Salı, Nisan 09, 2013

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Dokuz)



Gelelim hikayenin en başına, yani sıfır noktasına.. Çok renkli ve parlak bir çocukluk geçirdiğimi söylemek zor. Bütün memur ailelerinde olduğu gibi herşeyin başlangıcı şu sihirli kelimede saklı :  "Yokluk". Gerçi çocukken algılamakta bir miktar zorluk yaşanıyor. Ne demek ki "Yok" ?

Bunu anlamakta güçlük çektiğim için "Şimdi yok ama bu hiç olmayacak anlamına gelmiyor" türünden cümlelerle avutmaya çalışıyorlardı. Baktılar olmuyor "Aybaşı hele bir gelsin.." ile başlayan umut cümleleri serpiştirmeye başladılar bir süre sonra. Ben tamamını hatırlamıyorum ama annem hala anlatır; birşey istediğim zaman "aybaşında baban maaş alınca" derlermiş. Ben de bir elimin bütün parmaklarını açıp, diğer elimle tek tek parmaklarımı sayarak: "Bu kadar, bu kadar, bu kadar, geçicek.. yatıcaz kalkıcaz, yatıcaz kalkıcaz.. aybaşı olacak, babam maaş alacak.. Sonra bana oyuncak, elbise, ayakkabı alıcaz " diye hayal kurarmışım.. Türk filmlerindeki replikler gibi değil mi ? Öyle öyle.. biliyorum... Yine de çoğu çocuğa göre şanslı olduğum söylenebilir, en azından kapının önüne atılıp kendi kendine büyümesi beklenen çocuklardan biri olmadım. Beni koruyan, kollayan bir anne ve babam hep vardı. Babam o küçücük memur maaşıyla, annem eskilerden yeni yapma yeteneğine sahip terziliğiyle ellerinden geleni yaptılar. Ama yine de işleri zordu, zira evrende yer alan hiçbir şey "yoktan var olmuyordu"..

Öztürk ailesinin çocuk serüveni benden tam bir yıl önce doğan ağabeyim Bilge ile başlar. Tam bir yıl diyorum çünkü birimiz 31 Ağustos, diğerimiz 1 Eylül doğumluyuz. O zaman annem 17, babam ise 23 yaşında. Bizimkilerin yeni dünyaya gelen ilk oğulları ile mutlulukları çok uzun sürmüyor ama. Henüz üç aylıkken rahatsızlanan Bilge'yi geçirdiği bir havale sonucu, solunum yetmezliğinden kaybediyorlar. 60'lı yıllar.. Hastane yok, ambülans yok, acil servis yok, doktor yok; gecenin bir yarısı bulabileceğin otobüs, minibüs, taksi... hiçbir şey yok.. Yalnızca gece yatağından kaldırdığın ve bebeğinin hastalığını anlayabileceğini düşündüğün mahallenin ebesi, ve gözyaşları içinde çaresizce ağlarken ellerini havaya kaldırıp "Allahım ne olur oğlumu bana bağışla" diye yalvardığın, yaradanın. İşte annem ile babamın "yoklukla" ilk tanışmaları böyle. Hemen senesine ben doğuyorum zaten.. Doğar doğmaz, sonum Bilge gibi olmasın, ben de "yok olmayım" diye kulağıma ilk ezanı "Yaşar" diye okutuyorlar rahmetli Tahir amcaya, sonra koymak istedikleri ismi söylüyorlar.. Hem "yaşayım", hem de "özgür" olayım diye.

 O günlerden kalan tek hatıra, küçük halamın öğretmen okulunda öğrenciyken yüzünü hiç görmediği biricik yeğeni için gönderdiği renkli bir bebek karpostalı : "Canım Bilge'me sevgilerimle... imza.. halan" . Annem o karpostalı hala eski fotoğrafların arasında saklar. Bilge şu anda yok, aramızda değil belki; ama onu var eden ve nüfus kayıtları dışında gerçekten yaşadığını kanıtlayabileceğimiz tek obje o renkli kağıt parçası..


 devam edecek...

Hiç yorum yok: