Çarşamba, Şubat 15, 2012

Onikiye Beş Kala...

Haydi bu da bir itiraf olsun; aslında ben hiç “gelen” olamadım. Bugüne kadar elime hep tek yön "gidiş" bileti tutuşturdular. Zamanla giden olma rolü, üstüme yapıştı kaldı. Üstelik ne güneş gibi ısıtabildim, ne aydınlatabildim; ama en azından denedim. “Değer miydi ?” dersen.. İnan harcadığım her dakikaya değerdi. Hiç vazgeçmedim, vazgeçmeyeceğim de.. Belki güneş olamayacağım ama; sonunda birileri -bundan yıllar sonra olsa bile- benimle ilgili bir cümle kurarken “yazarken, anlatırken gözleri parlardı” diyecek.

“Aşkın celladı olmayı hiç istemedim..
Bütün dileğim sevebilmekti;
ya da sevilmenin o şevkatli,
merhametli kollarına bırakmaktı kendimi.."

İnsanoğlu ne garip değil mi ? Sevgiye de, sevgisizliğe de verdiği tepki aynı. Hiçbirinin yüzünde ifade yok o duyguyu yansıtabilecek. Sanki "seni seviyorum" demiyor, "amaaan sende" bakışı var: Boş ve anlamsız. Görsen; birileri zorlamış da, silah zoruyla karşılıklı oturuyorlar gibi. Ya herşeyden vazgeçilmiş kurtarıcı bekleyen umutsuzluk ya da yüksek egoyla karışık “ne yapalım bununla idare edeceğiz” durumu. Denge yok. Mesela birinin üzerine düşsen kaçıyor, düşmesen kovalıyor. Sevsen “yeter”, uzak dursan “sen artık eskisi gibi değilsin” diyor. İyi birşey düşünsen, güzel birşey söylesen suç oluyor, söylemesen “odunsun” diye itham ediyor. Anlamıyorum bu iki yüzlülüğün nedenini.

Sağol.. Bunların hiçbirini yaşatmadın bana. O yüzden bir tek senin yanında huzurluyum; yalnızca seninleyken rahatım ve maskesizim. Bugüne kadar hiç kimse, kendimi adım gibi hissettirmedi.

Şimdi bana sorsalar "onu ne kadar seviyorsun" diye; tıpkı çocuklar gibi kollarımı gerilene kadar iki yana açıp "bu kadaaaaarrrr" derim, hiç duraksamadan.  

"Seni kimseler bilmiyor,
-gizliden gizliye-
kendime saklıyorum.
Biri duysa diyorum
ya da öğrense biri..
Masal bu ya,
sonuna gelmeden biter..."

Bazen bir insanla tanışırsın. Konuşursun bir süre. Tuhaf bir biçimde etkilenirsin. Tanıdık, yakın bir yüz gibi gelir. Daha beş dakika geçmeden savunma kalkanlarını indirirsin. Samimi olduğunu düşünürsün. Anlatmaya, içindekileri dökmeye başlarsın bir bir; üstelik anlattıkça/açıldıkça ne yaptığına kendin bile anlam veremezsin. Görmediğin bir güç, adeta kendine doğru adım adım çeker seni, duramazsın. Sanki karşındaki yıllar önce tanıdığın, çok sevdiğin ama bir nedenden ötürü uzun süredir görmediğin biri gibidir. Öyle ki aradan geçen onca zaman değiştirmemiştir birşeyi. Karşılaşırsın, çarpışırsın ve geçmişte kaldığın yerden devam edersin.

İşte, senin bendeki hikayen de böyle.


"Kalemi her elime aldığımda,
                                           aklıma ilk gelen; sen.
Başladığım her cümlenin
                                    öznesi; sen.
Korkularım; sen.
Söyleyemediklerim; sen.
Kime baksam,
                   kimi sevsem,
                                   yine sen,
                                               hep sen..."

Biliyor musun ? Aslında hepimizin sorunu aynı. Korkuyoruz.. Gerçekte olduğumuz gibi görünmekten korkuyoruz.. Yumuşak karnımızın ya da en çok acıyan yaramızın farkedilmesinden korkuyoruz. İyi bir insan olduğumuzun anlaşılmasından, en herkes kadar hata yapabileceğimizin bilinmesinden korkuyoruz. Birbirimize yaklaşamamamızın, sevgisiz kalmamızın, kendimizi doğrudan yalnızlığa hapsetmemizin tek nedeni bu : Artık daha fazla zarar görmemek.

Merak ediyorum, birbirimizi ne kadar çok özlediğimizin ve ne kadar ihtiyaç duyduğumuzun acaba ne zaman farkına varacağız ?

Bugün 14 Şubat. Herkes planlarını yaptı, dışarılarda bir yerlerde sevgili ya da sevgisiz bir gece geçiriyor.  Ben ise, yine onikiye beş kala aklımdakileri toplayıp sana bu satırları yazıyorum. Bu gece ile ilgili tek planım da buydu : Bir an önce bitirmek ve yelkovan akrep ile buluşup, saat onikiyi vurmadan, adresine göndermek. Masal bu ya !


Bakalım;
Gerçekten var mıyız ?
Ve gerçekten yaşıyor muyuz ?

Hiç yorum yok: