Aslında hepimizin hikayesi -üç
aşağı, beş yukarı- bu kurbağanınkine benziyor. Ben buna "herşeye rağmen
yaşamak" diyorum. Öyle ya, varlığımız ve yokluğumuz arasında bir fark olmadığına
göre!.. Hele hele bir de yedi milyar dünya nüfusuna oranlarsan.. Haydi onu da
geçtim, daha burnunun dibindeki insanın çırpınışlarını göremedikten ya da
görmezden geldikten sonra nasıl bir fark olabilir ki ? Uçurumdan atlasan ne
olacak, atlamasan ne olacak ? Ne değişecek ? Belli ki kimsenin umurunda değil.
İşte o yüzden herşeye rağmen yaşamak adını verdim; baksana süreç de, sonuç da
hep aynı.. Yüzmeyi zaten biliyorum..
Siyah en çok ona
yakışırdı,
Gökkuşağı gibi.
Saçları, gözleri,
Elbisesi, ayakkabısı,
Hatta çorapları...
Bir tek gömleği
beyazdı,
O da tezat olsun diye.
Zaten az görünürdü
Ve dahası masum
değildi.
Babam hep söylerdi, anlamazdım
o zaman; "Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik.. bir de ardımıza
bakmışız ki, bir arpa boyu bile yol gidememişiz".. İnsan bu yaşta
anlıyormuş o cümlenin mealini.. Ne kadar az şey yapmışız meğer, ne kadar az
kalmışız.. Elde var; "yalnızlık".. Nasıl anlatsam bilmem ki ! Sanki
bir çoğalıp, bir eksiliyorum. Hangi yöne dönsem ya sana çarpıyorum, ya da
nereye tutunsam sana düşüyorum. Hayat dediğin çok garip birşey; sen daha ne
olduğunu anlamadan bir de bakıyorsun ki zaman geçmiş. Derken bir gün eline
kağıdı kalemi alıp not alırken, o güne kadar kendine bile itiraf edemediğin bir
cümleyi yazıya dökmüşsün "yalnızım" diye.. Sence de garip değil mi ?
Alı da bilirdi, moru
da,
Sevmeyi de, aşkı da.
Beklentisi yoktu
yaşamdan
-yaşamın da ondan.-
Hayatın ortasında,
ortalama bir hayattı
onunkisi.
Ama yine de bütün
kırmızılar imrenirdi,
Maviler suskun,
Sarılar gözlerinde,
Öylece beklerlerdi.
Ve o hep, siyah derdi
hepsine...
Yazmak gerçekten mutsuzluk.
Mutlu olup da yazan insan görmedim bugüne kadar. Şarkı sözlerine, şiirlere,
öykülere hatta filmlere bak. Hepsi kendi içinde başka bir dram sanki. Hayatın
bütün dengesi bu dram üzerine kurulmuş da, bizlerde bu dram içinden kendi
adımıza yaptığımız çıkarımlarla küçük küçük mutluluklar toplayıp; bütün
kötülüklerden uzaklaşmaya çalışan pollyanna'lar gibiyiz. Sadece bu bile yazmamak
için yeterli bir gerekçe. Doğanın bize bahşettiği en büyük mucizelerden biri
"unutmak" iken, sen misin unutmayan ve herşeyi kaleme alan ? Bak sonu
böyle olur işte..
Sonra bir gün, uzun zamandır
görmediğin bir tanıdığınla karşılaşırsın "-Çok
kötü görünüyorsun.." der, kalırsın. Boğazında düğümlenmiş yüzlerce
kelime varken, bir tanesi bile yolunu bulup dışarı çıkamaz.. Cevap veremezsin. Susa susa bu hale geldiğime göre, benim
derdim de aynı.. Düşün mesela; şimdi burada, yanımda olsan hiç gecenin şu
saatinde oturup bu satırları yazar mıydım ?
Siyah ona çok yakışırdı gülerken,
Ağlarken gözyaşları siyahtı.
Bir kadın sevmişti beyaz,
O da siyahı sevmemişti.
Düşleri yoktu.. Gölgesi de..
Yalnız bir adamdı ;
Unutulmuş bir not gibi,
Sayfanın en dibinde..
Şimdi bana "çok mutsuz görünüyorsun" diyorlar.. Olabilir de,
olmayabilir de... Doğruluğunu tartışacak durumda değilim zaten.. Ama birşey
söyleyeceğim; "mutsuz olmak" hiçbirşeyin yolunda gitmediği anlamına
gelmiyor ki ! Hem ayrıca; tersten baktığında "mutlu olmak" da
herşeyin yolunda gittiği sonucuna ulaştırmıyor kimseyi... İyisi mi, arada bir hep
beraber aynadaki yansımalarımıza bakalım derim ben.. Çünkü ben ne kadar
anlatırsam anlatayım, boş. Hayatında hiç kar görmemiş bir çocuğa, karı anlatabilir
misin ? Ancak onu kış mevsiminde kuzey ülkelerinden birine götürüp, yağan karın
altına bırakacaksın ki ne olduğunu anlasın öyle değil mi ? İşte bu yüzden kendini aynada "görmek"
daha iyi gelebilir..
Hepsi bir tarafa, o kadar çok
azaldım ki.. Elimde hiçbir şey kalmadı. Hayat yaşanılası bir yer olmaktan
çıkıp, memuriyete dönüştü. Döngü hep aynı. Tutku, heyecan, yenilik diye birşey
yok. Ya da ne bileyim, olmayacak bir saatte kapısını çalacak bir dost, herhangi
bir gününü sana ayırıp dinleyecek bir arkadaş, "hocam nasılsınız ?"
diyecek bir öğrenci, başımı dizlerine koyduğumda bütün yaşadıklarımı
unutturacak bir sevgili.. Sürekli aynı günü yaşıyorum sanki. Gerçi biliyorum,
ben de en az herkes kadar suçluyum. Doğru yer ve doğru zaman kavramlarını
kaybettim, bunca koşuşturmanın içinde. Hep bir telaş, hep bir telaş.. Sonu,
daha baştan belli olan bir hikayede nereye yetişeceksem artık.. İnsan mezara da
koşar adımlarla gitmez ya !
Yaşamı da bilirdi,
ölümü de..
Varlığı da, yokluğu
da..
Hayat bir gel-git'ler
bütünüydü;
Gittiğinde ufuklar açılırdı yüzünde,
Işıklar yanardı.
Ama döndüğünde,
gözleri yine siyaha
çalardı,
Bakışları düşünceli..
Güneş bile utanır,
Saate aldırmadan batardı.
Bazen diyorum ki kendi
kendime; keşke ben de herkesi, onların beni incittiği kadar incitebilsem.. Benim
gözümden aynı acıları yaşamalarını ya da tanık olmalarını sağlayabilsem. Ama
olmuyor. Elimde değil. Fırsatım olsa bile planlamış ya da kurgulanmış bir
kötülük, aklımın ucundan geçmiyor. Tamam sonunda olan hep bana oluyor, zarar
gören de hep ben oluyorum, ama yapamıyorum ben kıramıyorum kimseyi... O yüzden
en derin yaralarım iyileşmiş gibi görünse de, kanamaya devam ediyor. Yani sıfıra
sıfır, elde var yine sıfır. İşte en tehlikelisi bu galiba, zaman içinde kaybedecek
birşeyinin kalmaması. Çünkü hiç kimse hayatlarının tamamlanmasına izin
vermiyor. Haliyle varlığını yitirmeye başlıyorsun an be an. İşin yalnızlık
kısmı da buradan geliyor olsa gerek.
Siyah en çok ona
yakışırdı
Siyah olduğu günden
beri.
Bütün renkler
Önünde diz çökerdi;
Ama o, yine de hepsine
siyah derdi.
Çünkü siyahtı yaşam,
Siyahtı aşklar,
Gözyaşları siyahtı,
Düşler siyah.
Çünkü yaşam siyahtı
En az ölüm kadar...
Geçen gün bir kitap okudum.
Öyle abartılacak cinsten birşey değildi ama, okuduklarımdan kendimce çok
kırılgan bir soru çıkardım.. Bu soruya, enine boyuna düşünülüp doğru cevap bulunduğu
an, biliyorum ki -biz dahil- herkes özgürlüğüne kavuşacak..
Diyelim ki, biri seni üzdü ya
da çok kırdı.. Beklemediğin birşey ve canın çok yanıyor. Soru şu :
Böyle bir durumda kime
gidersin ?
En sevdiğine mi ?
Seni en çok sevene mi ?
4 yorum:
Yüreğin böyle bir süzgeci yok malesef...
Yaralarına kim merhem olabilecek?
Buna olay anında, sıcağı sıcağına karar veriyor duyguların, ki mantık zaten egale!
Ve sadece iki seçenek olmuyor...
En sevdiğin..
Seni çok seven..
ve,
Yanlızlığın..
bişey itiraf edicem; işin en sevdiğim tarafı bu, yani birinin yazıyı gerçekten okuyup yorum yazması. böyle olunca kendimi feci bir şekilde hiperaktif hissediyorum ve tek bir cümle üzerine bile saatlerce konuşabilirmişim gibi geliyor :) (şaka, konuşmucam tabi)
valla teşekkür ederim..
ya aslında resmin bütününe baktığımda, kimse merhem istemiyor gibi geliyor bana.. bu daha çok sado-mazoşistce bir dürtü olsa gerek, herkes garip bir şekilde acının peşinde. içinde olduğun durumun ya da olayın içeriğini bir tarafa bırakıyorum; ama çözüm isteyen ya da arayan yok ki..
herneyse.. seçenekle ilgili son üçlemeni sevdim.. bir de bunların hepsi aynı kişi olsa, şahane olacak değil mi ?
:) bu üçlemenin bir arada olduğunu görmek sence de biraz can sıkıcı olmaz mı?
Klasik ama "en sevdiğin" ve "seni çok seven" ikilemesi mükemmel ama çoğunlukla başarısız, bu başarısızlık gerçekleşirse "yanlızlık" geliyor peşinden. bir taraf hep yanlız kalıyor...
Bence üçünü bir arada isteme...
"Dilek dilerken çok dikkatli olun, kabul olacağı tutuyor" :)
Benimki sadece öneri ;))
haklısın "üçü birarada" formülü tutmayabilir.. bir taraftan fazla "ütopik", diğer taraftan ben zaten yeterince can sıkıcı bir adamım, fazlası bozar sanki..
valla "dilek" dilememiştim, yeminle :)))
Yorum Gönder