Pazartesi, Ağustos 31, 2015

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Otuz)



Ben de aynı kalmadığıma ve kalmayacağıma göre, herhangi bir zaman diliminin bir yerlerinde benimle de ilgili bir son kare var. Ve istiyorum ki o son kareye kadar benimle bu sefil hayatı paylaşacak, sonunda da beni  hatırlayacak o en sevdiğim olsun.

bir bulut geçse
şimdi üzerimizden,
tam da birbirimize
sıkı sıkı sarılmışken.

saklasa mesela güneşi,
üzerine iki damla
yağmur yağdırsa.
sonra kaçsak seninle,
bir sundurmanın
altına sığınsak.

sarıp sarmalasam
öpsem gözlerinden.
'korkma" desem,
“korkma ben varım yanında.”
rahatlasan,
başını omzuma yaslasan.

sonra bir gökkuşağı
çıksa ardından,
geçip gitse üzerimizden.
tam da birbirimize
yeni sarılmışken.

açsa bütün renklerini
gösterse tek tek.
içlerinden biri
-mesela turuncu-
gelip sarsa seni.
güneş gibi açsan,
parlasan, ısıtsan...
ve "korkma" desen,
“korkma ben varım;
bu aydınlık ikimize de yeter.”

tutuşsak elele
yürüsek uzaklara...
önce ruhumuz
sonra yalnızlığımız
birleşse tek vücutta
ışığa karışsak
hâttâ ışığın kendisi olsak
ve takılsak
bir bulutun peşine...

rüya bu ya,
keşke birlikte görsek..

Bu şiiri de ona yazdım, verdim de.. Yazdıklarımı çok seviyor, daha çok yazmam konusunda ısrarla teşvik ediyor ama bende bir sorun var. Şu yaştan sonra şair olmak istemiyorum. Beğenmediğimden değil de, ne gerek var. Hani bir redaktör gelip “ver elindekilere bir göz atalım” dese, en azından üç kitaplık şiir çıkar evden o ayrı. Ancak, bu bana çocukları yapıp yapıp kapının önüne atmak gibi geliyor. Arada bir yazarım, ama sadece ona.. Daha adını bile söylemedim değil mi ? Peki, Edebiyat tarihçilerine araştırma konusu olmadan açıklık kavuşturalım meseleye, adı Özgü. Ne güzel, sadece bir harf eksiğim.


Lafı daha çok uzatmayacağım, bugün benim doğum günüm. Doğum günlerinden de, hatırlattıklarından da pek hazzetmem herkes bilir. Fakat bu yıl yanımda Özgü olduğu için bir ayrıcalık yaptım. Bu akşam bana bir sürpriz yapacakmış, merak içinde bekliyorum evde. Diğer yandan ben de onun için bir sürpriz hazırladım, onun da bundan haberi yok. Bir haftadır evin türlü yerlerinde bulamasın diye saklıyorum. Bakalım yüzüğü görünce tepkisi ne olacak, yüzü nasıl bir şekil alacak… 

Çok heyecanlıyım.


 devam edecek... 


Perşembe, Ağustos 27, 2015

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Yirmidokuz)

2 kişi daha kaldı, belki de iki buçuk. Buna devam edeceğim sonra.. Ama malum diğer taraftan  hayat da devam ediyor. Geçmişi ve bugünü dengede tutmak gerek.

Son iki-üç aydır kafam yine bir şeylere takılıyor. Mesela sizce de garip değil mi; ne kadar kaybederse kaybetsin insanoğlu hep sevdiklerinin aynı kalacağını düşünüyor. Bedensel değişim, yaş alma kaçınılmaz olsa bile hala ilk gençlik yıllarının neşesini, sevincini, tazeleğini bir yerlerinde sakladıklarını ve hani bir an geldiğinde o günlere geri döneceğini sanıyor. Sanırım nefes alan her varlığın standart sapması bu, halk dilinde “hiç ölmeyecek gibi yaşamak”dedikleri şey. Haklıdırlar da.. Yani saksıda açan mor menekşenin haberi var mıdır bir gün var olmayacağından ? Peki kedilerin ya da köpeklerin ? Ya da suda yaşayan balıkların ? Sanmıyorum… İnsanlar farklı mı ? Değil elbet, onlarda aynı.. Düşünsenize bir, ülkede –ben dahil- üzerinde paketin yarısı büyüklüğünde “Öldürür” ibaresi olmasına rağmen milyonlarca kişi sigara içiyor. Daha ne denir ki !

Hiç kimse aynı kalmıyor ve geçmişe de dönemiyor ne yazık ki ! Hepimizin aklında kalan bir son kare var ve kendi son karemize gelesiye kadar, diğerlerinin son karelerine tanık olarak tamamlıyoruz hayatı.

Annemlerin nüfus 13 kişi. Dede, Anneanne, 3 Erkek ve 8 Kız çocuk. Annem 11 Numara, kazan dibi. Perdeyi 1985 yılının Nisan ayında Dedem açmıştı, sonra 1998 Haziran’ında Anneannem derken tam 30 yıldır gidenleri uğurluyoruz. En son geçtiğimiz Nisan ayında annemin bir büyüğü teyzemi kaybettik. 13 nüfustan kala kala 1 Erkek, 3 Kız kaldılar. Yine yoğun çalıştığım hafta içi dönemlerden birine denk geldi, Ankara’ya gidemedim cenazesi için. Allahtan gidemedim ama, yoksa dayanamazdım ne yalan söyleyim.  Çünkü onunla ilgili aklımdaki son kare,  sağlıklı ve neşeli günlerinden kalma bir İstanbul gezisiydi. 3-4 gün bende kalmışlardı. Nadir yaptığım izinlerden birine denk gelmişti, annemle birlikte arabaya bindirip gezdirmiştim ikisini. Ta Telli Baba’ya kadar gitmiştik, oradaki ağaca tel bağlayıp dilek tutmuşlardı. Şimdi elimde kalan annemle ikisinin çekildiği bir fotoğraf ve o güne geri dönemiyoruz. Tonton teyzem bir başka diyarda artık.

Bundan iki pazar önce annemi İzmir’e gönderdim. Hem kuzenimin oğlunun nikahına aileyi temsilen katılacak, hem de çok yakın bir aile dostumuz, hatta öz teyzelerimden daha yakın ve benim üzerimde emeği çok olan Şükran teyzem fenalaşmış, hastaneye kaldırmışlar onu ziyaret edecek. Bizim aile dostluğumuz çok eskilere dayanır. Babam 1966-1975 yılları arasında İzmir Güzelyalı’da görev yapıyor. Şükran teyzem’in eşi Orhan amca (onu da 2003 Mayıs’ında kaybettik), o zamanın son pilot Astsubaylarından. Çok havalı. 3 tane de kızları var. Şirinyer’de bizim sokağın karşı çaprazında oturuyorlar. İşte ben o sokakta ellerine doğmuşum. Kızları beni kardeş, Annemi abla bilmiş ve son 49 yılı hiç kopmadan böyle geçirmişiz.

Şükran teyzem bundan 6 yıl kadar önce felç geçirip yatağa bağlanmıştı. Son iki yıldır da ufak ufak yatakla-mutfak arasında tutunarak yürümeye, hatta konuşmaya başlamıştı. Hastalandı haberi gelince düğünden bir hafta önce gitmeye karar verdi annem. Hastanede söylemişler “Hikmet Abla” geliyor diye inanmamış. Herneyse Salı sabahı taburcu edip eve göndermişler. Annemi görünce çok sevinmiş, mutluluktan ağlamış. Aynı gün saat üç sularında kardeşim aradı ağlamaklı bir sesle “Abi Şükran Teyze ölmüş” dedi. “Nasıl yani, daha sabah annemle konuştum durumu iyiydi” dedim. “Bilmiyorum abi, annemin kollarında son nefesini vermiş, hemen annemi ara !”… Peki elde kalan ne derseniz; üç-dört fotoğraf ve onlarca güzel anı. Bir de zamanda geri dönmenin mümkünsüzlüğü. 
 

