Çarşamba, Şubat 01, 2012

Onikiye Beş Kala..


Lisede bir edebiyat öğretmenim vardı; Sevinç Hanım. Beni Türk Edebiyatı ile tanıştıran, sevdiren oydu. Fen bölümünde okuyup, edebiyatı pekiyi olan tek öğrenciydim diyebilirim. Seviyordum çünkü okumayı. Okudukça yeni dünyalar keşfediyor, hiç gitmediğim/görmediğim yerlerle ilgili hayaller kuruyor, bilmediğim/öğrenmediğim nitelikte insanlar tanıyor ve bilginin ne kadar değerli olduğunun ayırdına varıyordum. Öğretmenim bir gün Orhan Veli'den bir şiir verdi ödev diye, işte o gün bütün dünyam değişti. Bu kadar yalın bir türkçeyle kocaman bir duyguyu 8 mısrada anlatan bir insana rastlamamıştım. O anda nasıl aptallaştığımı anlatamam -ki tür olarak şiirden de nefret ediyorum. Bir taraftan önyargılıyım ya, "hayır" diyorum kendi kendime "bu kadarı olamaz". Şimdiki gibi internet yok hayatımızda, bir okul bir de şehir kütüphanesi; aynı hafta kütüphaneye gidip Orhan Veli kitabı aradım. Sözümona kendi kendime şiirin bu kadar güzel birşey olmadığını kanıtlayacağım. Neyse, kütüphane görevlisinden kitabı aldım ve bir hışımla ilk bulduğum masaya oturup herhangi bir sayfayı açtım. Karşıma şu şiir çıktı :

"Damlara bakan penceresinden
Liman görünürdü
Ve kilise çanları
Durmadan çalardı, bütün gün.
Tren sesi duyulurdu, yatağından
Arada bir
Ve geceleri.
Bir de kız sevmeye başlamıştı
Karşı apartımanda.
Böyle olduğu halde
Bu şehri bırakıp
Başka şehre gitti."


Gözlerim doldu. Ama içimden hala "hayır" diyordum. Önce kitabı kapatıp kalkmak istedim. Haklı olmama olasılığım artıyordu. Sonra vazgeçtim, çünkü hepsi aynı güzellikte olamazdı ya da en azından olmamalıydı.. Kitabı tekrar açtım; bu sefer "Kitabe-i Sengi Mezar" çıktı karşıma, bir sayfa sonrası "Hürriyete Doğru", sonra "Anlatamıyorum" derken bir de baktım ki kitap bitmiş. Evet, yenilmiştim. İşte ilk karalamalarım, ufak tefek hikayelerim, şiir denemelerim bu yenilgiyle başladı. Zamanla şiir ağır bastı ve hikaye anlatıcılığını yarım bıraktım. Uzun yıllar herkesten habersiz sayfalar dolusu şiir yazdım.
 
İşin hikaye anlatıcılığı kısmına gelince; zamanın herhangi bir yerinde, artık benim için hiç önemi kalmayan bir yılda, yeni kurulan özel bir televizyon kanalında çalışıyorum. Müdür yardımcısıyım. Kapalı devre test yayınları başlamış, herkes çok heyecanlı. Örnek yayın akışları, program içerikleri, süreleri, günleri, periyodları.. koşuşturma hiç bitmiyor. Ben de bir taraftan proje hazırlıyorum. Aslında yeni bir proje değil, bir önceki deneme yayınlarının yapıldığı dönemde bizzat metinlerini yazdığım ve yönetmenliğini yaptığım bir programın genişletilmiş versiyonu, üzerinde çalıştığım. Programın adı "İstanbul'u Dinliyorum", yarı belgesel yarı güncel tarzda. Hem izleyicilerden hem yönetimden tam not almış bir program, herkes devam etmemi istiyor. Ancak yönetici olmam alanı daralttığı için "Sen yaz, ver bir yönetmenine o çeksin" diyorlar. Neyse lafı uzatmayım; bir tarafta da televizyonun üst kademe yönetimi değişiyor, yönetim kurulu üyeleri  belirleniyor vesaire.. Programı yazmam için baskı kuran isimlerden biri de o zamanki müdürüm. Bir gün "Gel seni biriyle tanıştıracağım" diyor, "Sürpriz". Ve yönetim koridorundaki bir kapıdan içeri birlikte giriyoruz.. Gözlerime inanamıyorum. Sırmalı lacivert kaptan şapkası ve sarı tel çerçeveli gözlüklerinin ardından bana bakıp gülümseyen ve içeri buyur edip "Hoşgeldin" diyen adam; yıllardır taptığım, şiirlerini kitaplarını baştacı yaptığım Attila İlhan'ın ta kendisi. O anki şaşkınlığımı, mutluluğumu, sevincimi anlatmama imkan yok şimdi. Hikayenin geri kalanı oldukça uzun, bu yüzden atlayarak geçiyorum. Meğer Attila Hoca, bizim televizyonun yönetim kurulu üyesi olmuş, üstelik müdürümün de eski ahbabıymış. Bu arada benim müdür, program için yazdığım eski metinleri, yeni yazdıklarımı ve yeni bölümlere eklemek istediğim şiirlerimi ne var ne yoksa Attila Hoca'ya vermiş göz atsın diye. O da tanışmak istemiş cümlelerin sahibiyle. 99'un baharıydı, parçalı bulutlu yazma serüvenimin miladıydı o gün. Çünkü kimse bilmese de, Hocam'dan bana kalan tek nasihattı "Sen yazmalısın çocuğum, daha çok yazmalısın"..

Yazmayı seviyorum aslında. Bu da benim arayışımın bir parçası. Günlük hayatımda isteyip de kuramadığım cümleleri, kızgınlıklarımı, serzenişlerimi, huysuzluklarımı, sevinçlerimi, ne hissediyorsam dosdoğru kağıda dökmek rahatlatıcı oluyor. Bir tür terapi gibi. İçerikleri benzer gibi gözükse de hikayelerin kahramanları aynı değil. Hayatımın farklı zamanlarına ait hepsi. Başlıkların farklı olmasının nedeni de bu; "seyir defterini kaybeden kaptan", "saklımdakiler", "adresini kaybetmiş mektuplar", "yalnızlar senfonisi", "olric ve efendisi" ve şimdi de "onikiye beş kala".

İşin zor kısmı yazmakla ilgili değil, yazdıktan sonra okumakla ilgili. Çünkü yazarken ben "ben" değil de bir başkası olduğu için, okurken gerçek "ben"in yüzleşmek zorunda kaldığı şeylerde başka başka oluyor haliyle. Zaman atlamaları yaşıyorum, hikayedeki o ana ya da o güne gidiyorum. Birden durum sarpasarıyor; eksiklerimi, fazlalarımı, yapamadıklarımı, atladıklarımı, ıskaladıklarımı göruyorum. Bu da canımı acıtmaya yetiyor. O can havliyle birlikte birden kendime geliyorum ve o hikayeyi nasıl bir ruh haliyle yazdığımı düşünüyorum uzun bir süre. Zamana yayılmış ve unutulmaya yüz tutmuş pek çok hatıranın bir anda su yüzüne çıkması, üstesinden çok da kolayca gelinebilecek bir durum değil. Yazmak istemeyişimin asıl nedeni bu; kabuk tutmuş yaraları tekrar kanatmamak.

Yoksa kim "Olric ve Efendisi" diyalogları yazmak isterki durduk yere; Romanı okuyacaksın, karakterlere hakim olacaksın, yazım dilini özümseyeceksin yetmedi  kafa yorup karşılıklı konuşturacaksın.. Sonunda da herkes gerçek olduğunu ve romandan alıntı yapıldığını sanacak..

Evet doğru duydun; burada yazan hiçbir diyalog "Tutunamayanlar"a ait değil. "Olric ve Efendisi" diyaloglarının hepsini ben yazdım. Üstelik diyalog yazmayı hiç sevmediğim halde..

- Hayat nedir Olric ?
- Gidenlerden bize arta kalanlar efendimiz..
- Gönül kırıklıklarından başka birşey kaldı mı elimizde ?
- Hayır efendimiz.. Belki birkaç şiir, birkaç da yazı..
- Senden başka kimsem kalmadı Olric. Biliyor musun bazen masallara özeniyorum; "Keşke" diyorum kendi kendime "Gepetto Usta olsaydım da sana can verebilseydim."
- Sağolun efendimiz.
- Keşke sen insan olsaydın ya da o hiç gitmeseydi...

Hiç yorum yok: