2 kişi daha kaldı, belki de
iki buçuk. Buna devam edeceğim sonra.. Ama malum diğer taraftan hayat da devam ediyor. Geçmişi ve bugünü
dengede tutmak gerek.
Son iki-üç aydır kafam yine
bir şeylere takılıyor. Mesela sizce de garip değil mi; ne kadar kaybederse
kaybetsin insanoğlu hep sevdiklerinin aynı kalacağını düşünüyor. Bedensel
değişim, yaş alma kaçınılmaz olsa bile hala ilk gençlik yıllarının neşesini,
sevincini, tazeleğini bir yerlerinde sakladıklarını ve hani bir an geldiğinde o
günlere geri döneceğini sanıyor. Sanırım nefes alan her varlığın standart
sapması bu, halk dilinde “hiç ölmeyecek gibi yaşamak”dedikleri şey. Haklıdırlar
da.. Yani saksıda açan mor menekşenin haberi var mıdır bir gün var olmayacağından
? Peki kedilerin ya da köpeklerin ? Ya da suda yaşayan balıkların ? Sanmıyorum…
İnsanlar farklı mı ? Değil elbet, onlarda aynı.. Düşünsenize bir, ülkede –ben dahil-
üzerinde paketin yarısı büyüklüğünde “Öldürür” ibaresi olmasına rağmen
milyonlarca kişi sigara içiyor. Daha ne denir ki !
Hiç kimse aynı kalmıyor ve
geçmişe de dönemiyor ne yazık ki ! Hepimizin aklında kalan bir son kare var ve
kendi son karemize gelesiye kadar, diğerlerinin son karelerine tanık olarak
tamamlıyoruz hayatı.
Annemlerin nüfus 13 kişi. Dede,
Anneanne, 3 Erkek ve 8 Kız çocuk. Annem 11 Numara, kazan dibi. Perdeyi 1985
yılının Nisan ayında Dedem açmıştı, sonra 1998 Haziran’ında Anneannem derken
tam 30 yıldır gidenleri uğurluyoruz. En son geçtiğimiz Nisan ayında annemin bir
büyüğü teyzemi kaybettik. 13 nüfustan kala kala 1 Erkek, 3 Kız kaldılar. Yine
yoğun çalıştığım hafta içi dönemlerden birine denk geldi, Ankara’ya gidemedim
cenazesi için. Allahtan gidemedim ama, yoksa dayanamazdım ne yalan söyleyim. Çünkü onunla ilgili aklımdaki son kare, sağlıklı ve neşeli günlerinden kalma bir
İstanbul gezisiydi. 3-4 gün bende kalmışlardı. Nadir yaptığım izinlerden birine
denk gelmişti, annemle birlikte arabaya bindirip gezdirmiştim ikisini.
Ta Telli Baba’ya kadar gitmiştik, oradaki ağaca tel bağlayıp dilek tutmuşlardı.
Şimdi elimde kalan annemle ikisinin çekildiği bir fotoğraf ve o güne geri
dönemiyoruz. Tonton teyzem bir başka diyarda artık.
Bundan iki pazar önce annemi
İzmir’e gönderdim. Hem kuzenimin oğlunun nikahına aileyi temsilen katılacak,
hem de çok yakın bir aile dostumuz, hatta öz teyzelerimden daha yakın ve benim
üzerimde emeği çok olan Şükran teyzem fenalaşmış, hastaneye kaldırmışlar onu
ziyaret edecek. Bizim aile dostluğumuz çok eskilere dayanır. Babam 1966-1975
yılları arasında İzmir Güzelyalı’da görev yapıyor. Şükran teyzem’in eşi Orhan
amca (onu da 2003 Mayıs’ında kaybettik), o zamanın son pilot Astsubaylarından.
Çok havalı. 3 tane de kızları var. Şirinyer’de bizim sokağın karşı çaprazında
oturuyorlar. İşte ben o sokakta ellerine doğmuşum. Kızları beni kardeş, Annemi
abla bilmiş ve son 49 yılı hiç kopmadan böyle geçirmişiz.
Şükran teyzem bundan 6 yıl kadar
önce felç geçirip yatağa bağlanmıştı. Son iki yıldır da ufak ufak yatakla-mutfak
arasında tutunarak yürümeye, hatta konuşmaya başlamıştı. Hastalandı haberi
gelince düğünden bir hafta önce gitmeye karar verdi annem. Hastanede
söylemişler “Hikmet Abla” geliyor diye inanmamış. Herneyse Salı sabahı taburcu
edip eve göndermişler. Annemi görünce çok sevinmiş, mutluluktan ağlamış. Aynı gün
saat üç sularında kardeşim aradı ağlamaklı bir sesle “Abi Şükran Teyze ölmüş”
dedi. “Nasıl yani, daha sabah annemle konuştum durumu iyiydi” dedim. “Bilmiyorum
abi, annemin kollarında son nefesini vermiş, hemen annemi ara !”… Peki elde
kalan ne derseniz; üç-dört fotoğraf ve onlarca güzel anı. Bir de zamanda geri
dönmenin mümkünsüzlüğü.
İşte aylardır aklıma takılıp
kalanlar bunlar. Hiçliğin ortasında ruhu henüz keşfedilmemiş ve yaklaşık yarım yüzyılı devirmiş bir beden. Gideceği
adres belli. Ayrıca bu bedenin sahibi, Beşiktaş-Levent hattında her gün işe
gidip gelirken Zincirlikuyu mezarlığının önünden geçiyor ve her gün aynı yazıyı
okuyor : “Her canlı bir gün ölümü tadacaktır.”
Hiçbir şey aynı kalmıyor.
devam edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder