Benim durumum bu; doğruyu
söylemek gibi bir kusurum var. Engelleyemiyorum kendimi. O kadar çok kayıp
öyküsü var ki böyle. Mesela öğretim görevlisi olarak çalıştığım yıllarda
birinci sınıflara Sinema-Televizyona giriş dersleri verirdim. Ama daha ilk
derste, her yıl tekrarladığım bir cümle vardı: "Size kan ve göz yaşı
vadediyorum". Çok sert görünüyor değil mi ? Öyle, farkındayım.
Ancak bunu
o anda söylemezsem, işin ciddiyetini kavrayamazlardı. Eğer bu mesleği yıllarca
yapmayı düşünüyorlarsa onları neyin beklediğini bilmeleri gerekiyordu. Çünkü bu
meslek evkaftaki memurluğa benzemez; saati yoktur, bayramı seyranı olmaz..
Yedi gün yirmidört saat, her an iş gelecekmiş gibi hazır beklersin. Özel
hayattır, sosyalleşmedir, eğlencedir, evdir, sevgilidir unut hepsini; hiç
kimseye söz bile veremezsin.. Bütün bunları anlattıktan sonra son darbeyi
vururdum "Çocuklarım, hepsine varım diyenlerle haftaya yine aynı saatte
burada görüşürüz.. Yapamayacağını düşünenler hemen öğrenci işlerinden Figen
Hanım'la görüşüp bölüm tercihlerini değiştirsinler, bu yola girdiniz mi dönüşü
yok! Benim de arkadaşlarınızın da zamanlarını çalmayın lütfen".. Genelde
ilk derse 30 kişiyle başladıysam, böyle bir konuşmadan sonra en beş fire ile
ikinci haftaya girerdik.
Öğretmenliği bırakalı 8 yıl oldu ama, çalıştığım
şirkete staja gelen ya da yeni işe başlayan genç arkadaşlarıma hala aynı benzetmeyi
yaparım; "kan ve gözyaşı..".
Herneyse.. Böyle karışık ve
zaman atlamaları yaparak anlatıyorum ama.. Umarım sıkılmıyorsunuzdur. İnsanın
kendisiyle ilgili birşeyler yazması gerçekten zor. Herşey iç içe geçmiş ve
karmakarışık. Birşeyler anlatırken bir o kadarı da aklından geçiyor,
durduramıyorsun. Eksik hatırladıkların var, yazamıyorsun. "Samimiyet" demoklesin kılıcı gibi
asılı duruken tepende, yarım yamalak birşeyler karalayarak kurtulamıyorsun. Çünkü
kurgulanmış ve sonu belli olan bir senaryo değil elindeki. Kendi hikayen ve
kurguyu değiştirme gibi bir şansın da yok.
Geçen gün şöyle birşey oldu; yeni
bitirdiğimiz reklam filmlerinden birinin seslendirmesine gireceğiz. İş de,
müşteri de biraz problemli. Sürekli kendi kalemize gol atıyoruz bir nevi. Dublajı Merih
yapacak. Çocuğun seslendirme için üçüncü gelişi şirkete, o kadar söyleyim.
Hoşgeldin, beşgittin muhabbeti yapıyoruz; Merih "Nasılsın abi görüşmeyeli
?" diye sordu.. Bendeki cevap : "Güzel soru.. Eeee şöyle söyleyim;
bir penaltı atışı sırasında topun nereden geleceğini bilmeyen kaleci gibiyim
abicim.."
Bu arada örneği futboldan vermiş
bulundum ama ben futbolu hiç sevmem. Ne televizyonda, ne stadyumda. Spor bile
olsa bir topun etrafında koşan 22 adamın hikayesi nedense bana uzak gelir.
Zaman kaybı. İnsan hayatını, iki saatlik bir maçta ve hemen ardından saatlerce
süren spor programlarında harcamamalı sanki. Ne kadar süreceğini bilmediğin bir
ömür için oldukça lüks. Yapmadığın yahut yarım bıraktığın bunca şey varken niye
bu israf anlamam.
Kimse bana "şarj-deşarj" ikilemesi yapmasın, daha
üçüncü hamlede "şah" derim, dördüncüde "çoban matı"
olursunuz vallahi. Yahu çevremde Real Madrid'in ya da Almanya milli takımının
ilk onbirini ezbere sayan insanlar var benim. "Nazım" kim diye sorsan
"Mahallenin bakkalı" der bu adamlar, bir gidin n'olursunuz.. Yine de doğma-büyüme, atadan-babadan
Fenerbahçe'liyim. Bir de Cumhuriyet Halk Partili. Bu da bir nevi miras;
babamdan bana, ona da babasından. Rahmetli büyükbaba madalyalı bir İstiklal
Savaşı Gazisi olduğu için, ikimiz de onun mirasına sahip çıkmaya çalışırız
hala.. Gerçi bütün futbolcuların isimlerini bilmem ama, senede en az iki maçını
mutlaka izlerim Fener'in. O da Galatasaray'la olursa..
devam edecek..