“Başlangıçta doğruydu belki.
Sıradan bir serüven,
rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
gün günden hayatıma yayılan,
büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp,
varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Oysa bilmediğin bir şey vardı
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim..”
Sıradan bir serüven,
rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
gün günden hayatıma yayılan,
büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp,
varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Oysa bilmediğin bir şey vardı
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim..”
İnsan böylesine özlerken bir tek şeyin farkına varıyor; “yokluğun”. İster istemez hep bunu sorguluyor, içindeki fırtınayı dindiremiyor. Çaresizlik de karışınca işin içine, sanki kocaman bir taşı göğsüne oturtmuşlar da nefes alamıyormuşsun gibi geliyor. Yokluk nasıl anlatılır ki ? Yalnızlık mı denir mesela, yoksa eksiklik mi ? Yenilmişlik ve unutulmuşluk var mıdır içinde ya da yarım bırakılmışlık ? Uğruna kocaman bir hayatı adamayı düşündüğün bir sevgili için “gitti artık, o yok” nasıl denir ? Değil midir ki en zoru bir insanın sevdiğini son kez görmesinden çok, bir daha hiç göremeyeceğini bilmesi ?
Mesela ben.. Şu anda ve şimdi, herşeyi bıraktım seni düşünüyorum. Benim de aklımdaki tek şey yokluğun. 1 ay önce senin için birkaç satır karalamışım, onu okuyorum. Bir yandan da şimdi yazdıklarıma göz atıyorum. Her şeyinle aynı kalmışsın, bir satırım bile değişmemiş.. Dahası aradan geçen onca zaman, hiç görüşmesek bile, seni azaltmamış..
“Tek kişilik miydi ki bu şehir ?
Sen gidince bomboş kaldı...”
Sen gidince bomboş kaldı...”
Oysa hep tam tersini söylerler değil mi ? Zamanın uzaması, en acısına yahut en yakıcısına bile tanık olsan, bir süre sonra en olmaz yerlerini törpülemeye başlar. Böylesine bir yoklukla yaşayamacağını düşünürken, gün gelir bir bakarsın ki bitmiş. “Ben bu acıyı ömrüm boyunca çekeceğim” derken; sesleri, yüzleri, isimleri, anıları, mutlulukları kaybetmişsin ve hikayen de sona ermiş. Karşıma çıkabilecek bütün zorlukları göze alıp, inadına yazmak isteyişimin bütün nedeni bu işte : Unutmamak ! Biliyorum ki her şeyi olabildiğince yalınlığıyla kağıda dökersem, kullandığım her kelimede, kurduğum her cümlede biraz daha çoğalacaksın.
Ama yine de ara ara zorlamıyor değilsin. Bazen gerçekten “varlığın mı yok ediyor” yoksa “yokluğun var ediyor ?” ya da hangisi daha umut dolu diye düşünürken buluyorum kendimi. Çünkü özlüyorum: Ruhumu eriten kronik bir hastalık gibi; görmeden geçirdiğim her saniyenin bir ömür gelmesi gibi; boşluğu hiç doldurulamayacak bir eksiklik gibi...
“Sevmek
güzel meslek
ama zor
can dayanıyor
dayanmasına
ama yürek
gitti gidecek..”
güzel meslek
ama zor
can dayanıyor
dayanmasına
ama yürek
gitti gidecek..”
Aslında hep tek bir kişiyi özlüyorsun, bak bu doğru.. Onu anlatabilecek başka duygu yok ki elinde... Zamanla her yer ve her şey ıssız geliyor. O kadar arıyor, o kadar özlüyorsun ki, özlemenin verdiği o acıyı bile artık kaybetmek istemiyorsun. Çünkü onun olmadığı her yer, çıkışı olmayan ıssız bir hapishane. Ve kendi ellerinle kurduğun bu hapishanenin karanlık odalarından birinde, güneşli bir gökyüzünü hayal ediyorsun... Bir süre sonra hayaller yerini geçmişteki güzel günlere bırakıyor. O cânım, tekrar tekrar yaşanası anılar, saklandıkları yerden bir bir dışarı çıktıklarında anlıyorsun ki, artık yalnızsın.
“Sen gittikten sonra
yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse.."
yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse.."
Çoğu zaman susmak ve hiç konuşmamak istiyorum. Yazmak bile ağır geliyor. Gitmeyi düşünüyorum bazen.. Uzaklara ama, çok uzaklara.. Gitsem ve dönmesem diyorum.. Vazgeçiyorum. Biliyorum ki nereye ya da ne kadar uzağa gidersem gideyim, bu sol göğsümde yıllardır taşıdığım ağırlık yine bana ihanet edecek, yine benimle gelmeyecek.. O’da öğrendi sonunda, aslında gittiğim yerin hiç bir önemi yok.. Gitsem de, kalsam da önemli olan yanımda kimin olduğu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder