Salı, Mayıs 15, 2007

Seyirdışı Notlar XVIII

“Hayattan beklentilerini karşılayamayanlar, intikam alırlar. İki ucu yanık meşale gibidir bu. Ya kendisine zarar verir ya da en yakınındakine. Ve ne yazıktır ki geç farkeder, canı yanan her kim olursa olsun, aslında hepsi aynı kişidir ” diye birşeyler karalamışım. Neredeyse iki yıl geçmiş. İlginçtir, o zaman bu zamandır elime kağıt ve kalemde değmemiş, okuyunca farkettim. Bir an şu geldi aklıma “acaba ben de intikamımı bu şekilde mi aldım ?”. Kimbilir, belki de...

Ben doğduğumda televizyon yoktu. Yalnızca radyo. Hoş deneme yayınları ve paket yayınlar başladığında televizyon alacak para da yoktu ya. Hayır, hayır ! benim televizyoncu olacağım daha o günlerden belliymiş edebiyatı değil. Elbiselerin ve ayakkabıların 1-2 numara büyük alındığı zamanlardan bahsediyorum. Her semte yaklaşık üç arabanın düştüğü, okulların hastanelerin uzak olduğu, yazlık sinemalarda haftada iki film seyredildiği, çay bahçelerinde ünlü sanatçıların bir saz eşliğinde şarkılar türküler söylediği, hafta içi “arkası yarın” lara haftasonları ise radyo tiyatrolarına endeksli, komşular, arkadaşlar en önemlisi dostlarla geçen güzel zamanlar. Babam memurdu, iki sene orası üç sene burası gezdik. Bize kol kanat gerecek aile büyükleri yanımızda olamadı, uzaktık çünkü. Ama kötü günler geçirdiğimizi de söyleyemem. Ne zaman başımız sıkışsa dostlarımız yanımızda ve bizimleydi. Yalnız kalmadık hiç. Evimiz, aşımız, sevincimiz, kederimiz hep bir oldu. Kesintisiz ve karşılıksız.

Burada ilginç olabilecek bir de saptama yapmak istiyorum. Örneğin benim ailem hala gençlik yıllarında edindikleri o ilk dostluklarıyla yaşar, 40 yıl geçmesine rağmen hala onlarla görüşür, onlarla mutlu olurlar. Mesafenin ne olduğu ne kadar olduğu düşünülmez, gidilir, gelinir, misafir edilir, ağırlanır.. Olmadı mı, o kilometrelerce uzaktaki ses telefon tuşları kadar yakındır. Aranır “İyi misin ?” diye sorulur.. Akşam evlerinize gidince, anne ve babalarınıza sorun. Eminim onlar da benzer hikayeler anlatacaklardır. Bence, bir de onların ağzından dinleyin, aralarda sizin çocukluğunuzla ilgili hatırlamadığınız küçük küçük hikayeler de çıkacaktır. Hem fena mı olur ? Birazda keyiflenirsiniz.

Peki siz, biz bunların neresindeyiz ? Hani eski bir öykü vardır ; bilgenin birine sorarlar “Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?” diye. O da “Terzimi severim” diye cevap verir. Soruyu soranlar şaşırırlar “Aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor? O da nereden çıktı?”. Bilgenin cevabı çok manidar olur “Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Benim hakkımda bir kez karar verirler, ölünceye kadar da hep aynı gözle bakarlar.” Hoş hazır giyim çıktığından beri terzilerde kayboldu ama bizim bulunduğumuz nokta işte tam olarak burası.

70’lerde çekilen “Neşeli Günler” “Mavi Bocuk” “Aile Şerefi” gibi filmleri televizyonlarda hala izliyoruz. Bilmediğimiz, yaşayamadığımız, adını bildiğimiz ancak bir türlü koyamadığımız o karşılıksız duyguya tanık oluyoruz. Çözmeye çalışmasak bile bu hoşumuza gidiyor. Şimdi madalyona bir de öteki yüzünden bakalım. Tamam onlarla beraber gülüyoruz, seviniyoruz da ağladığımız kim ? Cevabını ben vereyim : Kendimiz ve Yalnızlığımız.. Artık herkesin bir arabası var ama yalnız biniyoruz, yüksek yüksek binalarda oturuyoruz ama kimseyi tanımıyoruz, ilişkilerimiz yamalı bohça, teknoloji hayatımıza girmiş ama taşın sertliğini suyun soğukluğunu unutmuşuz, görüşmelerimiz televizyon programlarına endekslenmiş ve günde ortalama 100 kelimelik bir hazineyle konuşur duruma gelmişiz, arkadaşlarımız “merhaba” ya da “günaydın” ı hatırlamıyor, dostlarımızsa ya egoların kurbanı ya da üzerinde rakam yazan yeşil kağıt parçacıklarının esareti altında, dahası sıkıştığımızda kapısını çalacak kimsemiz yok...

Yazılanlar fazla “nostaljik” gibi gelebilir. Kızmayın. Çünkü biz ve bizden bir önceki kuşak -henüz “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar” ya da “vahşi kapitalizm” yuvasından çıkmadan önce- “toplumun bize verdiği herşeyi, tüm bildiklerimizi ve öğrendiklerimizi bizden sonrakilere anlatmak-aktarmak” kararlılığı ve hoşgörüsüyle yetiştirildik. Hala da aynı kararlılıkla bayrağı taşımakta ısrarlıyız. Peki “Böyle bir konuya nerden geldik ?” derseniz : Bu blogu benim için hazırlayan dostum bir günlük tutmam temennisiyle “Sevgili komutanıma hediyemdir...” diye yazmıştı, 21.Mayıs.2005’de ve ben de kendimi çok “özel” hissetmiştim. Konu başlığının “Dostluk” olması bu yüzdendir.

Woody Allen’ın bir kitabında, komik bir öykü vardı : Adam hızlı okuma kurslarına gidiyor. Birgün yolda arkadaşıyla karşılaşıyor ve arkadaşı soruyor “kurs nasıl gidiyor” diye. Adam da cevap veriyor “harika, savaş ve barış’ı iki saatte devirdim”. Arkadaşı şaşkınlıkla soruyor “peki ne anlatıyor kitapta ?” “Valla bilmiyorum ama hikaye Rusya’da geçiyor”...

Yazının tamamını okuduktan sonra bu türden bir sonuca varmak isteyenlere son sözüm :

“İntikam Almayın” :)

4 yorum:

Can dedi ki...

sıcak şeyler de var bu hayatta, görmek lazım.

Adsız dedi ki...

gizliyüz her kimse eline sağlık bayıldım ben.

Adsız dedi ki...

Kaptan!
Bu "spike" denen kişinin sıkıyım mı bacaklarına. Seni tanımıyormuş. Şaka şaka...:))))
Bu arada tamamdır yani "Seyirdışı Notlar XVIII".

Gizliyüz dedi ki...

teşekkür ederim spike..