“Gecenin yarısı,
bir kitabın orta yerinden başlamak gibiydi;
Seninle birlikte olmak..
Başını anlamadan sona yaklaşmak..
Sonunu okuyamadan uyuyakalmak..
Ve uyandığında kaldığın sayfayı karıştırmak"..
Yarım kalan hikayeleri hiç sevemedim ben.. Açık uçlu filmleri de, romanları da.. “Efendim seyirci/okuyucu kendi yorumunu yapsın" cümlesi hiç yakın gelmedi. Eğer bir anlatıcı varsa ben niye yorumlayım, zaten varlık sebebi bana birşeyler anlatmak değil mi ? Yanılıyorsam sen söyle, "Nedensiz sonuç" ya da "sonuçsuz neden" gibi bir hipotez öne sürülebilir mi ? Herşeyin sonlu olduğu bir dünya ise bu, mutlaka bir "final" yazılmalı. Önemli olan uzun-kısa, iyi-kötü, mutlu-mutsuz bitmesi değil. Önemli olan birilerinin bir yerde "dur" demesi ve noktalaması. Yaşam gibi.. Ölüm gibi..
Yine de yarımsın ama. Seni bir türlü tamamlayamadım. "Seni seviyorum" ile sona erecek bir cümlenin daha başlamadan bir "sus"la kesilmesi gibi. Gözlerinin dolup dolup, gözyaşların dökülememesi gibi.. Ne yapsam, ne söylesem yetmiyor. O kadar kitap okudum, hafızamda kalan onlarca şiir ve bir o kadar da tirad var ama hiç birinde karşılığı yok düşündüklerimin. Kelimeler kifayetsiz, cümlelerin boynu bükük. Hani uzaklar yakınlaştırırdı ? Hangimiz daha uzağız şimdi ya da hangimiz daha yakın, sen söyle ?
“seni görebilmek için
o geriye döndüğüm zamanlar,
ikimiz de ölüyoruz,
yaşarken.”
Görüyor musun bak, bütün hayatımız çocukluğumuzdan kalma "aldım-verdim" oyununa döndü. Ben bir adım atıyorum sen uzaklaşıyorsun, sen bir adım atıyorsun ben uzaklaşıyorum. Bu oyun böyle oynanmıyordu ki ! İkimizde geri çekiliyoruz. O kadar kötülük görmüşüz, o kadar acı çekmişiz ve o kadar uzun zaman tek kalmışız ki, yıllardır ağırlığını omuzlarımızda taşıdığımız bir yük var. Adına “Güven” diyorlar. Kazanması zor, kaybetmesi kolay olan şey. Aslında ne güzeldir birinin yanında savunmasız kalabilmek, rahat hissetmek ya da onun kurduğu cümlelerin doğruluğunu sorgulamak zorunda kalmamak öyle değil mi ? Peki bizim payımıza düşen ne ? Modern görünüşümüzün altında ezilen ilkel benliğimizi, farkında bile olmadan “öğretilmiş çaresizliğe” kurban vermek. Ve bunu, sanki bir alın yazısıymış gibi kabullenmek..
Oysa hayatın bize sunabileceği en güzel hediyedir sevgi dolu bir insan.. Ömür boyu hep onun hayalini kurarız. Duvarda boş çerçevesini bile hazır tutarız –ki bulduğumuz an vakit kaybetmeden o resmi yerine asabilelim. En kötüsü de ne biliyor musun ? O kişiyi bulduğumuzda; ne böylesine değerli bir varlığın değerini biliriz, ne kendimizin. Her ikisini de yok sayarız anlamsızca. Öldürmek daha kolay gelir. Çünkü yaşadıklarımızdan yaptığımız çıkarım; karşımızdakileri kendimiz gibi algılama iyimserliğinden başlayıp, herkesin aynı güvenilmezlikte karbon kopyalar olduğu gerçeğinde son bulur. Bir yerlerde bize benzeyen, bizimle aynı duygu diliminde başkalarının da olduğu düşüncesi aklımıza bile gelmez. Hem hayatı matematikleştiririz, hem de kendi lanetimizi, kendi ellerimizle alnımıza, avuçlarımıza kazırız.
Hani bizim hayalimiz, yalnız hayatlarımızı yarım ya da eksik bırakmadan, ortak bir yalnızlıkta birleştirmek, tekleştirmekti ?
"Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ
Sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik..
Ve o eksiği tamamlayayım derken,
Var olan aşınıyor azar azar zamanla."
Şimdi garip gelecek ama, yeni birşey farkettim; bende sana ait hiç birşey yok. Yalnızca bir telefon numarası.. Masamda fotoğrafın eksik.. Odamda kokun, salonda sesin eksik.. Omzumda başın eksik.. Kalbimin olduğu yerde bir parçam eksik.. Yazdıklarım, yazacaklarım, sayfalarım eksik.. Ve cümlelerim yüklemsiz... Kendimi hiç bu kadar eksik ve yarım hissetmemiştim. Oysa bugüne kadar istediğim her şeyi yaptım ben. Her şeyi aldım, her şeye sahip oldum. "Keşke" diyeceğim hiçbir şeyim olmadı. Bir tek sen.. Yarım kaldın. Bir tek seni unutamadım.
Her defasında gitmek istedim. "Gitmek kolaylaştırır" dedim kendi kendime, "yapabilirim, idare edebilirim".. Hiç tanımadığım insanlarla birlikte oldum mesela, onlarla yaşamayı denedim. Bir sürü film izledim, müzik dinledim, kitap okudum. Aklımı gerekli gereksiz birçok şeyle meşgul edip, kendimce zaman kazanmaya çalıştım. Olmadı.. Yine unutamadım… Şu kadar ömürde herşeyle başa çıktım, her şeyin üstesinden geldim ama bir tek sana olan sevgimin üstesinden gelemedim. Artık hangimizin zaferi ya da hangimizin yenilgisiyse bu, ben de bilmiyorum.
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum..”
"Ayrılıkları, ayrıntılar acıtır" derler ya, galiba en çok acıtanı bu değil. Çünkü zaten ne kadar zaman geçerse geçsin, hiçbir ayrıntıyı unutmuyorsun. O bilinç altında bir yerlere yerleşiyor.. Üstünü örtmeye çalışsanda, bir süre sonra “ben buradayım” diye ortaya çıkıyor tekrar tekrar.. Sanırım insanı en çok acıtan; yaşayabilecekken, ve bunu biliyorken, ve ona tutma mesafesinde adım adım yaklaşmışken, yaşayamadığı, dokunamadığı, pas geçtiği ya da bir şekilde ıskaladığı mutluluklar.. Hayat diye bize öğrettikleri böyle birşey miydi ?
bir kitabın orta yerinden başlamak gibiydi;
Seninle birlikte olmak..
Başını anlamadan sona yaklaşmak..
Sonunu okuyamadan uyuyakalmak..
Ve uyandığında kaldığın sayfayı karıştırmak"..
Yarım kalan hikayeleri hiç sevemedim ben.. Açık uçlu filmleri de, romanları da.. “Efendim seyirci/okuyucu kendi yorumunu yapsın" cümlesi hiç yakın gelmedi. Eğer bir anlatıcı varsa ben niye yorumlayım, zaten varlık sebebi bana birşeyler anlatmak değil mi ? Yanılıyorsam sen söyle, "Nedensiz sonuç" ya da "sonuçsuz neden" gibi bir hipotez öne sürülebilir mi ? Herşeyin sonlu olduğu bir dünya ise bu, mutlaka bir "final" yazılmalı. Önemli olan uzun-kısa, iyi-kötü, mutlu-mutsuz bitmesi değil. Önemli olan birilerinin bir yerde "dur" demesi ve noktalaması. Yaşam gibi.. Ölüm gibi..
Yine de yarımsın ama. Seni bir türlü tamamlayamadım. "Seni seviyorum" ile sona erecek bir cümlenin daha başlamadan bir "sus"la kesilmesi gibi. Gözlerinin dolup dolup, gözyaşların dökülememesi gibi.. Ne yapsam, ne söylesem yetmiyor. O kadar kitap okudum, hafızamda kalan onlarca şiir ve bir o kadar da tirad var ama hiç birinde karşılığı yok düşündüklerimin. Kelimeler kifayetsiz, cümlelerin boynu bükük. Hani uzaklar yakınlaştırırdı ? Hangimiz daha uzağız şimdi ya da hangimiz daha yakın, sen söyle ?
“seni görebilmek için
o geriye döndüğüm zamanlar,
ikimiz de ölüyoruz,
yaşarken.”
Görüyor musun bak, bütün hayatımız çocukluğumuzdan kalma "aldım-verdim" oyununa döndü. Ben bir adım atıyorum sen uzaklaşıyorsun, sen bir adım atıyorsun ben uzaklaşıyorum. Bu oyun böyle oynanmıyordu ki ! İkimizde geri çekiliyoruz. O kadar kötülük görmüşüz, o kadar acı çekmişiz ve o kadar uzun zaman tek kalmışız ki, yıllardır ağırlığını omuzlarımızda taşıdığımız bir yük var. Adına “Güven” diyorlar. Kazanması zor, kaybetmesi kolay olan şey. Aslında ne güzeldir birinin yanında savunmasız kalabilmek, rahat hissetmek ya da onun kurduğu cümlelerin doğruluğunu sorgulamak zorunda kalmamak öyle değil mi ? Peki bizim payımıza düşen ne ? Modern görünüşümüzün altında ezilen ilkel benliğimizi, farkında bile olmadan “öğretilmiş çaresizliğe” kurban vermek. Ve bunu, sanki bir alın yazısıymış gibi kabullenmek..
Oysa hayatın bize sunabileceği en güzel hediyedir sevgi dolu bir insan.. Ömür boyu hep onun hayalini kurarız. Duvarda boş çerçevesini bile hazır tutarız –ki bulduğumuz an vakit kaybetmeden o resmi yerine asabilelim. En kötüsü de ne biliyor musun ? O kişiyi bulduğumuzda; ne böylesine değerli bir varlığın değerini biliriz, ne kendimizin. Her ikisini de yok sayarız anlamsızca. Öldürmek daha kolay gelir. Çünkü yaşadıklarımızdan yaptığımız çıkarım; karşımızdakileri kendimiz gibi algılama iyimserliğinden başlayıp, herkesin aynı güvenilmezlikte karbon kopyalar olduğu gerçeğinde son bulur. Bir yerlerde bize benzeyen, bizimle aynı duygu diliminde başkalarının da olduğu düşüncesi aklımıza bile gelmez. Hem hayatı matematikleştiririz, hem de kendi lanetimizi, kendi ellerimizle alnımıza, avuçlarımıza kazırız.
Hani bizim hayalimiz, yalnız hayatlarımızı yarım ya da eksik bırakmadan, ortak bir yalnızlıkta birleştirmek, tekleştirmekti ?
"Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ
Sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik..
Ve o eksiği tamamlayayım derken,
Var olan aşınıyor azar azar zamanla."
Şimdi garip gelecek ama, yeni birşey farkettim; bende sana ait hiç birşey yok. Yalnızca bir telefon numarası.. Masamda fotoğrafın eksik.. Odamda kokun, salonda sesin eksik.. Omzumda başın eksik.. Kalbimin olduğu yerde bir parçam eksik.. Yazdıklarım, yazacaklarım, sayfalarım eksik.. Ve cümlelerim yüklemsiz... Kendimi hiç bu kadar eksik ve yarım hissetmemiştim. Oysa bugüne kadar istediğim her şeyi yaptım ben. Her şeyi aldım, her şeye sahip oldum. "Keşke" diyeceğim hiçbir şeyim olmadı. Bir tek sen.. Yarım kaldın. Bir tek seni unutamadım.
Her defasında gitmek istedim. "Gitmek kolaylaştırır" dedim kendi kendime, "yapabilirim, idare edebilirim".. Hiç tanımadığım insanlarla birlikte oldum mesela, onlarla yaşamayı denedim. Bir sürü film izledim, müzik dinledim, kitap okudum. Aklımı gerekli gereksiz birçok şeyle meşgul edip, kendimce zaman kazanmaya çalıştım. Olmadı.. Yine unutamadım… Şu kadar ömürde herşeyle başa çıktım, her şeyin üstesinden geldim ama bir tek sana olan sevgimin üstesinden gelemedim. Artık hangimizin zaferi ya da hangimizin yenilgisiyse bu, ben de bilmiyorum.
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum..”
"Ayrılıkları, ayrıntılar acıtır" derler ya, galiba en çok acıtanı bu değil. Çünkü zaten ne kadar zaman geçerse geçsin, hiçbir ayrıntıyı unutmuyorsun. O bilinç altında bir yerlere yerleşiyor.. Üstünü örtmeye çalışsanda, bir süre sonra “ben buradayım” diye ortaya çıkıyor tekrar tekrar.. Sanırım insanı en çok acıtan; yaşayabilecekken, ve bunu biliyorken, ve ona tutma mesafesinde adım adım yaklaşmışken, yaşayamadığı, dokunamadığı, pas geçtiği ya da bir şekilde ıskaladığı mutluluklar.. Hayat diye bize öğrettikleri böyle birşey miydi ?