İşte aylardır aklıma takılıp kalanlar bunlar. Hiçliğin ortasında ruhu henüz keşfedilmemiş ve yaklaşık yarım yüzyılı devirmiş bir beden. Gideceği adres belli. Ayrıca bu bedenin sahibi, Beşiktaş-Levent hattında her gün işe gidip gelirken Zincirlikuyu mezarlığının önünden geçiyor ve her gün aynı yazıyı okuyor : “Her canlı bir gün ölümü tadacaktır.”

Hiçbir şey aynı kalmıyor.


 
devam edecek...

Çarşamba, Ağustos 19, 2015

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Yirmisekiz)


Nereden bakarsan bir on yıl olmuştur, çoğunlukla – ve biraz da umutsuzlukla karışık- hep şöyle birşey geçirdim içimden; “Öyle biri olmalı ki hayatımda ya da öyle birini bulmalıyım ki en az benim kadar kırılmış olsun. İkimizin de göz yaşları sağanak olmuş yağarken, ve henüz boğulmadan birbirimize tutunalım, bir daha da hiç bırakmayalım”. Çok bencilce biliyorum, fakat başka türlü kimse beni anlamayacak gibi geliyordu. Böyle bir adam değilimdir aslında, ego nedir bilmem. Hâtta ego o kadar yerlerde ki, kendimle ilgili bir şeyi anlatmakta zorluk çekerim. Yirmibeş çalışma yılını bitirdim, ne yeteneklerimi, ne düşüncelerimi ne de deneyimlerimi iki mantıklı cümle kurup pazarlayamadım. Az gittim, uz gittim; dere tepe düz gittim arkama bakınca bir de ne göreyim; bir arpa boyu yol bile kat edememişim. Üstelik kocaman bir hayat geride kalmış ve dahası istenmeyen adam olmuşum. Beni oturtup, hal/hatır soracakları bir sandalye ya da bir tabure bile kalmamış memlekette. 

Tamam farkında olmadan kırdıklarım mutlaka olmuştur ama; ne bilerek/isteyerek birini üzmüşlüğüm vardır, ne birinin arkasından konuşmuşluğum. Kavgayı gürültüyü sevmem, sesi yüksekten çıkan insanlardan hazzetmem.  Fıtratımda yok. Sorumluluğunu üstlenmediğim hiçbir cümlenin umudunu yaşattırmam kimseye.. Ama gel gör ki, youtube videolarında "kuyruğunu yakalamaya çalışırken başı dönüp yere yığılan köpek"  hikayelerine döndü hayat.. Öyle ya, kuyruk hep arkadaydı değil mi ?

Eskiden "Hayat" denince aklıma hep farklı şeyler gelirdi. Gerçi somut anlamda belki tekti ama, onu bölük pörçük, erteleyerek, yanlış zamanlayarak ya da yanlış yerlerde bulunarak yaşamak beni paramparça ediyordu. İşte farklı hissetmemin nedeni buydu. Çünkü nefes aldığım her farklı ortamda, tanık olduğum her farklı olayda, birlikte olduğum her farklı insanda yeni bir boyut keşfedip -biraz da empati katkısıyla- hayatın nasıl başkalaştığını anlıyordum. Hiçbiri benimkine benzemiyordu.

Şimdi -her şeye rağmen- her ne olursa olsun insanın yaşanacak tek bir hayatı olmalı diye düşünüyorum.. Gerçi ben, böyle olması gerektiğini anladığımda biraz geç kalmıştım, o ayrı. Zira giden gitmişti. Elimde kalanlarsa bir avuç gözyaşı ve nasıl geçireceğimi bilemediğim çeyreklik bir dilim ömürdü. Bu kadar yıl kimden ve nasıl saklandığım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ama kaçtığım kesindi. Hayat dediğim şey bu şekilde intikamını alıyordu şimdi, fütursuzca harcadığım zamanın. Ne renkler aynı renkti, ne yüzler aynı yüz. Fotoğraflar bile ihanet ediyordu sonunda. O onbeş yaşın verdiği heyecanla, doğumgünü pastasını kesen çocuğun gözlerindeki ışık ve mutluluk ne kadar sürebilirdi ki ? Bunun cevabını hala bilmiyorum.

Uzun bir hayat yaşadım, çok yer gezdim, çok insan tanıdım.. Ama ne çare hiçbirine ait olamadım. Çünkü hiç kimse hayatlarını tamamlamama izin verecek kadar sevmedi, istemedi.. İşte bu yüzden uzun soluklu dostlukların, arkadaşlıkların doğru adresi olamadım. Her defasında "acaba mı" sorusu aklımın bir yerlerinde takılıp kaldı ya da  "ben herhangi bir insan olarak kime güveneceğim" diye sorduğum anlar çok oldu. Karşılığı yok tabi. Pir Sultan Abdal'ın bir deyişi vardır eskilerden, çok severim: "Pir Sultan Abdalım Can Göğe Almaz/ Haktan Emir Olmasa Rahmet Yağmaz/ Şu Ellerin Taşı Bana Hiç Değmez/ İlle de Dostun Bir Tek Gülü Yaralar Beni". Bendeki durum bu özetle, hani belirli bir mesafede tuttuğum insanlar bana kötü davrandığında kırılmışlığım vardır, ama onlar kırdığında hep içim acıdı ve durmadan kanadı... Çünkü ne dostluk böyle bir şey, ne de insanları karşılıksız sevmek.  Siz hiç iyileşmeyen yara gördünüz mü ? Ben gördüm, onlardan çok var bende.

Yine de içlerinde üç kişi vardır -ki benim için gerçekten önemlidir.. Birini kaybettim, diğer ikisiyle hala görüşürüm. Özgür üniversiteden sınıf arkadaşımdı. O zamanlar futbolda moda, aynı isimden iki oyuncu varsa takımda "Büyük" ve "Küçük" diye kodlarlardı. Bizi de "Büyük Özgür", "Küçük Özgür" diye ayırırlardı birbirimizden. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Hatta annelerimiz bile tanışırdı..

Herneyse uzatmayım; biz okulu bitirdik meslek hayatımız başladı. İşlerimiz ve çalışma saatlerimiz farklılaşınca, doğası gereği yollarımız da ayrıldı. Yine de kopmadık ama, iki hafta bir de olsa görüşmeye devam ettik. Günaşırı telefonlaşmalarımız bitmedi. Birgün ben, bir reklam projesi için 2 ay Anadolu turuna çıktım. Sonra filmlerin post prodüksiyonu, revizyonu derken biz bir hayli ayrı kaldık. Cep telefonu diye birşey de yok.. Rahat olduğum günlerden birinde telefon ettim "Nasılsın ?" diye; sesi keyifsiz geliyor, böyle garip bir şekilde soğuk cevaplar veriyor.. Ben de yumuşatmak için "Valla annenin yemeklerini çok özledim, hadi birşeyler yapsın da akşam size geleyim ben, gelirken de İnci'den profiterol alırım seversin sen" demiş bulundum... Özgür'den gelen cevap "Nasıl adamsın lan sen, haberin yok mu oğlum annemi geçen ay kaybettik!".. İşte o an dünya omuzlarıma çöktü ve altında kalıp ezildiğimi hissettim.. Başsağlığı dileyip kapattım telefonu.. Arkadaşımın annesi ölmüştü, ne yanında olabilmiştim ne teselli edecek birkaç cümle kurabilmiştim. 

O gün yaşadığım vicdan azabı ve suçluluk duygusu yüzünden, can dostumun hayatından çıktım; bir daha da hiç aramadım. Yıllar sonra -12.12.2012'de- bir gece Beyoğlu'nda karşılaştık. "15 yıl oldu, niye aramıyorsun ?" dedi.. Ben de bu hikayeyi olduğu gibi anlattım. Daha çok kızdı.. Bu arada Amerika'ya yerleşmiş, üç günlüğüne arkadaşları görmeye gelmiş, vesaire.. Ulaşabilecek bir telefon numarası ya da elektronik posta adresi istedim; vermedi. Bu kez bir daha hiç görüşmemek üzere ayrıldık... 


devam edecek...