Gelelim hikayenin en başına,
yani sıfır noktasına.. Çok renkli ve parlak bir çocukluk geçirdiğimi söylemek
zor. Bütün memur ailelerinde olduğu gibi herşeyin başlangıcı şu sihirli
kelimede saklı : "Yokluk".
Gerçi çocukken algılamakta bir miktar zorluk yaşanıyor. Ne demek ki
"Yok" ?
Bunu anlamakta güçlük çektiğim
için "Şimdi yok ama bu hiç olmayacak anlamına gelmiyor" türünden
cümlelerle avutmaya çalışıyorlardı. Baktılar olmuyor "Aybaşı hele bir gelsin.."
ile başlayan umut cümleleri serpiştirmeye başladılar bir süre sonra. Ben
tamamını hatırlamıyorum ama annem hala anlatır; birşey istediğim zaman
"aybaşında baban maaş alınca" derlermiş. Ben de bir elimin bütün
parmaklarını açıp, diğer elimle tek tek parmaklarımı sayarak: "Bu kadar,
bu kadar, bu kadar, geçicek.. yatıcaz kalkıcaz, yatıcaz kalkıcaz.. aybaşı
olacak, babam maaş alacak.. Sonra bana oyuncak, elbise, ayakkabı alıcaz "
diye hayal kurarmışım.. Türk filmlerindeki replikler gibi değil mi ? Öyle
öyle.. biliyorum... Yine de çoğu çocuğa göre şanslı olduğum söylenebilir, en
azından kapının önüne atılıp kendi kendine büyümesi beklenen çocuklardan biri
olmadım. Beni koruyan, kollayan bir anne ve babam hep vardı. Babam o küçücük
memur maaşıyla, annem eskilerden yeni yapma yeteneğine sahip terziliğiyle
ellerinden geleni yaptılar. Ama yine de işleri zordu, zira evrende yer alan
hiçbir şey "yoktan var olmuyordu"..
Öztürk ailesinin çocuk
serüveni benden tam bir yıl önce doğan ağabeyim Bilge ile başlar. Tam bir yıl
diyorum çünkü birimiz 31 Ağustos, diğerimiz 1 Eylül doğumluyuz. O zaman annem 17,
babam ise 23 yaşında. Bizimkilerin yeni dünyaya gelen ilk oğulları ile
mutlulukları çok uzun sürmüyor ama. Henüz üç aylıkken rahatsızlanan Bilge'yi
geçirdiği bir havale sonucu, solunum yetmezliğinden kaybediyorlar. 60'lı yıllar..
Hastane yok, ambülans yok, acil servis yok, doktor yok; gecenin bir yarısı
bulabileceğin otobüs, minibüs, taksi... hiçbir şey yok.. Yalnızca gece
yatağından kaldırdığın ve bebeğinin hastalığını anlayabileceğini düşündüğün
mahallenin ebesi, ve gözyaşları içinde çaresizce ağlarken ellerini havaya
kaldırıp "Allahım ne olur oğlumu bana bağışla" diye yalvardığın, yaradanın.
İşte annem ile babamın "yoklukla" ilk tanışmaları böyle. Hemen
senesine ben doğuyorum zaten.. Doğar doğmaz, sonum Bilge gibi olmasın, ben de
"yok olmayım" diye kulağıma ilk ezanı "Yaşar" diye
okutuyorlar rahmetli Tahir amcaya, sonra koymak istedikleri ismi söylüyorlar..
Hem "yaşayım", hem de "özgür" olayım diye.
O günlerden kalan tek hatıra,
küçük halamın öğretmen okulunda öğrenciyken yüzünü hiç görmediği biricik yeğeni
için gönderdiği renkli bir bebek karpostalı :
"Canım Bilge'me sevgilerimle... imza.. halan" . Annem o
karpostalı hala eski fotoğrafların arasında saklar. Bilge şu anda yok, aramızda
değil belki; ama onu var eden ve nüfus kayıtları dışında gerçekten yaşadığını
kanıtlayabileceğimiz tek obje o renkli kağıt parçası..
devam edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder