"eğer hayal kurmak uçmaksa
biz artık gökyüzüne bakmayı uçmak sanıyoruz
ayaklarımızı yerden bile kesmiyoruz düşmekten korkup;
sonra da adına uçmak diyoruz.."
ayaklarımızı yerden bile kesmiyoruz düşmekten korkup;
sonra da adına uçmak diyoruz.."
Ne garip değil mi, insan kendine hiç birşeyi
konduramıyor. Bazı şeyler insanın üzerinde durmuyor, üzerine yakışmıyor. Mesela
bir gün bakıyorsun ki kırk yıl geçmiş ilk günden bugüne.. İnanamıyorsun zamanın
nasıl bu denli akıp gittiğine.. Hepsi sanki dün gibi oysa.. Yaşlanmak duygusu
değil belki ama, o ana kadar sahip olduklarının muhasebesini yapıyorsun ister
istemez. Toplama, çıkarma, çarpma derken hafızan her şeyi tek tek ayıklamaya
başlıyor; İyiler-kötüler, doğrular-yanlışlar, yaşananlar-yaşanmayanlar,
istenenler-istenmeyenler, söylenenler-söylenmeyenler, ıskalananlar-hedefi
bulanlar, ihtiyaç duyulanlar-duyulmayanlar, verilenler-alınmayanlar,
sevgiler-terkedişler... Liste uzayıp gidiyor.. Bunun en kötü tarafı listenin
hep eksik çıkması. İşte konduramadığın kısım tam da burası.. Çünkü "benim
düşlerim vardı" diyorsun, "planladığım, gerçekleşmesini beklediğim
onlarca, yüzlerce hayal...". Peki ne oldu onlara ? Nerede kaldılar,
zamanın hangi diliminde bırakıldılar ya da ne zaman unutuldular ? Yoksa hiç mi
var olmadılar ?
"Her an bir çarpıntıyı
yaşamaktayım
Her an çılgın bir heves dağlıyor kalbimi
Tanrım, ben mi hayatı aşmaktayım
Yoksa hayat mı aşmakta beni..."
Her an çılgın bir heves dağlıyor kalbimi
Tanrım, ben mi hayatı aşmaktayım
Yoksa hayat mı aşmakta beni..."
Şöyle yukarılardan bir yerden kendi hayatına bakınca
daha net görüyorsun pekçok şeyi. Tamam kırk yılı, yaş olarak kendine
yakıştıramıyorsun belki.. Hâttâ tanımadığın birileri "Aaa inanmıyorum, hiç
göstermiyorsunuz.. Bana sorsanız en fazla otuziki-otuzüç derdim" cümlesini
kurduğunda mutlu oluyorsun.. Belki o cümlenin coşkusuyla gidip gardrobunu
yeniliyorsun, hayatın boyunca giymediğin renkleri, desenleri, modelleri alıp
tarzını değiştiriyorsun. Erkeksen sakal ve bıyıklarını kestiriyorsun; kadınsan
esmerlikten sarışınlığa terfi edip, iş çıkışında spor salonlarına hafta sonları
yoga/transandantal meditasyon seanslarına devam ediyorsun. Akşam yemekleri için
seçtiğin özel menüler ya deniz ürünleri ya da
teflon tavada bir çay kaşığı halis-muhlis zeytinyağ ile kendi buharında
pişirilmiş sebzegiller ailesi, vesaire.. İsteyen bunları da yapsın tabi, amacım
karşı bir duruş sergilemek değil. Ama ben yaştan, yaşlanmaktan bahsetmiyorum ki
!.. Yaş dediğin ne ? Kaç yaşında olduğun ya da kaç yaşında gösterdiğin ne kadar
önemli olabilir ?
Diyorum ki, mesela en son neyin senin olmasını
istediğin çok önemli. Ne kadar zaman önce istediğin çok önemli, tabi senin
olması için ne kadar emek harcadığın da.. Nasıl sonuçlandığı, elde edip
edemediğin daha da önemli. Elde ettiysen nasıl değerlendirdiğin, koruduğun ya
da edemediysen nasıl bir tepki verdiğin
çok daha önemli..
"Şimdi kocaman
denizlerde, kocaman gemilerde
Neden yok
küçüklüğümüzdeki büyüklüğümüz;
Çocukluğumuzun
bahçelerinde, o evlerde
Kağıttan
gemilerimizi yüzdürdüğümüz.
Bir şeyler mi
kalmış çocukluğumuzda,
Çocukluğumuzla
çözdüğümüz..."
Yani hayal kurmak diyorum... Ne kadar insani değil mi
? Hatta biraz çocuksu, belki biraz da umut dolu. Daha çok yarına ait, sanki
yaşamın doğal uzantısı, bir anlamda yansıması gibi. Düşünsene bir, daha
çocukken başlıyor.. Kimisi için vitrinde gördüğü allıpullu bir oyuncak, kimisi
için yavru bir kedi, kimisi için sinema, kimisi için güzel bir elbise, kimisi
için de uçurtma.. Hep arzu edilen, sahip olmak için her şeyin göze alındığı bir
varlık.. Öyle ki gerçekleştiğinde yaşamın bütün akışını değiştirecek ve sana
yeni bir değer katacak, belki de hayata bağlayıp dört elle sarılmana neden
olacak…
Mesela ben çocukken de yağmuru çok severdim, durgun su
hiç bana göre değildi. Böyle bir sürü kağıttan kayık yapar yapar saklardım. O
zamanlar İzmir’de yaşıyoruz, babam asker orada görev yapıyor.. İzmir’in de
yağmuru pek meşhur. Bir başladı mı yağmaya, sağanak şeklinde durdurabilene
aşk’olsun.. Ben biriktirdiğim kayıkları cebime doldurur, yağmur başladığında
atardım kendimi sokağa. Sonra kaldırım kenarlarından suya batmadan, yolun
logarlarla buluştuğu köşenin başına geçer kağıttan kayıklarımı suyun akıntısına
bırakırdım. Onlar salına salına logar deliklerine ilerledikçe, ben yere doğru
eğilip gidişlerini izler; bir gün onlardan birinin içinde olacağımı ve uçsuz
bucaksız denizlere açılacağımı düşlerdim. Çünkü sanırdım ki, o logarların
altından akan su, benim o güne kadar hiç görmediğim, yalnızca adını duyduğum
okyanus denilen büyük denizlere ulaşıyor ve logarların içine düşen kayıklarım
da derin sularda benim hiç bilmediğim yeni ülkelere doğru yol alıyor.. Çocuk
aklı işte..
Söylesene bana en son ne zaman hayal kurdun ?
- …
"Bir gün
diyorum..
Bir gün gelecek ve
uyanınca
ilk aklıma gelen
sen olmayacaksın!"
Küçükken insan daha cesur oluyor galiba. Beklentisi küçük
şeylerde olsa, onunla ilgili hayalini gerçekleştirmek için hiç düşünmeden
kolayca gözü karartabiliyor. “Herşey büyüyünce değişiyor ?” diyeceksin; hiç
alakası yok ! Mesela sen şimdi en son kurduğun hayali hatırlamıyorsun ya, ne
kadar kötü. Hatırlamanı isterdim. Kimbilir ne güzel bir şeydi. Öte yandan
kimsenin hayallerine de ortak olmuyorsun.. Olabildiğince uzağa, ardına bile
bakmadan kaçıyorsun.. Yakınından geçse, gözardı edip ucundan bile tutmuyorsun..
Benimkiler dahil... Peki sorabilir miyim sen nasıl nefes alıyorsun ?
- ...
Ben ne mi yaptım ? Hiç büyümedim. Kocaman bir adam oldum
ama çocukluğumdan hiç vazgeçmedim ve hiçbir hayalimin peşini bırakmadım. Bazen
kayık oldum, bazen uçurtma.. Kimi zaman bir martının kanadında, kimi zaman bir
yelkenlinin kuyruğunda özgürlüğünü arayan bir seyyah gibi gezdim durdum.
Hayatımın en orta yerinde hatta en merkezinde ve hatta kurulabilecek en büyük
hayalin içine senin resmini koydum.
"Şimdi beni
uçurumdan atsan,
düşene kadar
aklımdaki tek şey;
sırtıma değen
ellerin olurdu.''
Senin için yazdıklarımı hatırlıyor musun ? Hani bahar
gelecek çiçekler açacaktı; Kuşlar kendi halinde gökyüzünde kanat çırpacaklardı;
İçlerinden biri gelip omzuma konacak ve “boşver işi gücü, herşeyi bırak, ona
git” diyecekti.. Umut, özgürlük, mavi gökyüzü, toprak, çimenler, ateş
böcekleri, pamuk gibi bulutlar.. Hepsi, ama hepsi senin içindi..
O buğulu cama çizdiğim güneş resmi vardı ya, artık
ısıtmıyor içimi. Her sabah uyandığımda “o iyi ki var benim hayatımda”
demiyorum. Aşman gereken o son tepenin yamacında beklediğim sen değilsin, bir
başkası.. Anne karnından yeni çıkmış bir bebeğin hafızası ve masumluğuyla yeni
bir yolculuğa çıkıyorum şimdi. Yeni düşlerim var yarına dair, üstelik benimle
aynı düşü görebilecek bir çift göze daha sahibim..
Mesela onunla beraber geceleyin yıldızları sayabiliriz
hatta hepsine ayrı ayrı isim bile verebiliriz. Olmadı bir gece uykusuz
kaldığımızda, aynı gökyüzünün altında gün doğumunu birlikte karşılayabiliriz.
Belki bir gün dilimize aynı şarkı dolanır ve “bu bizim şarkımız olsun”
diyebiliriz. Kilometrelerce uzaklıkta olsak bile, aynı rüyayı görüp, aynı anda
yataktan fırlayabiliriz. Dudaklarımızdan tek bir cümle dökülmeden saatlerce
birbirimize bakıp yalnızca gözlerimizle konuşabiliriz. En sevdiğimiz filmleri
defalarca izleyip, bıkmadan usanmadan aynı yerlerine gülüp, aynı yerlerinde
ağlayabiliriz. Hatta belki, her defasında “seni çok seviyorum”la biten kavgalar
da edebiliriz.. Olamaz mı ? Olabilir..
İyi ol.. Mutlu kal..
Çünkü gidiyorum..
Çünkü senin sandığın bu kalbi, artık bir başkasına teslim
ediyorum..
Çünkü birgün biri beni hayallerine ortak edecekse, bu
kişi o olsun istiyorum..
Elveda yabancı..
Düşler buraya kadar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder