Çarşamba, Şubat 08, 2012

Onikiye Beş Kala..

Şiirler olmasa ne yapardım bilmiyorum. Zor anlarımda hep yanımda oldular, uzun zaman dünyamı, yolumu aydınlattılar. Ben de onlara olan vefa borcumu yazarak ödedim. Şair desinler diye değil ama. Gönül verdiğim, yıllarca peşinden gittiğim, mısraları dilimden düşmeyen bunca ustam varken bana şair demek, onlara hakaret etmekten farksız. Benimkiler olsa olsa "karalama" sınıfında yer alır. N'olur "tevazu" deme.. Tevazu değil bu, gerçek. Çünkü onların yaşama biçimleri bu; şiirle yatıp şiirle kalkıyorlar; günde üç öğün şiir yiyip şiir öğütüyorlar; gördükleri, yaşadıkları bütün olaylara şair gözüyle bakıp, değerlendirdikten sonra kendi dillerine çevirip bize o şekilde sunuyorlar; ceplerinden kalem ve kağıt hiç eksik olmuyor; okumaktan hiç vazgeçmiyorlar.. Vizyonları, bakış açıları, ekmekleri, meslekleri bu.. Benimkisi biraz daha farklı; daha çok duygu yüklü anlarda ya da içim dolup taştığında biraz da ilham perisinin yardımıyla -tabi o an uğrarsa- yazdığım karalamalar ordusu. Üstelik hepsi dağınık, başka başka yerlerde; birçoğu kayıp ve sahipsiz; sevmediklerim yırtık ya da yanık; sevdiklerim ise iadesiz taahhütsüz zarf içinde gönderilmiş bilinmeyen adreslerde.     

Ben,
Dalgalardan yorgun düşmüş
Bir yelkenli..

Aşkım,
Uçsuz bucaksız
Sonu olmayan bir deniz..

Sen,
Ne zaman ve nereden eseceği
Belli olmayan bir rüzgar..

Nereye esersen
Oraya gideriz...

Çok ilginçtir, benim hayatıma giren herkesin yer aldığı bir şiiri vardır. Bilerek ya da isteyerek yaptığım birşey değil bu. Önceden düşünmüyorum, kurgulamıyorum. Durup dururken birden aklıma iki kelime düşüyor, sonra bir de bakıyorum cümlelere dökülmüş. Gerçi mısraların sahibi bu durumdan haberdar olmuyor haliyle. Elinde kağıtla birinin karşısına geçip, "al bunu sana yazdım" denmeyeceğine göre... Ama diğer yandan düz yazının içinde gizli özne olarak kullandığın zaman çok da göze batmıyor sanki.

Bak mesela yukarıdaki şiir senin. Yaz aylarının başıydı sanırım. Buluşmuştuk bir akşam. Ben çok yorgundum, senin de canın birşeylere sıkılmıştı. Anlatıyordun, dinliyordum. Elimden geldiğince cevapları bulmana yardımcı oluyordum. Diyalogların en sonunda "bu iş daha ne kadar yapılır bu şartlarda" kısmına kadar gelmiştik ki telefonun çaldı. Beş belki altı dakika sürdü konuşman. Sıcak bir akşamdı iyi hatırlıyorum. Sen konuşurken hafiften bir rüzgar esti. O esintiyle birlikte, o ana dek konuştuklarımız, o gün başımdan geçenler, senin için hissettiklerim hepsi bir araya geldi ve önümde duran peçeteye "nereye esersen oraya gideriz" cümlesini yazdım. Genelde böyle gelişmez, sondan başlamaz şiirler ama oldu bir kez. Herneyse, telefon görüşmesi bitmeden yaklaşık üç dakika içinde, sondan başa döküldü mısralar. Haberinin olması elbette mümkün değil çünkü ilk defa burada can buluyorlar.

Elindeki bardak düştü.
Su çil yavrusu gibi dağıldı yere,
rengi kan kırmızısı.
Oturduğu yerde yığıldı.
Yüzünde küçük bir tebessüm ;
varolmanın mutluluğu.
Avuçları açık, yalvarır gibi,
içinde ölümün burukluğu.
Gözleri renksiz, yarı mat
tükettiği yılların yalnızlığı.
Sanki oda boş bir sayfa
o da ortasına bir nokta..

Artık güneş onun penceresine doğmuyor sabahları.
Geceleri gökyüzündeki yıldızları sayamıyor;
yatağı hep boş, yastıklar sahipsiz.
Bardağında günler öncesinden
kalan şarap mayalanmış ama,
dudak izleri, parmak izleri yerinde, bıraktığı gibi.

Yarım kalan şiirse
boynu bükük, masa üstünde,
azat edilmeyi bekleyen kuş misali
kanat çırpıyor şimdi.

Farkındayım uzun bir şiir. Burada kısa bir ara vereyim istedim. Hem nefes alırsın, hem de hikayesini dinlersin. Ben genelde rüya görmem ya da şöyle düzelteyim; gördüğü rüyaları hatırlayan insanlardan değilim. Ancak bir gece bir rüya gördüm ve kan ter içinde uyandım. Artık rüya mı denir, kâbus mu denir bilmiyorum. Gerilim filmlerine taş çıkarabilecek birşeydi. Böyle eşyası çok az olan, loş ışıklı bir ortamdayım. Bir ikili, bir tekli koltuk; bir masa sandalye; ortada alçak büyükçe bir sehpa; duvarın birinde küçük bir vitrin; ve boydan boya cam  kaplı bir salon. Belli ki aklım birşeylere takılmış, içeride dört dönüyorum. Bir camdan dışarı bakıyorum, bir masa başına gidip üstündeki notları okuyorum, beğenmeyip yenilerini yazıyorum. Derken bitap düşüp koltuğa oturuyorum. Yorgunluktan başımı geriye doğru yaslayıp gözlerimi kapatıyorum. Ben uyuduğumu sanıyorum tabi, ta ki içimden bir ben daha çıkana kadar. Ruh ve beden.. Koca bir ömrü birlikte geçirdikten sonra, ansızın birbirlerinden ayrılıyor. İşin garip yanı koltukta oturan ben, öldüğüm halde bir süre daha etrafta olan bitenleri görüyorum. İçimden çıkan bense, kalkıyor gidip masaya oturuyor; yazdıklarımı okuyup bu şiiri tamamlıyor ve bana -onay almak istercesine- baştan sona okuyor. Sonra o havaya yükseliyor, bende sırtımdaki terle uyanıyorum. İşte o rüyada okuduğum şiirin kağıda dökülmüş hali bu. Meğer sorulacak ne çok soru varmış !.. 

Kimdi bu adam, neydi ?
Bir adı var mıydı ?
Nereden gelip, nereye gidiyordu ?
Acıyı, tutkuyu, aşkı, sevgiyi
yaşayabilmiş miydi yeteri kadar ?..

Ne bileyim :
Çelik çomak oynayabilmiş miydi çocukluğunda,
hiç üç tekerlekli bisikleti olmuş muydu ya da kırmızı tavşan balonu ?
Sonbaharda şeytan uçurtması yapıp onunla beraber uçmayı düşlemiş miydi,
ortaokul’da, lise’de bir kızı sevip utancından köşe bucak saklanmış mıydı ?

Bir nisan şakası yapmış mıydı arkadaşlarına,
Hıdırellez ateşinin üstünden atlamış mıydı
yahut ladesim lades olsun demiş miydi ?

Acaba ilk flörtü güzel miydi hayallerindeki gibi;
onunla köşedeki muhallebicide küçük kaçamaklar yapmış mıydı ?
İlk defa bir kızı öptüğünde ne hissetmişti ?
 En çok ne olmayı istemişti; doktor, mühendis...
Evli miydi, çocukları var mıydı,
isimleri neydi ve kim koymuştu ?

Hiç kağıttan kayık yapıp onun gibi sularda özgürlüğünü aramış mıydı
ya da kalbi kırılmış mıydı cam gibi düşüp parçalanmış mıydı ?

Haftada bir çilingir sofrası kurup iki kadeh parlatmış mıydı doyunca,
avrupa kağıtlı bir tütünden derin bir nefes çekip ‘oh be’ demiş miydi ?
Neye daha çok özlem duymuştu; sevmeye mi, sevilmeye mi,
aşka mı, tutkuya mı, bugüne mi, düne mi ?

Yarım kalan şiiri kime yazmıştı ?
Bu ıssızlığın ortasında niye bırakmıştı kendini ölüme ?
Kimdi bu adam ve gerçekten yaşamış mıydı ?

Daha birkaç gün öncesine kadar
yaşam zordu onun için, şimdi kolay.
O da herkes gibi biriydi, şimdi hiçbiri.
Bir mektup yazmıştı sevgilisine bir zaman
‘sevgimiz her yerde’ diye, şimdi hiçbir yerde.
Artık ne içtiği sudan aynı tadı,
ne dinlediği müzikten aynı keyfi,
ne de kokladığı çiçekten aynı zevki duyabilecek.

İki seçenekli bir yaşamda varolmayı seçip yok olan,
Yok olmayı seçip var olan bu adam,
sonsuza doğru pupa yelken açarken
yalnızca şu masadaki şiir anlatacak
bizlere yarım kalan öyküyü :

"Düş bahçenin kapısı aralandığında,
yüzüne çarpan ışık seni korkutmasın.
Gelen güneş.

Düşün ki, o ilk defa görüyor seni
ama sen onu tanıyorsun,
Düşün ki, içini ısıtmaya çalışıyor senin
bu da senin için ilk,
Düşün ki, sevgi sözcükleri mırıldanacak birazdan
senin yüzün kızaracak,

Düşün ki, O benim..."

Hiç yorum yok: