“Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.”
“Kabuğunu koparmadan
ne bir elmayı soyabildim
ne de iyileştirebildim bir yaramı
ama karşıma çıkınca
kızmadım hiç elma kurduna
bendim çünkü bıçağı saplayan
onun yurduna..”
Geçen gün bir arkadaşımla konuşuyorum, onun da ruh hali aynı. Bir sürü plan yapmış kendince. Ben işin dalgasındayım tabi. Yakında duran kalemi elime alıp, mikrofon gibi uzattım ve dedim ki :
- Peki Oğuz Bey, madem bu kadar hazırlandınız ben de size klasik bir soru sorayım. Bu büyük yolculukta yanınıza almak istediğiniz üç seyi bize söyler misiniz lütfen..
Aldığım cevap çok manidardı :
(Bir hışımla ayağa kalkıp) - Saçmalamaz mısın abicim...
(Elleriyle bedenini göstererek) - Bak mal bu.. Ruh içinde..
(Duvardaki gölgesini işaret ederek) - Gölge de peşimde.. Etti mi sana üç ? Benim ekip bu kadar. Başka da bir şeye ihtiyacım yok... Hem sen demiyor muydun oğlum, "Bu üçü yanındayken korkma, zaten her şey seninle demek" diye ?
“gelirken ağlamıştın
orası için
giderken de ağlayacaksın
burası için..”
Galiba hayatın özü/merkezi “gitmek” eyleminde gizli. Çünkü beraberinde ayrılık da getiriyor, hüzün de.. Sevinç de getiriyor, keder de.. Ya da iyi tarafından bakarsan giderek yeni yerler, yeni yüzler tanıyıp, yeni deneyimler kazanman da mümkün. Hatta bir adım ötesinde heyecan verici olduğu bile söylenebilir. Bilinmeyene gidilir, bekleyene gidilir, beklenene gidilir, zorunluluktan gidilir... Ama hep gidilir.. “Yollar gide gide bitmez” derler ya, önemli olan zamanlama, ve bir miktar da cesaret sanırım.
“Önce, büyük büyük düşündüm.
Sonra, büyük büyük yaşadım.
Ne varsa, onlar aldı.
Şimdi, bana-küçük/bir ölüm kaldı.”
Bendeki durum da pek farklı değil. Canım çok sıkılıyor. İnsan keşke kendini de bırakıp gidebilse öyle değil mi ? Ama olmuyor işte, görüyorsun. Ömrümde ilk kez gitmek istemiyorum ya da gitmek ilk kez bu kadar zor ve ağır geliyor. Oysa ben hiç beklemedim, bekletenleri sevemedim. Hep gittim ya da gitmelerine izin verdim. Şimdi şimdi ait olmaya, ilişik/bitişik yaşamaya ve alışmaya çalışıyorum. Hadi bu da bir itiraf olsun, varlığın bile bunları bana öğretmeye yetti. "Erken" lik, "geç kalınmış" lık üzerine felsefe yapmayacağım elbette. Ama kabul ediyorum bir telaş var üzerimde. Çünkü öğrendim, hayat dediğin şeyin tekrarı yok. Ölüm var sonunda.. Ne yeniden yaşayabilirim ne de yaşadıklarımı silebilir ya da geri getirebilirim. Ve çok yazıktır ki, artık hiçbirşey -çocukluğumda olduğu gibi- kırlarda ılık bir rüzgarı arkana alıp, umursamadan, kendince hatta özgürce koşmak kadar masum, coşkulu ve sevgi dolu olmayacak..
Bunların hepsi bir tarafa, asıl melodram şurada başlıyor; şimdi bu cümleleri kurup, yazıyı yazan adam; bütün çocukluğunu demir 25 ve 50 kuruşluk bayram harçlıklarını biriktirip 5 Lira’ya uçurtma alan, ve aldığı uçurtmanın kuyruğuna tutunup, gökyüzünde kuşlarla birlikte uçmayı hayal eden o çocukla aynı kişi..
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.”
Duymak istediklerimi söylemiyorsun bana farkında mısın ? Hatta söylemek istediklerini de söylemiyorsun.. Anlatmıyorsun ya da anlatmak istemiyorsun. Gariptir ama, bunu bazen kasıtlı yaptığını düşünüyorum. Belki "açık vermemek", belki de "güvensizlik" bu sorunun karşılığı, emin değilim. Ancak emin olduğum bir şey var -ki; o da "istemek" ve "istememek" duyguları arasında yaşadığın hızlı gel-git'ler. Çünkü emin olamıyorsun bir türlü. İçindeki fırtına hiç dinmiyor. Dalgalar kabardıkça içinde, korkmaya başlıyorsun: Bir şeyi çok istemekten korkuyorsun; çok istediğin o şeye sahip olamamaktan korkuyorsun; sahip olduğunda, onu kaybetmekten korkuyorsun; bugün delicesine senin olmasını isterken, yarın vazgeçeceğinden korkuyorsun... İşte bu yüzdendir ki, gözün ya kapıda ya saatte.. Her an gidebilirsin ya da gözlerimi üzerinden kaçırdığım an kaybolabilirsin.
Gerçi bugünlerde herkes bir yerlere gitmek istiyor, senin ki gibi değil ama. - Yok, yok ! aslında senin ki gibi de, onlar yalnızca kendilerine itiraf etmekte zorlanıyor.- Halinden memnun olan görmedim. Küçük bir sahil kasabasıyla başlayan “uzaklaşma” hayalleri, en son bir dağın başında bitiyor. Derme çatma bir kulübede doğayla iç içe yaşama beklentisi.. Hayatından hoşnut olan bir insanoğlu kalmadı gibi bu şehirde. Kiminle konuşsam aynı... Yoğun bir şekilde, yaşanan her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği var. Belki yalnızlık tek istedikleri, belki de bir tür kaçış bu, bilemiyorum şimdi..
“Kabuğunu koparmadan
ne bir elmayı soyabildim
ne de iyileştirebildim bir yaramı
ama karşıma çıkınca
kızmadım hiç elma kurduna
bendim çünkü bıçağı saplayan
onun yurduna..”
Geçen gün bir arkadaşımla konuşuyorum, onun da ruh hali aynı. Bir sürü plan yapmış kendince. Ben işin dalgasındayım tabi. Yakında duran kalemi elime alıp, mikrofon gibi uzattım ve dedim ki :
- Peki Oğuz Bey, madem bu kadar hazırlandınız ben de size klasik bir soru sorayım. Bu büyük yolculukta yanınıza almak istediğiniz üç seyi bize söyler misiniz lütfen..
Aldığım cevap çok manidardı :
(Bir hışımla ayağa kalkıp) - Saçmalamaz mısın abicim...
(Elleriyle bedenini göstererek) - Bak mal bu.. Ruh içinde..
(Duvardaki gölgesini işaret ederek) - Gölge de peşimde.. Etti mi sana üç ? Benim ekip bu kadar. Başka da bir şeye ihtiyacım yok... Hem sen demiyor muydun oğlum, "Bu üçü yanındayken korkma, zaten her şey seninle demek" diye ?
“gelirken ağlamıştın
orası için
giderken de ağlayacaksın
burası için..”
Galiba hayatın özü/merkezi “gitmek” eyleminde gizli. Çünkü beraberinde ayrılık da getiriyor, hüzün de.. Sevinç de getiriyor, keder de.. Ya da iyi tarafından bakarsan giderek yeni yerler, yeni yüzler tanıyıp, yeni deneyimler kazanman da mümkün. Hatta bir adım ötesinde heyecan verici olduğu bile söylenebilir. Bilinmeyene gidilir, bekleyene gidilir, beklenene gidilir, zorunluluktan gidilir... Ama hep gidilir.. “Yollar gide gide bitmez” derler ya, önemli olan zamanlama, ve bir miktar da cesaret sanırım.
“Önce, büyük büyük düşündüm.
Sonra, büyük büyük yaşadım.
Ne varsa, onlar aldı.
Şimdi, bana-küçük/bir ölüm kaldı.”
Bendeki durum da pek farklı değil. Canım çok sıkılıyor. İnsan keşke kendini de bırakıp gidebilse öyle değil mi ? Ama olmuyor işte, görüyorsun. Ömrümde ilk kez gitmek istemiyorum ya da gitmek ilk kez bu kadar zor ve ağır geliyor. Oysa ben hiç beklemedim, bekletenleri sevemedim. Hep gittim ya da gitmelerine izin verdim. Şimdi şimdi ait olmaya, ilişik/bitişik yaşamaya ve alışmaya çalışıyorum. Hadi bu da bir itiraf olsun, varlığın bile bunları bana öğretmeye yetti. "Erken" lik, "geç kalınmış" lık üzerine felsefe yapmayacağım elbette. Ama kabul ediyorum bir telaş var üzerimde. Çünkü öğrendim, hayat dediğin şeyin tekrarı yok. Ölüm var sonunda.. Ne yeniden yaşayabilirim ne de yaşadıklarımı silebilir ya da geri getirebilirim. Ve çok yazıktır ki, artık hiçbirşey -çocukluğumda olduğu gibi- kırlarda ılık bir rüzgarı arkana alıp, umursamadan, kendince hatta özgürce koşmak kadar masum, coşkulu ve sevgi dolu olmayacak..
Bunların hepsi bir tarafa, asıl melodram şurada başlıyor; şimdi bu cümleleri kurup, yazıyı yazan adam; bütün çocukluğunu demir 25 ve 50 kuruşluk bayram harçlıklarını biriktirip 5 Lira’ya uçurtma alan, ve aldığı uçurtmanın kuyruğuna tutunup, gökyüzünde kuşlarla birlikte uçmayı hayal eden o çocukla aynı kişi..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder