Salı, Mart 15, 2011

(S)aklımdakiler VIII

“Öperek uyandırdım bu sabah ayrılığı
Fırından yeni çıkan bekleyişler satın aldım
Kırmızı mavi ekoseli yalnızlığımı serdim masaya
Manzaraysa ayrılığa sıfır
İşte her şey hazır
Acılarımla iki lafın belini kırdık
Yokluğunda bir kuş sütü eksik
Yalnızlığım ve ben; seni çok bekledik.”


Beklentileri yüksek bir adam olamadım ben.. Hırs, ego nedir bilmem. Kimseyi hiçbir şey için zorlamadım, bekletmedim, alıkoymadım. Gitmek isteyene dur demedim, geleni de yalnız bırakmadım. İlk önceleri böyle değildi. Elbette –en az herkes kadar- bir beklenti içine giriyordum. Ama beklentiyi oluşturan her ne ise, onunla ilgili bütün duygularımı gözden geçirip, dikkatli davranıyordum. İsteğim çok basitti aslında. Çevremde bütün olup bitenlerin karşılıklı faydalar üzerine değil, doğası gereği gelişmesini istiyordum. Böyle olursa, belki bu bi’çare ademoğulları maskelerinden kurtulup, daha dingin, dengeli ve sevgi dolu bir yaşama merhaba diyebileceklerdi. Ve kimbilir belki de ruhlarını, o bitip tükenmeyen cehennem azabından kurtarabileceklerdi. Ne yalan söyleyim ben de çok sonra öğrendim; -ne kadar iyi niyetli olursan ol- meğer düşündüklerinle ilgili beklenti içine girmek insanı yerinde saydırıyormuş. Düş olarak başlayan şey zamanla umuda dönüşüyormuş. Ve daha da kötüsü; insan umut ettiği şeyin gerçekleşmesi için bütün duyularını körleştirip, hiç bıkmadan usanmadan bekliyormuş. Sonrası hep aynı zaten: Hayal kırıklığı..

“…
döndüğünde bulamayacak olmak beni,
korkutmuyorsa seni...
bu son satır fazladan yazılmış demektir!..”


Bugüne kadar hiç kimse düşlerime sınır koyamadı. Çünkü kimseyi varlık ya da yokluğuna göre değerlendirmedim. İşin en zor kısmı gerçek dünyaya geçtiğimde başlıyordu. Zira hayalini kurduğum şeyler gerçek dünyada camdan kalp gibi; ince ve kırılgandı.. Onlar, birileri tarafından her defasında fütursuzca yere atılırdı. Yüzlerce parçaya ayrılırlardı. Toplayamazdım hiçbirini. Korkardım, içim acırdı.. Toplarken, o küçücük parçaların yüreğimde açacağı yeni yaralardan korkardım.. Ya da yaralanmayı göze alsam bile kanamayı durduramamaktan korkardım.

Kaybettiklerimin sayısı arttıkça herşeyi bıraktım. Gitmem gereken yerlere gitmedim mesela. Yapmam gerekenleri yapmadım. Dostlarımı, sevdiklerimi aramadım. Dışarı hiç çıkmadım, gezmedim, eğlenmedim.. İşten eve, evden işe.. Kimseyle görüşmedim, ne düzenli bir uyku, ne de bir öğün yemek.. Hayat ile olan bütün bağı kestim. “Ölmekten ne farkı var ?” diyeceksin şimdi biliyorum. Öyle değil ama.. Hem kolay mı sanıyorsun bir insanın kendi ölümünü planlaması ? Ayrıca öleyim diye bir çabam da yok !.. Benimkine “yaşamak ile ilgili çabayı kesmek” diyelim, ağır kaçmasın.. Görüyorsun ya, insan zamanla herşeyden vazgeçebiliyor. En sevdiklerinden bile..


“son isteğin nedir ?" sorusu
çok çok kolaydır,
"ilk isteğin nedir?"sorusundan.
çünkü, o soruyu
kimse kimseye soramadı,
korkusundan.”


Seninle ilgili -aylar öncesinden- son hatırladığım şey "İnsan neyle yaşar ?" sorusu.. O zaman cevap yazmamıştım hatırlarsan. Yüzünü göremesem bile, en azından “sesini duymak” türünden lükslerim vardı. Bu kadar zamandır yaşadığım eksiklik ve yarım kalmışlığın ardından, ancak şimdi yüzleşebiliyorum bu soruyla.

Pandora'nın kutusu açılıp, Zeus'un içinde sakladığı bütün kötülüklerin dünyaya saçılmaya başladığı günden beri, sorduğun sorunun cevabı aynı: Umut.. Kimilerine göre “İyi şans”, kimilerine göre ise “Kötülüklerin en kötüsü”.. İşkenceyle mutluluk arası birşey, nasıl oluyorsa artık !..

“Kötülüklerin en kötüsü” düşüncesini savunanlar için “Umut etmek”, karşındakine farkında olmadan bir takım anlamlar yüklemekle eşdeğer... Oysa hiçkimse bir başkasının beklentileri için yaşamaz hayatını. Kendini bir başkasının ellerine teslim edip, sorumluluk vermek ya da onun sorumluluğunu almak istemez. Uzak olmak, yabancı kalmak (ileride yalnız kalacağını bile bile) korunma içgüdüsüyle birleşip daha rahatlatıcı gelir.. Zaten hepimizin yıllarla birlikte eksilmemizin nedeni de bu değil mi ? Böyle bir hikayenin sonu kaçınılmaz olarak hayal kırıklığı..

Peki Pandora’nın kutusu açıldıktan sonra ne olur ? Kötülüklerin etrafa hızla yayıldığını gören Prometheus, son anda yetişerek kutunun kapağını kapatır. Böylece umudun da uçup gitmesini engeller. Çünkü o, kötülüklerle başa çıkabilmenin tek yoludur. Mitolojik efsane, “Umudun” Zeus tarafından, Prometheus’un emrine verilmesiyle biter. Ve o günden sonra Prometheus diyar diyar gezip, insanlara ihtiyaç duydukları kadar umut dağıtır.. İşte “İyi şans” değerlendirmesini yapanların hikayesi de bu.

Bana gelince..Başıma gelen onca şeye, yapılan onca kötülüğe rağmen hâlâ umudumu kaybetmedim. Belki ara ara zorlanıyorum, doğru.. Ama vazgeçmedim. Çünkü umut denince benim aklıma özgürlüğüm geliyor.. Mesela çıkmışım bir tepeye, sırtımı yaslamışım bir ağaca ya da uzanmışım çimlerin üstüne, gökyüzünü seyrediyorum. Böyle bir maviyi rüyanda bile göremezsin. Hele hele hemen altında desenlenmiş sıra sıra, köpük köpük bulutlar yok mu, öm’re bedel.. Ya da kar yağmış, yağmur yağmış mahsur kalmışım evde.. Üşümemek için demlemişim çayı, geçmişim pencerenin önüne. Ve bir an düşündükten sonra buğulanmış cama parmaklarımla güneş resmi çiziyorum. Nasıl bir turuncu, nasıl sıcak.. Elini uzatsan, sanki elini yakacak…

“Umut” iyi bir şeydir, belki de yaşadıklarımızın içinde en iyisi. Ve unutma ki, iyi şeyler asla ölmezler.

Hiç yorum yok: