Sevmek, sevmemek, az sevmek,
çok sevmek ve tam da “ne gidilecek
deniz, ne uğrunda ölünecek kadın kaldı” derken onunla rastlaştık. O kadar
güzel, o kadar kadın ki.. Bir gülümsemesi var, anlatamam. Yahu bir gün
karşılıklı oturuyoruz, o uzun siyah saçları öyle bir dalgalandı, öyle bir
rüzgarla geçti ki gözlerimin önünden nefesim kesildi, boğuluyorum sandım.
O gün, bugündür ne zaman yan yana gelsek
nefessiz kalıyorum.
Gülmek en çok sana
yakışırdı;
Sen gülünce
mavinin rengi değişir,
gökyüzü, deniz
seninle bir olurdu.
Sonra bir martılar
üşüşürdü
eski bir kadıköy
vapurunun peşinde,
elindeki simit
yetmezdi.
Bu ona yazdığım ilk şiir. Devamını
aralarda okuyacaksınız. Gerçi onun hayatında henüz net bir karşılığım yok! Belki
de var, daha farkında değil. Ya da öncelik sıralamasında başlarda değilim
diyelim. Her an bir makine dolusu çamaşırla ve kurutma makinasıyla yer değiştirilme
ihtimalim var. Şaka tabi. İkimizde en acemi zamanlarımızı yaşıyoruz. En zoru
başlamaktı galiba.. Neyse ki başlangıcı yaptık, ben de bana kalan kısmıyla
idare ediyorum şimdilik.
İdare ediyorum diyorum ama bir
cümle kuruyor bazen, mesela ‘Kararsızım hâlâ’ diyor. O kelimeyle öyle güzel
öteliyor, öyle güzel dışarıda bırakıyor ki; ben bile hayran kalıyorum.. Zeki
kadın. Ben olsam, ben de istemezdim benim gibi bir adamı. Etrafında bu kadar
sıkıntı varken, niye bir sıkıntı daha eklesin ki üzerine, öyle değil mi ?
sen gülünce
bir yüzü olurdu bu
şehrin
iri iri, yeşil
gözleriyle
sarıp sarmalardı..
Artık Ortaköy mü
dersin,
Emirgan mı;
bir takılırdık siyah
saçlarına
kaybolur giderdik
bulutların arasında.
Tanışma hikayesini geçiyorum, tanışmama gibi
bir lüksümüz yoktu zaten. Birbirini sık gören insanlardık. Neyse ben bundan
hoşlanıyorum ama, söyleyecek bir şeyim ya da yapacak bir önermem de yok.
Üstelik İstanbul’da kar altında. Hareket alanı sıfır. Her neyse, bir akşam
benim odada oturup laflıyoruz. Kısa bir sessizlik oldu “Ben acıktım” dedi. “E
hadi gidip bir şeyler yiyelim” dedim. Çıktık, karnımızı doyurduk. Hayatımda
yediğim en uzun akşam yemeğiydi –ki ben genelde akşam yemeği yemem. Restoran
kapanasıya kadar sohbet ettik. Bir hayli zamandır dışarı çıkmayan, insanların
arasına karışmayan bir adam olarak nasıl keyif aldığımı anlatamam.
sen gülünce
kelimeler aşka gelir
yazılmamış bütün
kafiyeler
satır satır
dizelenirdi.
senin için yazmadığım
ne kadar cümle,
ne kadar şiir varsa
hepsini dinler
şairliğimden
utanırdım..
Bir
iki kez daha tekrarladık yemekli akşam sohbetlerini. Hoşlanmayı bir tarafa bırakıyorum,
o kadar güler yüzlü o kadar konuşkan ki; gözlerimi bir saniye ayıramıyorum. Meğer
ne kadar açmışım yeni bir insan tanımaya, başka bir hayata tanık olmaya, farklı
hikayeler dinlemeye. Hele arada birde “Sana şu hikayeyi anlatmış mıydım ?” diye
sormuyor mu; bildiğin eriyip gidiyorum karşısında. İşte bu şiirin ilk dizeleri o akşam
yemeklerinden birinde düştü aklıma.
sen gülünce
bir anlamı olurdu
zamanın
ben, sen olurdum,
sen, ben..
tek bir bedende
iki yalnızlığı
birleştirir
kanat çırpardık
göklere..
Gülmek en çok sana
yakıştı.
Şair
olma hevesini çok uzak zamanlarda bırakmış bir adam olarak bu şiiri ıskalamak
istemedim, bitirdim. İki yanağında iki gamzesi ve gözlerinin içiyle gülmeyi
beceren o güzel kadına vefa borcumdu. Ödedim ve bugüne kadar hiç yapmadığım bir
şeyi yapıp kendisine de bir kopyasını verdim. Sağolsun o da kabul etti. Sonrasında
birkaç tane daha karaladım tabi, hiç boş durur muyum ben ? Onlar da fena olmadı.
Kimbilir belki ilerleyen sayfalarda yeri gelir paylaşırım, birlikte okuruz
yine.
Bazen hani insan uzaklara gitmek ister ya.. İşte
bundan dört-beş yıl kadar önce bir gün, karar verip bir gittim, kalbim kör
oldu. Ardımda bıraktığım her şey yandı, külleri rüzgarla birlikte savruldu
gitti. Hani herkesin içinde bitip tükenmeyen, ölmek bilmeyen bir çocuktan
bahsederler ya hep.. Benimkisi çoktan ölmüştü. Dik durmak; emin adımlarla yere
basmak, hayata kaldığım yerden yeniden başlamak ve daha bir umutla bakmak için
yalnızca bir “gülümsemeye” ihtiyacım varmış meğer. Şimdi o da hemen yanı
başımda ve benimle.
devam edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder