Cuma, Eylül 24, 2010
Adresini Kaybetmiş Mektuplar V
Perşembe, Eylül 16, 2010
Adresini Kaybetmiş Mektuplar IV
“Bilerek mi yanına almadın giderken
başının yastıkta bıraktığı çukuru ?
Güveniyordum oysa ben sevgimize
vapur iskelesi ya da tren istasyonundaki
saatin doğruluğu kadar..
Beni senin gibi bir de annem terketmişti
ki göbeğimde durur
onun yokluğundan bana kalan çukur.”
Ve sonunda bitti. Daha ben ne olduğunu anlamadan hem de. Kısa ve net. Son söylediklerin hala kulaklarımda. Oysa böyle değildi hayat, böyle yaşanmazdı sevgiler. İsimlerin mendillere yazıldığı, sevdaların yüreklere kazıldığı zamanlara ne oldu ? Çok mu eskidi yoksa ben mi kayboldum ? Anladım ki cevapsız gibi görünen ama cevabını bildiğin sorular daha fazla acıtıyor insanı. Çünkü nedeni her ne olursa olsun, giden gidiyor.. Engelliyemiyorsun, durduramıyorsun.. Tıpkı senin gibi…
“İki rayı gibiyiz
bir tren yolunun,
yakın olması
neyi değiştirir
son istasyonun”
Aslında sen de bilmiyorsun değil mi ? Yalnızca kaçıyorsun, nereye gittiğini bilmeden. Belki yolun sonu çıkmaz, farkında değilsin. Belki farkındasın ama yok saymak daha kolay geliyor. Belki de farkındalık korkutuyor, kalamıyorsun. Bir tarafın çocuk, bir tarafın kadın. İçindeki çocuk “Gitme kal !” diyor, biliyorum. Kadınsa karşı çıkıyor :
- Kalacaksın da ne olacak, ne değişecek ? Dünya aynı dünya, yaşam ise günden güne birbirine dolaşan yün yumağı. Sen yavru bir kedi. Elllerinle bir o yana, bir bu yana yumağı kovalıyorsun. Eee sonra ? Hayat hep böyle mi geçecek ? Birgün sen de büyüyeceksin. Ya o yumağa dolanıp kalırsan ?
“Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum.. “
Ben en çok, o çocuğu seviyorum. Önyargıları yok çünkü, sadece sevilmek istiyor. Yolda yürürken elimi hiç bırakmıyor, oturduğumda yanımdan hiç ayrılmıyor. Uykusu geldiğinde, başı ya dizlerimde ya göğsümde. Korktuğunda boynuma sarılıyor. Sevgisi karşılıksız ve şartsız. İşte içimdeki ışığı yakan, o çocuk. Ne de güzel gülüyor, gözleri ışıl ışıl. Kalbi kuş gibi, bıraksam sanki yerinden fırlayıp uçacak.
"Bu nasıl sevgi böyle?
Bu nasıl tutku?
Bu nasıl özlem?
Ne zaman gözlerini görsem
Bir çoğalıyorum, bir eksiliyorum…”
Ne çok şey söyleyebilirim aslında! Senin için biriktirdiklerim o kadar çok ki.. Öykü mü istersin, roman mı, şiir mi ? Belki şarkılar daha güzel anlatır, ne dersin ? Belki serin bir Kadıköy akşamında denize karşı demli bir çay yudumlarken; belki de şehir hatlarıyla, iki ayrı yakada bıraktığımız yalnızlıklarımızı biraraya getirmeye çalışırken, ben anlatmalıyım hepsini. Hatta bu kez hiçbiri yarım kalmasın diye bir avuç jeton almalıyız belki. Bir o yaka, bir bu yaka derken, hiç ses çıkarmadan gözlerin kapalı dinlemelisin bütün hikayeleri.. Ve gecenin son seferini yapıp kıyıya çıktığımızda: “Bu mudur, budur!..” demelisin, gülen gözlerle. Sonra kanatlarını açıp uçmalısın. Uçup avuçlarıma konmalısın.. Seni bir ömür saklayabileyim diye…
Perşembe, Eylül 09, 2010
Adresini Kaybetmiş Mektuplar III
BÖLÜM 3
“
Yol kenarındaki.yağmur mazgallarını
kumbara sanıp
harçlığımı atardım
bu yüzden en çok
denizden alacaklıyım.."
Aslında başka bir yazıya başlamıştım gecenin şu saatinde. Hatta başlangıcı bile yapmıştım ; “Bilerek mi yanına almadın giderken başının yastıkta bıraktığı çukuru ?" . Ne yalan söyleyim cümleler geldi, geldi ve takılıp kaldı kalemin ucunda. Baktım ilerlemiyor, bıraktım olduğu gibi. Zaman mevhumu ile ilgili ciddi sıkıntılar yaşayan bendenizin aklına, bugünün arefe olduğu geldi. Eh, durum böyle olunca yarın da bayram öyle değil mi ?
Haliyle eski bayramları yâdetme zamanıdır diye düşündüm. Açık söylemek gerekirse güzel günlerdi. Kendimi şanslı hissediyorum,çünkü ne kadar şikayet etsem de, o dönemin tanığı olan son adamlardan sayılırım. Siyah-Beyaz fotoğraflarda kalmış cânım anıları, bugün gibi hatırlıyorum.
Daha bayram gelmeden telaşı gelirdi bizim eve. Maddi durumumuz çok iyi değil o zaman, babam ay sonunu nasıl getireceğimizi, annem de bayramı en az masrafla -ama işi ucuzlatmadan- nasıl atlatacağımızın planlarını yapardı. Ne de olsa adı bayramdı ve senede bir defa geliyordu. Bayram şekerinden tutun, ne tür tatlı yapılacağına, kanepenin örtüsünden perdelerin yıkanmasına, camların temizlenmesinden evdeki sandalye sayısına (evimizde dört sandalye ve bir kanepe vardı, bir de küçük camlı-aynalı bir vitrin; misafir sayısı fazla olursa komşularımızdan sandalye, çay bardağı ya da tabak ödünç alırdık), kimlere misafirliğe gidileceğinden, gelen misafirlerin çocuklarına ne harçlık verileceğine hatta kaç mendil alınacağına kadar ( o zamanlar bayram harçlıkları mendillerin içine koyulup verilirdi) düşünülürdü.
Tabi birde bayramlık kostümler var; kim, ne giyecek ?
Annemin ve babamın zaten her bayram giydikleri sabit giysileri vardı. Bir tek benim giyeceklerim problem olurdu, çünkü tek çocuktum. Onlar da doğal olarak tek çocuklarını bayramda en güzel giysiler içinde görmek isterlerdi. Hazır giyim pek yok o dönem, olanlarda zaten çok pahalı. Allahtan annem vardı, genç kızlığında biçki-dikiş kurslarına gitmiş sertifikalı bir terziydi. Ticaret yapmazdı ama, beni – ve benden yıllar sonra doğan kardeşimi- konfeksiyon gibi giydirirdi. Öyle yeni alınmış kumaşlar sanma, babamın giymediği küçülmüş gömlekleri ya da pantolonlarından, bilemedin eskiden alınıp dikilmiş kumaşların artıklarından. Marifetli kadındı.
Konu biraz dağıldı farkındayım.
Bayramı anlatıyordum değil mi ? Bayram sabahları erken kalkılırdı. Zaten ben uyuyamazdım genelde. Bir gün önceden yeni elbiselerimle yanyana yatardım, sanki birileri gelip alacakmış gibi. Çocuk aklı işte. Sonra sabah olunca daha yüzümü yıkamadan doğru üstümü giymeye koşardım. Annem kızardı :
- Oğlum niye acele ediyorsun, kahvaltını yaptıktan sonra giyersin. Bak üstüne birşeyler dökersin sonra, karışmam .
İşte sakinleşmem için gereken sihirli cümle buydu. Elbiselerim kirlenmesin diye pijamalarımla kahvaltı yapıp, işim bitince de, ok gibi yerimden fırlar, hemen yenilerimi giyerdim. Sonra saat 10 gibi düşerdik yollara. Çünkü bayramın ilk günü büyüklerin elleri öpülürdü. Benim en rahatsız olduğum, daha doğrusu utandığım durum harçlık verildiği anlarda yaşanırdı. Çünkü alamazdım, utancımdan kıpkırmızı olurdum. Harçlıklar o zamanlar, herkesin ortasında verilmezdi. Evin hanımı harçlık verilecek çocuğu mutfağa çağırıp, içine para konmuş mendili cebine koyardı. Ben utancımdan çağrılsam da gidemediğim için, istisna bir modeldim. Babamların yanında harçlık vermeye çalışırlardı, ben yine alamazdım. Bu kez ısrarlar başlardı :
- Hadi al oğlum, utanma. Bak bayram harçlığı veriyor teyzen.
Neyse, benim direncim kırılırdı, ama yine de son bir kez anne ve babamın gözlerinin içine bakardım. Yaptığım şeyin doğruluğunun onaylanmasını beklerdim kendimce. Babam “al” der gibi gözlerini yumardı, ancak öyle alırdım mendili. Herkes derin bir “oh” çekerdi, görsen sanki ikinci dünya harbinden çıkmışlar...
Ben bayramları severdim, bir de güneşli yazları, sonra bir de seni. Sonra sen bir gittin, yaz olmadı o sene. Bayram geldiğinde mevsimlerden kıştı. Kış güneşi ısıtamadı çocukların üşüyen ellerini. Onlar harçlıksız kaldı. Ben sensiz...
Pazartesi, Eylül 06, 2010
Adresini Kaybetmiş Mektuplar II
“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı..”
“ Yollarımız burada ayrılıyor
Artık birbirimize iki yabancıyız
Ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Herşeyi, evet herşeyi unutmalıyız…”
“Bir ayak sesi duymayayım
Kapıya koşuyorum
Gelen sen misin diye
Bir siyah saç görmeyeyim
Yüreğim burkuluyor
Ağlamaklı oluyorum..”
Cumartesi, Eylül 04, 2010
Adresini Kaybetmiş Mektuplar I
“Herkes öldürür sevdiğini,
Kimi bir bakışı ile yapar bunu,
Kimi göz yaşı döker,
Kiminin kılı bile kıpırdamaz...”
“En güzel deniz:
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk:
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür..”