Pazartesi, Aralık 31, 2012

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Sıfır Noktası)



Nihayet senenin son günü geldi. Bugün 31.Aralık.2012/Pazartesi. Aslında böyle bir yazı yazmak gibi bir niyetim yoktu; aslında yazı yazmak gibi bir niyetim de yoktu. Ancak geçen gün şöyle birşey oldu; Tamtam ve Selin'in radyo programlarına konuk olarak katıldım. 2012'de neler oldu bitti onu konuşacağız. Yayın öncesinde Tamtam "Yeni yıl ile ilgili yazdığın birşey var mı ?" diye sordu.. Bir an duraksadım, sonra sakin bir edayla "Yok" dedim. Doğruydu. Özellikle yeni bir yıl için yazdığım bir metin ya da şiir yoktu. Herneyse, o yayın cuma gecesi bitti, aldı beni bir şüphe; kendi kendime "O günlerden birinde sanki birşeyler karalamıştım" derken, aklıma geldi. Geçtiğimiz yıl yine aynı gün; "İnsanın, ömrünün sonbaharında saklandığı yerden çıkması çok garip. Sanki bir yerlerde biri kurmuş mutluluğun saatini, o beklediğin gelince sen susturasıya kadar hiç durmadan çalacak gibi." türünden birşeyler yazmışım ve yaklaşık bir yıl süren onikiye beş kala hikayelerinin ilk bölümü olmuş o metin. (Tamtam'cım özür dilerim, yalan olmasa da eksik bilgi..)

İşe bak ki, aradan bir yıl geçmesine rağmen aynı günü tekrar yaşıyor gibiyim. Yine geç saate kadar çalıştım.. Herkesi öğlen vaktinden itibaren evlerine gönderirken, ben 21.00'a kadar iş yerindeydim. Sonra yine yollara düştüm, kuş bakışı 3 km., araba yoluyla 7 km. mesafede olan evime 80 dakikada ulaşabildim. Zaten kutlamaları sevmem, insanların böylesine başıboş kalabalıklar halinde seyahat etme durumları iyice kuş kondurdu geceye. Oysa isteğim çok basitti, mantıklı ve makul bir saatte eve ulaşabilmek. En kötüsü de trafikte yolun açılmasını beklerken, önümde Şişli belediyesine ait bir minibüsün bangır bangır bağıran hoparlörleri.. Jingle Bells şarkısı çalıyor on-onbeş saniye, arkasından Mustafa Sarıgül'ün sesi "Ben Mustafa Sarıgül, hepinizin yeni yılını kutluyorum".. Araç şoförünün de arayıp bulamadığı şey tabii, hazır trafik durmuşken o sesli mesajı gelen geçen bütün istanbullulara dinletmek için yaklaşık  dakikada bir tekrarlıyor. Beklerken hakikaten çok asab bozucu olabiliyor bu ses, hatta otuz tekrardan sonra Sarıgül'ün sesli mesajı "hepinizin yedi göbek sülalesini.." şeklinde algılanabiliyor.. Kötü, çok kötü...

Bu yeni yıl törenlerini hiç sevemedim ben. Neyi kutladığımızı bilmiyorum ne yalan söyleyim. İnsanların bir ay önceden hazırlanmaya başlamaları, kutlama mekanlarını seçmeleri, program yapmaları, şehir/ülke dışına çıkmaları, ayın son günü olması hasebiyle bankadan kredi çekmeleri ya da kredi kartına oniki taksitle eğlenmeleri düşüncesi bana uzak geliyor. Elbette kimseye "oturun evinizde ağlayın" demiyorum. Herkesin kendi seçimi.. Ama 2013 dediğin yalnızca bir rakam yahu.. Sen hiç ders almadıktan, dünyaya aynı gözlükle baktıktan, içinde hala aynı kararsızlıkları barındırdıktan, karşındakilere aynı şekilde kurgulu olarak kötülük yaptıktan, sevgi ve anlayış dolu bir insan olmadıktan sonra 2012 geçmiş, 2013 yerine 2015 gelse ne olacak ? Biri bana bunun cevabını verebilir mi ? Biliyorum şimdi bu satırları okuyan herkes bana kızıyor "E ne yapalım, bir gün de olsa felekten bir gece çalmayalım mı, eğlenmeyelim mi ?"diye.. Kızmayın, eğlenmeye devam edin. Yalnız şunu da unutmayın, aynı insan olarak yaşamaya devam ettiğiniz sürece rakamların hiç bir önemi yok. Sahi neyi kutluyordunuz siz ?

Şimdi size şaka gibi gelebilir ama, ben yeni yıla girmek istemiyorum.. Keşke bu geceden sonra 32, 33, 34 Aralık olarak devam etse hayat. O kadar çok eksik bıraktığım şey var ki bu yıla dair.. Mesela okumak isteyip de bir türlü kapağını açamadığım onlarca kitap; mesela izleyemediğim/kaçırdığım onlarca film; mesela yazmak isteyip de cümle haline getiremediğim yüzlerce kelime; aylardır kapısını çalmadığım bir-iki dostum; ihtiyaç duyduklarında yanlarında olamadığım sevdiklerim; ailem.. Hepsi yarım.. Hiçbirini tamamlayamadım. İşte bu yüzden 31.Aralık gecesi yine elimde kağıt-kalem bir taraftan yazıyor, bir taraftan da dilek tutuyorum içimden "2013 gelmesin" diye.. 

Ya da ne bileyim bu seneyi bir hafta daha uzatsalar mesela, ben de işi-gücü bırakıp eksiklerimi tamamlamaya çalışsam; aynı adam olarak girmesem yeni yıla.. Güzel olmaz mı ? 
Şimdi yazdıklarımı baştan okuyunca farkettim, çok ütopik..  
Düşünsenize ama, ya bir de gerçek olsaydı dileğim :) 

Herneyse yazdığım herşeyi unutun, herkes bildiği/istediği gibi "Merhaba" desin yeni yıla. Ben yalnız geçirmeyi tercih ediyorum. Birgün yarım bıraktıklarımın sayısı azalırsa, yeniden karışacağım kalabalıkların arasına. Daha az vicdan azabı, belki daha çok mutlulukla..

Hepinizin yeni yılı kutlu olsun..

Cuma, Eylül 21, 2012

Onikiye Beş Kala.. Son Bölüm..



"Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım.." diyorum ama, alacaklarım çok birikti heyhat.. Shakespeare sonelerine döndü hayat ; nefes aldığım her dakikayı unuturcasına, yaşadığım herşeyi yerden yere vurup paralarcasına, geleceği geçmişe mahkum edip kendimden intikam alırcasına.. Nasıl bir döngüyse artık bu... Bir adım ötesinde, kendi hayatım ile ilgili bir kurgu dahi yapmıyorum artık. Çünkü uzun zamandır elime tutuşturulan mesajlar bile o kadar aynılaştı ki kendimde bir eksik aramaya başlayıp, kendimden utanır oldum. As'lolan iyilikse bu dünyada, insan hiç kendinden utanır mı ? O yüzden en iyisi -suda yüzen gelincikler gibi- herşeyi zamana bırakmak ve hayatın yaygın akışına dahil olmadan peşinden gelenleri reddetmek, belki de hepsinden vazgeçmek. 

Bir yolcu daha geçti
Bu ıssız limandan.
Genç bir kadın,
Henüz otuzlarında.

Önce bakışlarına takıldım,
Kendi sussa bile
Gözleri konuşuyordu sanki
Onlar anlatıyordu derdini
O kadar canlı, bir o kadar parlak..

Hani bazen uzaklara gitmek ister ya insan, ama kalır, gidemez.. Bazen konuşmak ister beceremez.. Bazen yazmak ister, cümleleri biraraya getiremez.. Bazen ağız dolusu küfür birikir içinde, edemez..  Hiç düşündün mü niye ? Cevabı basit; çok sevdiği ve kaybetmeyi göze alamadığı için. İlginçtir, insanlar genelde konuşmak yerine susmayı tercih ettikleri için kaybederler, ama plan ters tepti bu kez; ben susmayı beceremediğim için kaybettim. Nasıl bir  matematikse artık, anlayabilene aşk'olsun.

Masum bir yüzü vardı :
Çocuk gibi,
Belki biraz ürkek
Biraz korku dolu
Belki de yaralıydı.

Servi boylu,
Uzun dalgalı saçlı..
Üzerinde kot bir pantolon,
Yazlık bir ceket,
Elinde de küçük bir çanta…

Belli ki uzun bir yolculuk için
Yeteri kadar hazırlanamamıştı.

Görüyorsun değil mi ? Sözümona basit bir veda notu yazacağım, bitmiyor bir türlü. Yazmak böyle saçma birşey işte. Sen her defasında son derken, yazdığın basit bir cümle seni alıyor, bulutların üzerine taşıyor ve hayallerinde bile görmediğin kaf dağının ardındaki zümrüt'ü anka kuşunun kanatlarına oturtuyor farkında olmadan. Sen, sen ol yazma ! Unut hepsini, yokmuş gibi yaşa. En azından okuyarak hatırlayacağın birşey kalmaz, rahat edersin. En fazla ne olabilir; hayatına tanıklık eden biri yıllar sonra -o da hatırladığı kadarıyla- şehir efsanesine dönmüş hikayeler gibi yarım yamalak bir hikaye anlatır, sen de "öyle olmuştu değil mi?" cümlesiyle küçük bir onay verirsin olur biter.. Kısa ve acısız.

Yanına yaklaştım,
Tanışmak istedim,
Önce gözlerime bakamadı,
Utandı,
- pembe bir yüzün
bir kadına bu kadar yakışacağını
hiç düşünmemiştim-
biraz laflayınca açıldı,
hele o gülümsemesi yok mu ?..

Elimde bana yazdığın son not var, günlerdir gömlek cebinde taşıyorum. Aklıma geldikçe baştan sona okuyorum. Sonra yine okuyorum, sonra yine, sonra yine... Bitmiyor bir türlü. Arada bir gözlerim dolar gibi oluyor, duruyorum. Kağıdı katlayıp tekrar cebime koyuyorum. Ne kadar güzel, ne kadar ince düşünülmüş, ne kadar manidar cümleler onlar bir bilsen.. Herşeye rağmen mutlu oldum, sağol. Yeri gelmişken söyleyim; kızgın değilim. Ne sana, ne bir başkasına. Belki bir miktar kırgınlık.. O da yenilgilerin kaderinde var zaten. Bilmediğim birşey değil, alışığım. Hep söylerim ya; hayat bu ne yapar, yapar bir şekilde intikamını alır. Beni de bu şekilde cezalandırıyor işte.

Anladım ki sonu olmayan
Bir yolculuğa çıkmıştı
Ve bu liman
Yalnızca bir duraktı
Ve daha da kötüsü kalmayacaktı.

Biliyorum şimdi bu satırları okuyanlar, yanlış anlayacaklar; yeni bir bir başlangıç yaptığım falan yok. Aksine, biten bir düşü sonlandırıyorum artık.. "Bazı aşklar böyledir" demek geliyor içimden. Başlayamazlar ya bir türlü. Artık hayat mı dersin, kader mi -hiç farketmez-, birinden biri mutlaka engeller. Ne olduğunu anlamadan kalırsın öyle. Tam da şu anda hissettiğim yarım kalmışlık duygusu gibi.  

İyi tarafından bakarsan belki de bitmesin ya da zaman onu eskitmesin diye başlamadığını düşünebilirsin. Kötü tarafından bakarsan.. Yok yok, en azından sen kötü tarafından bakma; o kısım bende kalsın. Seni kocaman bir hayat beklerken şu duvarların ardında, buraya takılıp kalma. Zaten benim hikayelerimin yarım kalmasının nedeni belli, bu kadar sayfayı okuduktan sonra herkes farketmiştir diye düşünüyorum; hiçbiri bir türlü başlayamıyor..

Karanlığın ortasında
Bir saat sesi duyuldu,
Onikiyi vuruyordu..
Hemen ardından da
Bir siren sesi..
Gecenin son vapuru..
O iskeleye yanaşırken
Kadın toparlandı.
Son kez tokalaşıp
Yanağıma bir öpücük kondurdu :
“Görüşürüz, kendine iyi bak”.

Aslında son bölüm için bir masal yazacaktım. Uzun zamandır okumayınca belki unutmuşumdur düşüncesiyle bir-iki masal kitabı aldım. Notlarım da hazırdı. Sonra vazgeçtim ya da vazgeçmek zorunda kaldım. Çünkü okuduğum hiçbir masal mutsuz sonla bitmiyordu. Durum böyleyken yazma fikri yakın gelmedi. Zaten notları da bir şekilde imha ettim. Kendime güvenemedim ne yalan söyleyim. Bir süre sonra kafamı toplayıp, yeniden kaleme almaktan korktum. Yazması birşey değil de, bunun bir de okuması ve hatırlaması var. İstemedim yani. Şimdi herşey yolunda, allahtan notların yedeği de yok kafam rahat.. Toplu çözüm anlayacağın. Bu arada bir dostumun önerisine uydum ve saati tamir ettirmeye karar verdim sonunda. Artık çalışmaya başlayacak. Her saat başı ve buçuklarda çalan gongu duyduğumda, nefes aldığım her dakikanın ne kadar değerli olduğunu tekrar tekrar hatırlatacak bana. Bahtiyarım.

Aslında ikimizde biliyorduk
Yeniden görüşemeyeceğimizi…
Ya da görüşsek bile
Hiçbirşeyin aynı olmayacağını..

Saat onikiyi beş geçiyordu
Ve son vapur
Geceyi titreten sesiyle
Limandan usulca uzaklaşıyordu..

O gitmenin,
Bense kal diyememenin acısıyla
Ayrılıyorduk.

Belli ki yaşadıkça düzelmiyor hayat, düzelmeyecek de... Biraz da kendi akışına bırakmak lazım. Çünkü biz onu yaşadığımızı düşünürken, aslında o bizi yaşıyor ve zamanla tüketiyor. Kör olmamızın nedeni de bu galiba.. Ve nedense ya kaybedince ya da en son durağa gelince anlıyoruz doğru diye ezberlediklerimizin gerçekte ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğunu. Tam bir dram yani. E bunun adı da hayat, birgün verdiklerini mecbur geri alacak.

Genelde bütün hikayelerin sonları, ihtişam dolu süslü cümleler ya da beylik laflarla biter ya.. Ne yazık ki bende onlardan yok. O kadar yorgunum ki; ne yazacak ne de düşünecek gücüm kaldı. Hem zaten biten bir hikayenin ardından ne söylenebilir ki, öyle değil mi ? Haydi o zaman bu son cümle olsun ve vedalaşalım..

Allahaısmarladık..
İyi ol(un)..
Mutlu kal(ın)..
Sevgiyle..

Salı, Eylül 04, 2012

Onikiye Beş Kala...



Zor bir soru oldu değil mi ?

Gelen mesajların trafiğine bakılırsa, okuyanları bir hayli düşündürmüş ve yormuş olmalı. İnsan psikolojisi o kadar değişken ki, böyle bir soruya verebileceği net bir yanıt yok. Çünkü kendi de bilmiyor, kimi gerçekte sevdiğini yahut kimin gerçekte onu sevdiğini. Daha ilginci düşünmüyor. Bir nevi tembellik bu. O güne kadar yaşadıklarından aklında kalanlar, yaptığı çıkarımlarla cebinde biriktirdiklerini bir anda umarsızca harcayıveriyor. Hazıra alışmış. Tanıştığı ya da hayatına kabul ettiği her insanın yeni bir yolculuk olduğu aklına bile gelmiyor. Yoksa karşısındaki insanların ortalama davranış biçimlerine ve tepkilerine göre bir değer verip, hepsini aynı kefeye koyar mı hiç ? İşte aynılaştırma burada başlıyor. Elmalar da, armutlar da aynı sepete hooop ! Ondan sonra gelsin "sen de onun gibisin", "bunun gibisin" hikayeleri.

Bugün çok sevdiğim bir dostumla müzik sohbeti yapıyoruz. Dizi müzikleridir, film müzikleridir, yeni çıkan albümlerdir.. Müzik sektörünü kurtarmayacağız elbette ama çok keyifli gidiyor. Neyse uzatmayım, konuşmanın bir yerinde o anlattı. Magazin programlarından birinde bir röportaj izlemiş. Röportajı veren oldukça ünlü bir pop şarkıcısı ve bestecisi. Muhabirin "besteleriniz birbirine benziyor eleştirisi alıyor musunuz ?"  sorusuna bir cevap vermiş, ne yalan söyleyim ben utandım. Cevabı merak ediyorsun değil mi ? Şöyle demiş ünlü türk büyüğü : "Elbette benzeyecek, bundan daha normal birşey olabilir mi ? Zaten hepsi hepsi 7 nota var müzikte..". Aynılaştırma demiştim ya, bak üçbin yıllık müzik tarihi bir anda böyle çöpe atılıyor işte. O yedi notayla, Dede Efendi'den Itri'ye, Karacoğlan'dan Pir Sultan Abdal'a, Mozart'tan Beethoven'a kimler, ne eserler bestelerken ve biz hala onları dinliyorken, modern türk insanının arkasına sığındığı bahane bu : "Zaten 7 nota var !". Şimdi gel bu adamı Vivaldi ile aynı sepetin içine koy, bak bakalım diğerlerini ne kadar zamanda çürütecek..

Hiçbirşey birbirine benzemez. Ne yağmur damlası, ne kum tanesi. Sen öyle sanırsın. Kimbilir belki de öyle olmasını istersin. Aynılaştırmak, daha kolay gelir. Düz ve sorunsuz. Aslında insanın kendi kendine söylediği en güzel yalandır bu. Tek kaçış planı. Canlı cansız farketmez, kurtulmak istediği her objenin kulpu hazırdır; "O da bana böyle söylemişti", "Şu da bana böyle davranmıştı", "Bunların hepsi aynı" türünden cümleler, eyleme sadece eşlik ederler. Özetle bu coğrafyada yaşayanların genleri her daim benzetme, mazaret üretme ve kaçma konusunda mükemmeldir. O kadar güzel, o kadar orantılı ve o kadar her yüze rahatça uyum sağlayan bir maskedir ki bu, kimsenin aklına -arada bir de olsa- kendine dönüp de bakmak gelmez.  

Velhasılı soruyu sorması kolay da, cevap bulması zor. Hele hele bir de cevabı biliyor ve görmezden geliyorsan vay haline.. O zaman tavsiyem kaçmaktan vazgeç; ya "Annem" de, ya "Babam".. Yetmedi sonuna da "bir insanı annesinden çok kim sevebilir" ritüelini ekle, bitsin..  En rahatı, ohh mis ! Ben öyle değilim işte.. Görmezden gelemem. Sorarım, sorgularım. Düşünmekten alıkoyamam kendimi. Beni, ben yapan bu. Kimi, niye daha çok sevdiğimi ya da kime, niye tercih edildiğimi merak ederim, bilmek isterim. Yoksa sayfalar dolusu bunca cümleyi neden kurayım durduk yere ? 

Birini sevmek gerçekten maharet istiyor. Emek vermek, zamana karşı durabilmek, geçmişi geçmişte bırakabilmek, çevreden etkilenmemek, kırmamak, dökmemek, güvenmek, sadık kalabilmek, paylaşabilmek, sonuna kadar yanında olabilmek.. O kadar karmaşık, ama bir o kadar da yalın. Karmaşık çünkü, insanoğlunun bu kadar eylemi tek bir çatıda toplayacak cesareti, dahası sabrı yok. Yalın çünkü, bunların hepsi tek ve o en çok sevdiğin isimin altında birleşiyor, varlığın anlamlanıyor. Haydi bu da bir itiraf olsun; mesela ben, seninleyken daha iyi biriymişim gibi hissediyorum kendimi. Çokçana keyifli, belki daha mutlu, belki daha az yalnız hatta belki de daha az kimsesiz. Ne kadar rahatlatıcı bir duygu anlatamam. Bir taraftan bu şekilde yazması kolay, ama diğer taraftan da biliyorum ki tarifi mümkün değil, yaşamak lazım. Sonunda anladım; hayattaki en güzel şey bütün eksiklerini bilmesine rağmen seni hala ve ısrarla, kanının son damlasına kadar sevecek birisinin olmasıymış.. Ben beceremedim, o ayrı..

Son birkaç gündür garip rüyalar görüyorum. Hayır olsun deyip tekrar uyumaya çalışsam da başarılı olduğum söylenemez. Hele dün gece gördüğüm oldukça ilginçti. Başka zaman olsa oturup yazmak için saatlerce kafa patlatırdım, bu kez yapmadım. Onikiye beş kala durmuş bir saatin birbirine kavuşamayan akrep ve yelkovanının hikayesiydi. Her ikisi de birbirlerini çok seviyorlardı, ama uzaktan. Saat bozuk olduğu için kavuşamıyorlardı bir türlü. Akrep "Saat ustasıyla konuşalım, bozuk parçayı yapmasını isteyelim ancak böyle biraraya gelebiliriz" derken; Yelkovan ise "Söylemeyelim ustaya, eğer saati yaparsa kavuşmamız çok kısa sürer, yine ayrılmak zorunda kalırız" diye karşı çıkıyordu. Sabaha karşı, Akrep'in 1 dakikalığına bile olsa kavuşma arzusuyla; Yelkovan'ın "En azından bu halimizle uzaktan bile olsa birbirimizi görebiliyoruz" cümleleri arasında kalıp, kan/ter içinde uyandım. Hayatının sonbaharına kadar herşeyden ve herkesten kaçmış, hayatı kendisine küstürmeyi başarmış ve uzun zamandır "Onikiye beş kala" hikayeleri yazan bir adamın rüyası da böyle olur herhalde, değil mi ?

Şimdi herkes gibi sen de benim nasıl olduğumu merak ediyorsun.. Merak etme, en az onikiye beş kala duran bir saat kadar iyiyim. Olumlu tarafından bakarsan bu meret bile günde iki defa doğruyu gösterebiliyor ki, benim yaşımdaki bir adam için hiç de kötü olmayan bir performans.  Ama yine de bazen kendi kendime, keşke sen ben olsan; benim gözlerimden kendine baksan ve bütün yazdıklarımın, yaptıklarımın, söylediklerimin aslında benim için ne kadar zor olduğunu anlasan diyorum... Ama olmuyor işte...

Herneyse, gece yarısını buldum yine yazarken. Dün doğum günümdü, bugün ikinci gün ve iki gündür feci halde uykusuzum. Hissettiğim tek şey korku. Gerçi bir ay oldu benim soruma cevap gelmedi ama, benim beklediğim cevap da umduğum gibi olmayacak anladığım kadarıyla. Evet, ufak ufak bir hikayenin daha sonuna geliyoruz. Veda zamanı yaklaşıyor. 31 Aralık - 31 Ağustos.. Nereden baksan 8 ay. Hiç de azımsanacak bir süre değil. Birşey söyleyeyim mi; İnsanın yaşarken yazması gerçekten zormuş, bu sayede bunu da öğrendim. Bir daha yapmayacağım, söz.. Kalbim ve mantığım arasında pinpon topu gibi gidip-gelmekten çok sıkıldım. Aynı plağı sürekli tekrarlar gibi oluyorum farkındayım ama, en iyisi hakikaten yazmamak galiba. Öyle ya, sonunda şapkadan çıkan tavşan bile daha çok heyecanladırırken insanları, yazmak niye ? Sonra, ben bu sayfalar dolusu hikayeyi kime anlatacağım ki şimdi; bu kadar şiiri kime okuyacağım; bu şarkıları kime söyleyeceğim ? Karşılığı yok, o yüzden hala vakit varken, en iyisi vazgeçmek.

Şairin dediği gibi "ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım"..


* Bu yolculukta benimle olanlar için önümüzdeki günlerde belki bir bölüm daha yazarım belki yazmam ya da ne bileyim belki de bir veda şiiri kondururum en sadesinden.. Güzel bir final olur ve biter.. Karar vermedim henüz.

Pazartesi, Temmuz 23, 2012

Onikiye Beş Kala...


Aslında hepimizin hikayesi -üç aşağı, beş yukarı- bu kurbağanınkine benziyor. Ben buna "herşeye rağmen yaşamak" diyorum. Öyle ya, varlığımız ve yokluğumuz arasında bir fark olmadığına göre!.. Hele hele bir de yedi milyar dünya nüfusuna oranlarsan.. Haydi onu da geçtim, daha burnunun dibindeki insanın çırpınışlarını göremedikten ya da görmezden geldikten sonra nasıl bir fark olabilir ki ? Uçurumdan atlasan ne olacak, atlamasan ne olacak ? Ne değişecek ? Belli ki kimsenin umurunda değil. İşte o yüzden herşeye rağmen yaşamak adını verdim; baksana süreç de, sonuç da hep aynı.. Yüzmeyi zaten biliyorum..

Siyah en çok ona yakışırdı,
Gökkuşağı gibi.
Saçları, gözleri,
Elbisesi, ayakkabısı,
Hatta çorapları...
Bir tek gömleği beyazdı,
O da tezat olsun diye.
Zaten az görünürdü
Ve dahası masum değildi.

Babam hep söylerdi, anlamazdım o zaman; "Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik.. bir de ardımıza bakmışız ki, bir arpa boyu bile yol gidememişiz".. İnsan bu yaşta anlıyormuş o cümlenin mealini.. Ne kadar az şey yapmışız meğer, ne kadar az kalmışız.. Elde var; "yalnızlık".. Nasıl anlatsam bilmem ki ! Sanki bir çoğalıp, bir eksiliyorum. Hangi yöne dönsem ya sana çarpıyorum, ya da nereye tutunsam sana düşüyorum. Hayat dediğin çok garip birşey; sen daha ne olduğunu anlamadan bir de bakıyorsun ki zaman geçmiş. Derken bir gün eline kağıdı kalemi alıp not alırken, o güne kadar kendine bile itiraf edemediğin bir cümleyi yazıya dökmüşsün "yalnızım" diye.. Sence de garip değil mi ?

Alı da bilirdi, moru da,
Sevmeyi de, aşkı da.
Beklentisi yoktu yaşamdan
-yaşamın da ondan.-
Hayatın ortasında,
ortalama bir hayattı onunkisi.
Ama yine de bütün kırmızılar imrenirdi,
Maviler suskun,
Sarılar gözlerinde,
Öylece beklerlerdi.
Ve o hep, siyah derdi hepsine...

Yazmak gerçekten mutsuzluk. Mutlu olup da yazan insan görmedim bugüne kadar. Şarkı sözlerine, şiirlere, öykülere hatta filmlere bak. Hepsi kendi içinde başka bir dram sanki. Hayatın bütün dengesi bu dram üzerine kurulmuş da, bizlerde bu dram içinden kendi adımıza yaptığımız çıkarımlarla küçük küçük mutluluklar toplayıp; bütün kötülüklerden uzaklaşmaya çalışan pollyanna'lar gibiyiz. Sadece bu bile yazmamak için yeterli bir gerekçe. Doğanın bize bahşettiği en büyük mucizelerden biri "unutmak" iken, sen misin unutmayan ve herşeyi kaleme alan ? Bak sonu böyle olur işte..

Sonra bir gün, uzun zamandır görmediğin bir tanıdığınla karşılaşırsın "-Çok kötü görünüyorsun.." der, kalırsın. Boğazında düğümlenmiş yüzlerce kelime varken, bir tanesi bile yolunu bulup dışarı çıkamaz.. Cevap veremezsin.  Susa susa bu hale geldiğime göre, benim derdim de aynı.. Düşün mesela; şimdi burada, yanımda olsan hiç gecenin şu saatinde oturup bu satırları yazar mıydım ?

Siyah ona çok yakışırdı gülerken,
Ağlarken gözyaşları siyahtı.
Bir kadın sevmişti beyaz,
O da siyahı sevmemişti.
Düşleri yoktu.. Gölgesi de..
Yalnız bir adamdı ;
Unutulmuş bir not gibi,
Sayfanın en dibinde..

Şimdi bana "çok mutsuz görünüyorsun" diyorlar.. Olabilir de, olmayabilir de... Doğruluğunu tartışacak durumda değilim zaten.. Ama birşey söyleyeceğim; "mutsuz olmak" hiçbirşeyin yolunda gitmediği anlamına gelmiyor ki ! Hem ayrıca; tersten baktığında "mutlu olmak" da herşeyin yolunda gittiği sonucuna ulaştırmıyor kimseyi... İyisi mi, arada bir hep beraber aynadaki yansımalarımıza bakalım derim ben.. Çünkü ben ne kadar anlatırsam anlatayım, boş. Hayatında hiç kar görmemiş bir çocuğa, karı anlatabilir misin ? Ancak onu kış mevsiminde kuzey ülkelerinden birine götürüp, yağan karın altına bırakacaksın ki ne olduğunu anlasın öyle değil mi ?  İşte bu yüzden kendini aynada "görmek" daha iyi gelebilir..

Hepsi bir tarafa, o kadar çok azaldım ki.. Elimde hiçbir şey kalmadı. Hayat yaşanılası bir yer olmaktan çıkıp, memuriyete dönüştü. Döngü hep aynı. Tutku, heyecan, yenilik diye birşey yok. Ya da ne bileyim, olmayacak bir saatte kapısını çalacak bir dost, herhangi bir gününü sana ayırıp dinleyecek bir arkadaş, "hocam nasılsınız ?" diyecek bir öğrenci, başımı dizlerine koyduğumda bütün yaşadıklarımı unutturacak bir sevgili.. Sürekli aynı günü yaşıyorum sanki. Gerçi biliyorum, ben de en az herkes kadar suçluyum. Doğru yer ve doğru zaman kavramlarını kaybettim, bunca koşuşturmanın içinde. Hep bir telaş, hep bir telaş.. Sonu, daha baştan belli olan bir hikayede nereye yetişeceksem artık.. İnsan mezara da koşar adımlarla gitmez ya !

Yaşamı da bilirdi, ölümü de..
Varlığı da, yokluğu da..
Hayat bir gel-git'ler bütünüydü;
Gittiğinde  ufuklar açılırdı yüzünde,
Işıklar yanardı.
Ama döndüğünde,
gözleri yine siyaha çalardı,
Bakışları düşünceli..
Güneş bile utanır,
Saate aldırmadan batardı.

Bazen diyorum ki kendi kendime; keşke ben de herkesi, onların beni incittiği kadar incitebilsem.. Benim gözümden aynı acıları yaşamalarını ya da tanık olmalarını sağlayabilsem. Ama olmuyor. Elimde değil. Fırsatım olsa bile planlamış ya da kurgulanmış bir kötülük, aklımın ucundan geçmiyor. Tamam sonunda olan hep bana oluyor, zarar gören de hep ben oluyorum, ama yapamıyorum ben kıramıyorum kimseyi... O yüzden en derin yaralarım iyileşmiş gibi görünse de, kanamaya devam ediyor. Yani sıfıra sıfır, elde var yine sıfır. İşte en tehlikelisi bu galiba, zaman içinde kaybedecek birşeyinin kalmaması. Çünkü hiç kimse hayatlarının tamamlanmasına izin vermiyor. Haliyle varlığını yitirmeye başlıyorsun an be an. İşin yalnızlık kısmı da buradan geliyor olsa gerek.

Siyah en çok ona yakışırdı
Siyah olduğu günden beri.
Bütün renkler
Önünde diz çökerdi;
Ama o, yine de hepsine siyah derdi.
Çünkü siyahtı yaşam,
Siyahtı aşklar,
Gözyaşları siyahtı,
Düşler siyah.
Çünkü yaşam siyahtı
En az ölüm kadar...

Geçen gün bir kitap okudum. Öyle abartılacak cinsten birşey değildi ama, okuduklarımdan kendimce çok kırılgan bir soru çıkardım.. Bu soruya, enine boyuna düşünülüp doğru cevap bulunduğu an, biliyorum ki -biz dahil- herkes özgürlüğüne kavuşacak..

Diyelim ki, biri seni üzdü ya da çok kırdı.. Beklemediğin birşey ve canın çok yanıyor. Soru şu :
Böyle bir durumda kime gidersin ?
En sevdiğine mi ?
Seni en çok sevene mi ?