Çok uzaklardan ılık bir rüzgar esiyor sanki. Sesi gecenin
karanlığıyla birleşince çok tanıdık bir melodiye dönüşüyor. Kollarımda
hissettiğim hafif ürperti ve esintiyle burnuma gelen şu koku, yıllardır
bildiğim ama unutulmaya yüz tutmuş bir düşü yeniden canlandırıyor. İlk
kıpırtılar, çarpıntılar genelde bahar gibi başlıyor içimde. Geçen koca
bir kışın ardından, yeni yeni filizlenmeye başlayan bahar dallarına
benziyor kalbim; ince, narin ve umut dolu. Her nefes alışımda bir başka
sevinç kucaklıyor gibi. Gözlerimde hiç bitmeyen bir uykusuzluk, midemde
hiç dinmeyecek bir sevdanın sancısı ve aklımda sonunu bir türlü
getiremediğim onlarca cümle. Oysa hep yazar olmayı isterdim. "Büyük
büyük cümleler kurup, kaybolmuş insanların tekrar yollarını bulmalarını
sağlayacağım" derdim. Olmadı tabi, ama keşke duygularımı doğru anlatacak
birkaç cümle kurmayı öğrenebilseydim. En azından şu havada gezinen
dağınık kelimeler sahipsiz, başıboş kalmazdı.
"Beni öyle bir yalana inandır ki,
Ömrümce sürsün doğruluğu."
İşte
yine başlıyor, hissediyorum yine aynı koku bu. Baharı bu yüzden çok
seviyorum. Hani akşamları ılık bir rüzgar eser de sırtına yeleğini
alırsın ya balkonda.. Bir tarafta akasya ağaçlarının kokuları, diğer
tarafta leylaklar bütün bedenini çevreler bir anda. Sonra penceredeki
rüzgar gülünün ipleri dört bir yana salınmaya başlar birden. Bak, işte
mutluluğun resmi tamamlanmak üzere. Çünkü biliyorum ki, o iplerin
ucundaki çanlar çalmaya başlayınca, sen geleceksin.
İnsanın,
ömrünün sonbaharında saklandığı yerden çıkması çok garip. Sanki bir
yerlerde biri kurmuş "mutluluğun" saatini, o beklediğin gelince sen
susturasıya kadar hiç durmadan çalacak gibi.
Vermeden alınamayan tek şeydir “mutluluk”…
En
son kaldığım cümle buydu bir başka adreste. İsimler, şehirler farklı
bile olsa, mektuplar aynıydı. Hepsi adreslerini kaybetmişti belki ama
hiçbiri içindeki umudu yitirmemişti. Çünkü mutluluk bir kibrit çöpü
gibiydi aslında, sönmesin diye avucumuzun içinde yaktığımız. Rüzgardan
koruyorduk korumasına da; ne kadar yanacağını biz de bilmiyorduk.. Her
defasında "hadi bu daha uzun yansın" dileğiyle yakıyorduk ateşi ve
bekliyorduk.
......
"Aradan
onca zaman geçti, peki bulabildin mi aradığın mutluluğu ?” sorusuna
henüz verilecek bir cevabım yok. Üzgünüm. Karşılığını bulamadığım pek
çok soru var. İşin kötü tarafı bu soruları hep kendime sormam,
farkındayım. Beklentim neyse, sorulaştırdığım da o aslında.. Cevabı
farklı bile olsa, hep kendi verdiğim cevabı duymak istiyorum -ki bu hiç
doğru değil. Yani insanın ara sıra kendini et ve kemikten oluşan canlı
bir organizmaya doğrulatması şart. Yoksa ipin ucu kaçtı kaçacak, her an
obsesif bir kişiliğe dönüşebilirsin. Hani gün gelir de birgün kendini
"Tutunamayanlar" ın içinde "Olric ve Efendisi" diyalogları yazarken
bulursan şaşırma.
“
- Olric, o da beni, benim onu düşündüğüm kadar düşünüyor mudur dersin ?
- Düşünüyordur efendimiz..
- Düşünüyorsa niye hiç aramıyor, sormuyor ?
- Yaralarınız henüz iyileşmediği için olabilir efendimiz..
- Yaralar umurumda mı sanıyorsun Olric ? Görmüyor musun onsuz nefes bile alamıyorum..
- Ama efendimiz, ya bir yara da o açmak istemiyorsa..
- Açsın Olric, bırak bir yara da o açsın. Kimbilir, bakarsın belki bu son yara olur ve ikimiz de -hiç olmadığımız kadar- mutlu bir şekilde verebiliriz son nefesimizi.
- Bizim için yazılan mutlu son, böyle bir Ölüm mü yani efendimiz ?
- Biz onsuz hiç yaşadık mı Olric ? "
......
Genelde
beni sevmezler. Sıkıcı bir adam olduğum söylenir. Doğrudur da. Savunma
yapacak durumda değilim zaten. Ama bilirim ki kimse gerçekleri duymak
istemez. Asıl hikayenin ekseninden uzaklaştırmak için sulandırılmış
pembe cümleleri her zaman daha çok tercih ederler. Ve gerçeklerin acıtma
duygusu nasıl korkutuyorsa artık, ne kadar kaçabilirse kurtulma
şansının o kadar yüksek olacağını düşünürler. Ben yapamam öyle; doğru
neyse onu bilmek, onu söylemek isterim. Mesela şimdi yeni yıl geldi.
Herkes bir yerlerde plan yapıyor, nerede/ne yiyeceğiz-içeceğiz diye.
Hatta mide dolunca içkiyi göz kapaklarından mı, yoksa kulak
deliklerinden mi boca edeceklerinin hesabı içindeler. Ben ise, burada
gecenin şu saatinde düşüncelerimi toparlayıp sana bu satırları
yazıyorum, yarın ne olacağımı bilmeden. Yılbaşı ile ilgili tek planım da
bu.. Bir an önce bitirmek ve adresini kaybetmeden göndermek.
Sıkıcı mıyım ?
Evet !
Ancak
asla mutsuz ve umutsuz bir adam olmayı istemedim. Ayrıca mutlu olmayı
seviyorum da ve herkesin hakettiğine de inancım sonsuz. Zaten böyle bir
yaşam formunun bir bedende vücut bulması çok olanaklı değil - en azından
yaşayanlar açısından-. İşin bu kısmı tamamen psikolojik ve kişiden
kişiye değişebilecek bir bakış açısı. Karşındakini nasıl ve hangi
kimlikle görmek istediğinle ilgili.
"Bunca kalp kırıklıklarına rağmen
-küçüklüğümde yaptığım gibi-
Rüzgarı arkama alıp bağırmak istiyorum hayata:
Acımadı ki !"
Bu
durumun bendeki yansıması biraz farklı haliyle. Çünkü insanlar resmimi
hep yanlış çerçevelere yerleştirmeye çalıştılar. Bir de anlattıklarım
değerini yitirip, dinlenmemeye başlayınca durdum.. Uzun zamandır -nefes
bile almadan- sadece susuyorum.. Susuyorum ve hiç konuşmuyorum. Ama
senin için biriktirdiğim, cümle haline gelememiş o kadar çok kelime var
ki.. Üstelik nasıl ve nereden başlayacağımı gerçekten ben de
bilmiyorum. Keşke şair olsaydım, dünyanın en güzel şiirlerini sana
yazsaydım. Hem belki o zaman rüzgar gülünün sesini beklemeden,
kendiliğinden gelirdin. Belki yine yüzüne karşı birşey söyleyemezdim ama
okudukların ikimize de yeterdi, kimbilir..
.....
Bu kez mutluluğun saatini doğru kurdum, sen gelince çalmaya başlayacak..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder