o
plağın sürekli takılmasının nedeni bu. Benim gidememin de..
Bu son satırları, artık senden ne yazılı ne de sözlü bir cevap
beklemediğimi söylemek için yazıyorum. Hayatında ilk defa birini
karşılık beklemeden seven, saçının teline zarar gelse üzülen,
aramadığında merak eden, görmediğinde endişelenen, kelimelerin eksik
kaldığında tamamlayan, sessizliğe ihtiyacın olduğunda sabırla paylaşan
ve nefes aldığı her dakikanın altmış saniyesine bile seni tek tek
sığdırabilen; profesyonel bir hikaye anlatıcısı ve amatör bir şair
olarak kabul etmeliyim ki, bu kez yenildim.
Hayal etmek, yaşamın yarısı değilmiş meğer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder