Salı, Eylül 04, 2012

Onikiye Beş Kala...



Zor bir soru oldu değil mi ?

Gelen mesajların trafiğine bakılırsa, okuyanları bir hayli düşündürmüş ve yormuş olmalı. İnsan psikolojisi o kadar değişken ki, böyle bir soruya verebileceği net bir yanıt yok. Çünkü kendi de bilmiyor, kimi gerçekte sevdiğini yahut kimin gerçekte onu sevdiğini. Daha ilginci düşünmüyor. Bir nevi tembellik bu. O güne kadar yaşadıklarından aklında kalanlar, yaptığı çıkarımlarla cebinde biriktirdiklerini bir anda umarsızca harcayıveriyor. Hazıra alışmış. Tanıştığı ya da hayatına kabul ettiği her insanın yeni bir yolculuk olduğu aklına bile gelmiyor. Yoksa karşısındaki insanların ortalama davranış biçimlerine ve tepkilerine göre bir değer verip, hepsini aynı kefeye koyar mı hiç ? İşte aynılaştırma burada başlıyor. Elmalar da, armutlar da aynı sepete hooop ! Ondan sonra gelsin "sen de onun gibisin", "bunun gibisin" hikayeleri.

Bugün çok sevdiğim bir dostumla müzik sohbeti yapıyoruz. Dizi müzikleridir, film müzikleridir, yeni çıkan albümlerdir.. Müzik sektörünü kurtarmayacağız elbette ama çok keyifli gidiyor. Neyse uzatmayım, konuşmanın bir yerinde o anlattı. Magazin programlarından birinde bir röportaj izlemiş. Röportajı veren oldukça ünlü bir pop şarkıcısı ve bestecisi. Muhabirin "besteleriniz birbirine benziyor eleştirisi alıyor musunuz ?"  sorusuna bir cevap vermiş, ne yalan söyleyim ben utandım. Cevabı merak ediyorsun değil mi ? Şöyle demiş ünlü türk büyüğü : "Elbette benzeyecek, bundan daha normal birşey olabilir mi ? Zaten hepsi hepsi 7 nota var müzikte..". Aynılaştırma demiştim ya, bak üçbin yıllık müzik tarihi bir anda böyle çöpe atılıyor işte. O yedi notayla, Dede Efendi'den Itri'ye, Karacoğlan'dan Pir Sultan Abdal'a, Mozart'tan Beethoven'a kimler, ne eserler bestelerken ve biz hala onları dinliyorken, modern türk insanının arkasına sığındığı bahane bu : "Zaten 7 nota var !". Şimdi gel bu adamı Vivaldi ile aynı sepetin içine koy, bak bakalım diğerlerini ne kadar zamanda çürütecek..

Hiçbirşey birbirine benzemez. Ne yağmur damlası, ne kum tanesi. Sen öyle sanırsın. Kimbilir belki de öyle olmasını istersin. Aynılaştırmak, daha kolay gelir. Düz ve sorunsuz. Aslında insanın kendi kendine söylediği en güzel yalandır bu. Tek kaçış planı. Canlı cansız farketmez, kurtulmak istediği her objenin kulpu hazırdır; "O da bana böyle söylemişti", "Şu da bana böyle davranmıştı", "Bunların hepsi aynı" türünden cümleler, eyleme sadece eşlik ederler. Özetle bu coğrafyada yaşayanların genleri her daim benzetme, mazaret üretme ve kaçma konusunda mükemmeldir. O kadar güzel, o kadar orantılı ve o kadar her yüze rahatça uyum sağlayan bir maskedir ki bu, kimsenin aklına -arada bir de olsa- kendine dönüp de bakmak gelmez.  

Velhasılı soruyu sorması kolay da, cevap bulması zor. Hele hele bir de cevabı biliyor ve görmezden geliyorsan vay haline.. O zaman tavsiyem kaçmaktan vazgeç; ya "Annem" de, ya "Babam".. Yetmedi sonuna da "bir insanı annesinden çok kim sevebilir" ritüelini ekle, bitsin..  En rahatı, ohh mis ! Ben öyle değilim işte.. Görmezden gelemem. Sorarım, sorgularım. Düşünmekten alıkoyamam kendimi. Beni, ben yapan bu. Kimi, niye daha çok sevdiğimi ya da kime, niye tercih edildiğimi merak ederim, bilmek isterim. Yoksa sayfalar dolusu bunca cümleyi neden kurayım durduk yere ? 

Birini sevmek gerçekten maharet istiyor. Emek vermek, zamana karşı durabilmek, geçmişi geçmişte bırakabilmek, çevreden etkilenmemek, kırmamak, dökmemek, güvenmek, sadık kalabilmek, paylaşabilmek, sonuna kadar yanında olabilmek.. O kadar karmaşık, ama bir o kadar da yalın. Karmaşık çünkü, insanoğlunun bu kadar eylemi tek bir çatıda toplayacak cesareti, dahası sabrı yok. Yalın çünkü, bunların hepsi tek ve o en çok sevdiğin isimin altında birleşiyor, varlığın anlamlanıyor. Haydi bu da bir itiraf olsun; mesela ben, seninleyken daha iyi biriymişim gibi hissediyorum kendimi. Çokçana keyifli, belki daha mutlu, belki daha az yalnız hatta belki de daha az kimsesiz. Ne kadar rahatlatıcı bir duygu anlatamam. Bir taraftan bu şekilde yazması kolay, ama diğer taraftan da biliyorum ki tarifi mümkün değil, yaşamak lazım. Sonunda anladım; hayattaki en güzel şey bütün eksiklerini bilmesine rağmen seni hala ve ısrarla, kanının son damlasına kadar sevecek birisinin olmasıymış.. Ben beceremedim, o ayrı..

Son birkaç gündür garip rüyalar görüyorum. Hayır olsun deyip tekrar uyumaya çalışsam da başarılı olduğum söylenemez. Hele dün gece gördüğüm oldukça ilginçti. Başka zaman olsa oturup yazmak için saatlerce kafa patlatırdım, bu kez yapmadım. Onikiye beş kala durmuş bir saatin birbirine kavuşamayan akrep ve yelkovanının hikayesiydi. Her ikisi de birbirlerini çok seviyorlardı, ama uzaktan. Saat bozuk olduğu için kavuşamıyorlardı bir türlü. Akrep "Saat ustasıyla konuşalım, bozuk parçayı yapmasını isteyelim ancak böyle biraraya gelebiliriz" derken; Yelkovan ise "Söylemeyelim ustaya, eğer saati yaparsa kavuşmamız çok kısa sürer, yine ayrılmak zorunda kalırız" diye karşı çıkıyordu. Sabaha karşı, Akrep'in 1 dakikalığına bile olsa kavuşma arzusuyla; Yelkovan'ın "En azından bu halimizle uzaktan bile olsa birbirimizi görebiliyoruz" cümleleri arasında kalıp, kan/ter içinde uyandım. Hayatının sonbaharına kadar herşeyden ve herkesten kaçmış, hayatı kendisine küstürmeyi başarmış ve uzun zamandır "Onikiye beş kala" hikayeleri yazan bir adamın rüyası da böyle olur herhalde, değil mi ?

Şimdi herkes gibi sen de benim nasıl olduğumu merak ediyorsun.. Merak etme, en az onikiye beş kala duran bir saat kadar iyiyim. Olumlu tarafından bakarsan bu meret bile günde iki defa doğruyu gösterebiliyor ki, benim yaşımdaki bir adam için hiç de kötü olmayan bir performans.  Ama yine de bazen kendi kendime, keşke sen ben olsan; benim gözlerimden kendine baksan ve bütün yazdıklarımın, yaptıklarımın, söylediklerimin aslında benim için ne kadar zor olduğunu anlasan diyorum... Ama olmuyor işte...

Herneyse, gece yarısını buldum yine yazarken. Dün doğum günümdü, bugün ikinci gün ve iki gündür feci halde uykusuzum. Hissettiğim tek şey korku. Gerçi bir ay oldu benim soruma cevap gelmedi ama, benim beklediğim cevap da umduğum gibi olmayacak anladığım kadarıyla. Evet, ufak ufak bir hikayenin daha sonuna geliyoruz. Veda zamanı yaklaşıyor. 31 Aralık - 31 Ağustos.. Nereden baksan 8 ay. Hiç de azımsanacak bir süre değil. Birşey söyleyeyim mi; İnsanın yaşarken yazması gerçekten zormuş, bu sayede bunu da öğrendim. Bir daha yapmayacağım, söz.. Kalbim ve mantığım arasında pinpon topu gibi gidip-gelmekten çok sıkıldım. Aynı plağı sürekli tekrarlar gibi oluyorum farkındayım ama, en iyisi hakikaten yazmamak galiba. Öyle ya, sonunda şapkadan çıkan tavşan bile daha çok heyecanladırırken insanları, yazmak niye ? Sonra, ben bu sayfalar dolusu hikayeyi kime anlatacağım ki şimdi; bu kadar şiiri kime okuyacağım; bu şarkıları kime söyleyeceğim ? Karşılığı yok, o yüzden hala vakit varken, en iyisi vazgeçmek.

Şairin dediği gibi "ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım"..


* Bu yolculukta benimle olanlar için önümüzdeki günlerde belki bir bölüm daha yazarım belki yazmam ya da ne bileyim belki de bir veda şiiri kondururum en sadesinden.. Güzel bir final olur ve biter.. Karar vermedim henüz.

Hiç yorum yok: