Perşembe, Nisan 28, 2011

(S)aklımdakiler XI

“Şimdi aynı bardaktan su içemiyoruz!
Bunu ben biliyorum,
Su biliyor,
Bardak biliyor;
Bir sen bilmiyorsun!”

 
Şimdi sen yanımda değilsin ya; ne geçen zamanın değeri var, ne yaşadıklarımın, ne düşündüklerimin. Gece yarısı ormanda yolunu kaybetmiş çocuklara benziyorum. Bir yanda karanlık, bir yanda ıssızlık, bir yanda terk edilmişlik/hiçlik duygusu. Sanki güneş bir daha hiç doğmayacak, bu karanlığın içinde günden güne azalıp yok olacakmışım gibi.. Duracağım yeri bilmiyorum, adım atacağım yeri görmüyorum, bağırmak istiyorum haykırırcasına, sesim kısılıyor bağıramıyorum.. Hayat duruyor o anda.. Korkuyorum. En az senin kadar, herkes kadar.. Keşke burada olsan; tutsan ellerimi, göğsüne sarsan sonra, saçlarımı okşasan ve "geçecek hepsi" desen, ne güzel olurdu. Günleri tek tek saymadan gelmeni ve sabırla içimdeki yalnızlığa bir son vermeni bekliyorum. İnsan aydınlığa başka nasıl kavuşur ?
 
“sakladığın kendini
böldün iki yarım'a
iki kez öldün
bir yarım yara için”

 
Bu satırları yazarken, dışarıda yağmur başladı. Sağa sola koşuşturan insan manzaraları aynı. Kalemi kağıdı bıraktım, onları izliyorum. Düşlediğim ne varsa, tek tek gözlerimin önünden bir film şeridi gibi akıp geçiyor. Herkes bir şey düşler yağmurla değil mi ? Anılar canlanır, yüzler sesler hatırlanır, unutulmuş ne varsa geçmişten adeta resmi geçit töreni yapar gibi geçerler... Yaşamın mucizesi gibi bir şey bu, sanki bütün enerji onda gizli. Hüzün, sevgi, umut, mutluluk, varoluş, hepsi birarada.. Bir sen, bir ben hariç…

Korkma varlık ya da yokluktan bahsetmeyeceğim. Zaten her ikisi de sensin; varsan varım, yoksan yokum. O yüzden değil midir -ki, alışmaya çalışmam ya da bana alışman için yaptıklarım. Mesela ara ara, doğrudan gözlerimin içine bakıp bir şeyler anlatıyorsun ya; dinliyorum dinlemesine ama, çoğu zaman gözlerinin içinden kalbine inip, neler yaşadığını, neler hissettiğini ve gerçekte ne söylemek istediğini anlamak için çabalıyorum. Çünkü ne sen benim acılarımı biliyorsun, ne de ben seninkileri. Ortak paydalarımızın çokluğu bile, bu kadar bilinmezlikte bizi biraraya getiremiyor. Şimdi ben beklemesem mesela, acele etsem ve sana bir çırpıda bütün hikayemi anlatsam, kendimi paralasam, yerden yere atsam ne olacak ? Yağmuru hiç görmemiş bir insana "yağmurda şemsiyesiz gezme ıslanırsın" demek gibi birşey bu. O insan, yağmur hakkında ne kadar çok şey biliyorsa, sen de benim hakkımda ancak o kadarını bilebilirsin. İşte durmam, sabretmem hep bu yüzden...

"Bir ben biliyorum
Yüreğinin severken
Ölmekten değil de
Öldürmekten korktuğu için
Tir tir titrediğini.."

 
Yeni farkettim, aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen, daha beni doğru dürüst tanımıyorsun değil mi ? Şöyle bir toparlarsak; uzun anlatımlarımdan, konuşmalarımdan şikayetçi olan bir çoğunluk var. Şemsiye taşımayı sevmediğimi öğrendin. Okulu, işi zaten biliyorsun.. Başka ?.. Mesela öyle sandığın gibi matah biri olmayabilirim. Hatta belki senin dünyanda “sıradan, sıkıcı” bir adam gibi de görünebilirim. E malum, malda mülkte gözü olmayan ya da para/kariyer hırsı yapmayan, “önyargısız-iyi” dediğimiz insanların kabul gördüğü bir coğrafya değil burası. Hafızam iyidir, kolay kolay unutmam. Biraz pasaklıyımdır. Okumayı, araştırmayı, yazmayı pek severim.. Ama bilirim ki "çok şey bilen adamlar" para da etmez bu memlekette, can sıkıcı gelirler çünkü. "Bir şeyi de bilmesinler" değil mi ?

Sonra ne bileyim, hiç kimse benim için bugüne kadar farklı birşey yapmadı. Kendimi hiç “özel” -miş gibi hissetmedim.. “Çok özel” denilebilecek bir doğum günü hediyesi bile almadım. Hoş, doğum günümü hatırlayan ya da bilen kaç kişi kaldı, o da ayrı bir sorudur ya !.. Herkes gibi bir annem, bir babam var. Bak onlar bilir doğum günümü. Kız kardeşim ve yeğenlerimi hatırlaman lazım. Çocuklardan bahsetmeden duramam. Son zamanlarda saçlarımda artan beyazlar gözüme fazla görünmeye başladı – Gülme - . Komplekslerim yok, ama bir miktar takıntı olabilir. Çevremdekilerin benim için ne düşündüğüne aldırmam, onların hayatımı yönlendirmelerine izin vermem. Ne kıskançlık bilirim, ne güvensizlik. Kimseyi sorgulamam, yargılamam. Gidene "dur", kalana "git" demem. Mesela aynı tokadı, aynı kişiden iki kez yiyebilirim. Aldırmam. Maddeyle işim olmaz, hatta bir adım ötesinde, yaşadığım yeri, kazandığım parayı, aldığım eğitimi, çalıştığım iş yerini bile önemsemem.. Çünkü insandır değerli olan.. Hayattaki boşlukları "iyi-kötü", "doğru-yanlış" demeden dolduran ve değerli kılan insanlar..

Ama yaza yaza bitmez ki bunlar.. Vazgeçtim, anlatmayacağım. Biraz da yaşamak lazım…

 
“Uzaktan seviyorum seni..
Kokunu alamadan,
boynuna sarılamadan,
yüzüne dokunamadan..
Sadece seviyorum .”

 
Az önce şu yazdığım iki sayfayı tekrar okudum. Sanki ben yazmamışım ya da bir başkasının yazısını okuyormuşum gibi geldi. İnsanın kendisinden olan bir parçaya yabancılaşması. Çok saçma ! Anlam veremedim bir türlü.. Önümüz bahar ya.. Bahardandır herhalde. Malum her bahar doğayla birlikte insan ruhu da değişir. Güneş, deniz, kuşlar, yeşilin binbir rengi derken, içindeki kanın akış hızı artar ve daha aşka meyilli olur. Gerçi ben hiç bir bahar aşık da olmadım... Bak şimdi bu da saçma geldi ! Aksine her kışın ardından yorgun bir sevdayla çıkıp, her bahar gitmek istedim. “Peki gittin mi ?” dersen, gitmedim hiç. Ama olsun.. Belki bu bahar.. Belki seninle.. Belki herkesin bildiği ortak paydaları ters-yüz edip.. Birlikte gideriz..

Olmaz mı ?

Çarşamba, Nisan 20, 2011

(S)aklımdakiler X

“Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.”

Duymak istediklerimi söylemiyorsun bana farkında mısın ? Hatta söylemek istediklerini de söylemiyorsun.. Anlatmıyorsun ya da anlatmak istemiyorsun. Gariptir ama, bunu bazen kasıtlı yaptığını düşünüyorum. Belki "açık vermemek", belki de "güvensizlik" bu sorunun karşılığı, emin değilim. Ancak emin olduğum bir şey var -ki; o da "istemek" ve "istememek" duyguları arasında yaşadığın hızlı gel-git'ler. Çünkü emin olamıyorsun bir türlü. İçindeki fırtına hiç dinmiyor. Dalgalar kabardıkça içinde, korkmaya başlıyorsun: Bir şeyi çok istemekten korkuyorsun; çok istediğin o şeye sahip olamamaktan korkuyorsun; sahip olduğunda, onu kaybetmekten korkuyorsun; bugün delicesine senin olmasını isterken, yarın vazgeçeceğinden korkuyorsun... İşte bu yüzdendir ki, gözün ya kapıda ya saatte.. Her an gidebilirsin ya da gözlerimi üzerinden kaçırdığım an kaybolabilirsin.
Gerçi bugünlerde herkes bir yerlere gitmek istiyor, senin ki gibi değil ama. - Yok, yok ! aslında senin ki gibi de, onlar yalnızca kendilerine itiraf etmekte zorlanıyor.- Halinden memnun olan görmedim. Küçük bir sahil kasabasıyla başlayan “uzaklaşma” hayalleri, en son bir dağın başında bitiyor. Derme çatma bir kulübede doğayla iç içe yaşama beklentisi.. Hayatından hoşnut olan bir insanoğlu kalmadı gibi bu şehirde. Kiminle konuşsam aynı... Yoğun bir şekilde, yaşanan her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği var. Belki yalnızlık tek istedikleri, belki de bir tür kaçış bu, bilemiyorum şimdi..

“Kabuğunu koparmadan
ne bir elmayı soyabildim
ne de iyileştirebildim bir yaramı
ama karşıma çıkınca
kızmadım hiç elma kurduna
bendim çünkü bıçağı saplayan
onun yurduna..”


Geçen gün bir arkadaşımla konuşuyorum, onun da ruh hali aynı. Bir sürü plan yapmış kendince. Ben işin dalgasındayım tabi. Yakında duran kalemi elime alıp, mikrofon gibi uzattım ve dedim ki :
- Peki Oğuz Bey, madem bu kadar hazırlandınız ben de size klasik bir soru sorayım. Bu büyük yolculukta yanınıza almak istediğiniz üç seyi bize söyler misiniz lütfen..

Aldığım cevap çok manidardı :

(Bir hışımla ayağa kalkıp) - Saçmalamaz mısın abicim...
(Elleriyle bedenini göstererek) - Bak mal bu.. Ruh içinde..
(Duvardaki gölgesini işaret ederek) - Gölge de peşimde.. Etti mi sana üç ? Benim ekip bu kadar. Başka da bir şeye ihtiyacım yok... Hem sen demiyor muydun oğlum, "Bu üçü yanındayken korkma, zaten her şey seninle demek" diye ?

“gelirken ağlamıştın
orası için
giderken de ağlayacaksın
burası için..”


Galiba hayatın özü/merkezi “gitmek” eyleminde gizli. Çünkü beraberinde ayrılık da getiriyor, hüzün de.. Sevinç de getiriyor, keder de.. Ya da iyi tarafından bakarsan giderek yeni yerler, yeni yüzler tanıyıp, yeni deneyimler kazanman da mümkün. Hatta bir adım ötesinde heyecan verici olduğu bile söylenebilir. Bilinmeyene gidilir, bekleyene gidilir, beklenene gidilir, zorunluluktan gidilir... Ama hep gidilir.. “Yollar gide gide bitmez” derler ya, önemli olan zamanlama, ve bir miktar da cesaret sanırım.

“Önce, büyük büyük düşündüm.
Sonra, büyük büyük yaşadım.
Ne varsa, onlar aldı.
Şimdi, bana-küçük/bir ölüm kaldı.”


Bendeki durum da pek farklı değil. Canım çok sıkılıyor. İnsan keşke kendini de bırakıp gidebilse öyle değil mi ? Ama olmuyor işte, görüyorsun. Ömrümde ilk kez gitmek istemiyorum ya da gitmek ilk kez bu kadar zor ve ağır geliyor. Oysa ben hiç beklemedim, bekletenleri sevemedim. Hep gittim ya da gitmelerine izin verdim. Şimdi şimdi ait olmaya, ilişik/bitişik yaşamaya ve alışmaya çalışıyorum. Hadi bu da bir itiraf olsun, varlığın bile bunları bana öğretmeye yetti. "Erken" lik, "geç kalınmış" lık üzerine felsefe yapmayacağım elbette. Ama kabul ediyorum bir telaş var üzerimde. Çünkü öğrendim, hayat dediğin şeyin tekrarı yok. Ölüm var sonunda.. Ne yeniden yaşayabilirim ne de yaşadıklarımı silebilir ya da geri getirebilirim. Ve çok yazıktır ki, artık hiçbirşey -çocukluğumda olduğu gibi- kırlarda ılık bir rüzgarı arkana alıp, umursamadan, kendince hatta özgürce koşmak kadar masum, coşkulu ve sevgi dolu olmayacak..

Bunların hepsi bir tarafa, asıl melodram şurada başlıyor; şimdi bu cümleleri kurup, yazıyı yazan adam; bütün çocukluğunu demir 25 ve 50 kuruşluk bayram harçlıklarını biriktirip 5 Lira’ya uçurtma alan, ve aldığı uçurtmanın kuyruğuna tutunup, gökyüzünde kuşlarla birlikte uçmayı hayal eden o çocukla aynı kişi..