Çarşamba, Ağustos 19, 2015

Köprüden Önce Son Çıkış.. (Yirmisekiz)


Nereden bakarsan bir on yıl olmuştur, çoğunlukla – ve biraz da umutsuzlukla karışık- hep şöyle birşey geçirdim içimden; “Öyle biri olmalı ki hayatımda ya da öyle birini bulmalıyım ki en az benim kadar kırılmış olsun. İkimizin de göz yaşları sağanak olmuş yağarken, ve henüz boğulmadan birbirimize tutunalım, bir daha da hiç bırakmayalım”. Çok bencilce biliyorum, fakat başka türlü kimse beni anlamayacak gibi geliyordu. Böyle bir adam değilimdir aslında, ego nedir bilmem. Hâtta ego o kadar yerlerde ki, kendimle ilgili bir şeyi anlatmakta zorluk çekerim. Yirmibeş çalışma yılını bitirdim, ne yeteneklerimi, ne düşüncelerimi ne de deneyimlerimi iki mantıklı cümle kurup pazarlayamadım. Az gittim, uz gittim; dere tepe düz gittim arkama bakınca bir de ne göreyim; bir arpa boyu yol bile kat edememişim. Üstelik kocaman bir hayat geride kalmış ve dahası istenmeyen adam olmuşum. Beni oturtup, hal/hatır soracakları bir sandalye ya da bir tabure bile kalmamış memlekette. 

Tamam farkında olmadan kırdıklarım mutlaka olmuştur ama; ne bilerek/isteyerek birini üzmüşlüğüm vardır, ne birinin arkasından konuşmuşluğum. Kavgayı gürültüyü sevmem, sesi yüksekten çıkan insanlardan hazzetmem.  Fıtratımda yok. Sorumluluğunu üstlenmediğim hiçbir cümlenin umudunu yaşattırmam kimseye.. Ama gel gör ki, youtube videolarında "kuyruğunu yakalamaya çalışırken başı dönüp yere yığılan köpek"  hikayelerine döndü hayat.. Öyle ya, kuyruk hep arkadaydı değil mi ?

Eskiden "Hayat" denince aklıma hep farklı şeyler gelirdi. Gerçi somut anlamda belki tekti ama, onu bölük pörçük, erteleyerek, yanlış zamanlayarak ya da yanlış yerlerde bulunarak yaşamak beni paramparça ediyordu. İşte farklı hissetmemin nedeni buydu. Çünkü nefes aldığım her farklı ortamda, tanık olduğum her farklı olayda, birlikte olduğum her farklı insanda yeni bir boyut keşfedip -biraz da empati katkısıyla- hayatın nasıl başkalaştığını anlıyordum. Hiçbiri benimkine benzemiyordu.

Şimdi -her şeye rağmen- her ne olursa olsun insanın yaşanacak tek bir hayatı olmalı diye düşünüyorum.. Gerçi ben, böyle olması gerektiğini anladığımda biraz geç kalmıştım, o ayrı. Zira giden gitmişti. Elimde kalanlarsa bir avuç gözyaşı ve nasıl geçireceğimi bilemediğim çeyreklik bir dilim ömürdü. Bu kadar yıl kimden ve nasıl saklandığım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ama kaçtığım kesindi. Hayat dediğim şey bu şekilde intikamını alıyordu şimdi, fütursuzca harcadığım zamanın. Ne renkler aynı renkti, ne yüzler aynı yüz. Fotoğraflar bile ihanet ediyordu sonunda. O onbeş yaşın verdiği heyecanla, doğumgünü pastasını kesen çocuğun gözlerindeki ışık ve mutluluk ne kadar sürebilirdi ki ? Bunun cevabını hala bilmiyorum.

Uzun bir hayat yaşadım, çok yer gezdim, çok insan tanıdım.. Ama ne çare hiçbirine ait olamadım. Çünkü hiç kimse hayatlarını tamamlamama izin verecek kadar sevmedi, istemedi.. İşte bu yüzden uzun soluklu dostlukların, arkadaşlıkların doğru adresi olamadım. Her defasında "acaba mı" sorusu aklımın bir yerlerinde takılıp kaldı ya da  "ben herhangi bir insan olarak kime güveneceğim" diye sorduğum anlar çok oldu. Karşılığı yok tabi. Pir Sultan Abdal'ın bir deyişi vardır eskilerden, çok severim: "Pir Sultan Abdalım Can Göğe Almaz/ Haktan Emir Olmasa Rahmet Yağmaz/ Şu Ellerin Taşı Bana Hiç Değmez/ İlle de Dostun Bir Tek Gülü Yaralar Beni". Bendeki durum bu özetle, hani belirli bir mesafede tuttuğum insanlar bana kötü davrandığında kırılmışlığım vardır, ama onlar kırdığında hep içim acıdı ve durmadan kanadı... Çünkü ne dostluk böyle bir şey, ne de insanları karşılıksız sevmek.  Siz hiç iyileşmeyen yara gördünüz mü ? Ben gördüm, onlardan çok var bende.

Yine de içlerinde üç kişi vardır -ki benim için gerçekten önemlidir.. Birini kaybettim, diğer ikisiyle hala görüşürüm. Özgür üniversiteden sınıf arkadaşımdı. O zamanlar futbolda moda, aynı isimden iki oyuncu varsa takımda "Büyük" ve "Küçük" diye kodlarlardı. Bizi de "Büyük Özgür", "Küçük Özgür" diye ayırırlardı birbirimizden. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Hatta annelerimiz bile tanışırdı..

Herneyse uzatmayım; biz okulu bitirdik meslek hayatımız başladı. İşlerimiz ve çalışma saatlerimiz farklılaşınca, doğası gereği yollarımız da ayrıldı. Yine de kopmadık ama, iki hafta bir de olsa görüşmeye devam ettik. Günaşırı telefonlaşmalarımız bitmedi. Birgün ben, bir reklam projesi için 2 ay Anadolu turuna çıktım. Sonra filmlerin post prodüksiyonu, revizyonu derken biz bir hayli ayrı kaldık. Cep telefonu diye birşey de yok.. Rahat olduğum günlerden birinde telefon ettim "Nasılsın ?" diye; sesi keyifsiz geliyor, böyle garip bir şekilde soğuk cevaplar veriyor.. Ben de yumuşatmak için "Valla annenin yemeklerini çok özledim, hadi birşeyler yapsın da akşam size geleyim ben, gelirken de İnci'den profiterol alırım seversin sen" demiş bulundum... Özgür'den gelen cevap "Nasıl adamsın lan sen, haberin yok mu oğlum annemi geçen ay kaybettik!".. İşte o an dünya omuzlarıma çöktü ve altında kalıp ezildiğimi hissettim.. Başsağlığı dileyip kapattım telefonu.. Arkadaşımın annesi ölmüştü, ne yanında olabilmiştim ne teselli edecek birkaç cümle kurabilmiştim. 

O gün yaşadığım vicdan azabı ve suçluluk duygusu yüzünden, can dostumun hayatından çıktım; bir daha da hiç aramadım. Yıllar sonra -12.12.2012'de- bir gece Beyoğlu'nda karşılaştık. "15 yıl oldu, niye aramıyorsun ?" dedi.. Ben de bu hikayeyi olduğu gibi anlattım. Daha çok kızdı.. Bu arada Amerika'ya yerleşmiş, üç günlüğüne arkadaşları görmeye gelmiş, vesaire.. Ulaşabilecek bir telefon numarası ya da elektronik posta adresi istedim; vermedi. Bu kez bir daha hiç görüşmemek üzere ayrıldık... 


devam edecek...

Hiç yorum yok: