Cuma, Eylül 24, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar V

BÖLÜM 5

“ Sana büyük bir söyleyeceğim
Kapat kapıları

Ölmek daha kolaydır sevmekten

Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam..”


İnsanın tek yaşamı yok. Peş peşe eklenen birçok yaşamı var. Sanırım çektiği acıların nedeni de bu... Umut edilen ama karşılığını bulamayan bir yaşam; bir yabancının elimden aldığı  ve şimdi yazılarımda can bulmaya çalışan yarım kalmış düşler; belki tam anlamıyla anlaşılamamak ve sessiz sakin geçen günler, aylar, yıllar... Yine de herşeye rağmen ve hepsine inat, tüm yalnızlık hesaplaşmalarından sonra kalabalığa dönüş... Canım acıyor biraz.. Farkında olmadan biraz da ben acıtıyorum galiba. Ama senden bir türlü vazgeçemiyor ve içimde kalan son parçayı korumaya çalışıyorum..

 “Herkes kendi ateşini

başkasının cehenneminde sınar,

kendi külünde söner

bütün rüzgârlarına yazıldığın akşam

ateş tadında kum tadında kalarak

derinleştirir bazı ayrılıkları zaman…”

Özlemek ve biraraya gelememek.. Zıtlıkların birliği – nasıl oluyorsa artık ? Bir de “ara vermek nefes aldırır" hikayesinden söz ederler değil mi ? Yok öyle birşey tabi ! Bu, biz sefil insanların kendi kendine uydurduğu -kulağa hoş gelse de- aslında kendisini ya da vicdanı rahattlattığını sandığı koca bir yalan. Belki de bir anlamda "zaman kazanma" taktiği. Ancak her ne olursa olsun "zaman kazanma" ya da "zamana bırakma" başlığı altında toplanan herşeyin sonu hüsran ! Zaman bir ilaç değil ki, yarana sürdüğünde seni iyileştirsin. Hem sonra hangi gönül yarası iyileşmiş ki bugüne kadar ? Harcadığın her zaman dilimi kendi hayatından yitirdiğin, kaza süsü verilmiş seri cinayetler silsilesi. Yoksa yara hep aynı yara. Bak kabuğu da üzerinde duruyor öylece.. Oynamaya kalkarsan yine kanayacak.

“Zaman, alır sizden bunların yükünü

O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar,

sızılar diner, acılar dibe çöker.

Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.

Bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.

O boşluk doldu sanırsınız.

Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir.”

Bir süre önce çok sevdiğim biri babasını kaybetti. Benim nasıl bir adam olduğumu ve ne kadar etkileneceğimi bildiği için telefonda söyleyememiş. Uzun zaman ses çıkmayınca ben aradım "Ne yapıyorsun ?" diye.. "İyiyim" kelimesiyle geçiştirdi o anı. Birkaç gün sonra yine aynı diyalogu ikinci kez yaşayınca, tedirgin oldum ne yalan söyleyim. Ardından bir süre telefonlarıma çıkmadı. Yaklaşık 1  hafta sonra bir mektup aldım : "Artık babam yok hayatta, ne garip bir durum değil mi ? Sonsuz bir özlem ve yerine koyabileceğim hiçbirşeyim yok... Nedense seni arayamadım. Belki duygusallığın beni hep sarstığı için; belki de kendini yaralamayı çok iyi becerdiğini düşündüğüm içindir. “Seni seviyorum” ve “İmza”. Öylece çöktüm kaldım olduğum yerde ve üç nokta...  

“eski bir aşk

yeni bir ayrılıktır her zaman,

bunu kuşlar sorar

yıldızlar da anlatır,

kimse bilmez

bir yara bir ömrü

her gün nasıl kanatır..”

Tuhaftır, tam “İçimi sızlatacak kimse kalmadı” derken, sen çıktın karşıma; benim en güzel ve en derin yaram. Diğerleri gibi değilsin, ama yine de pekçok yaramdan birisin. Kimileri kabuk tutmuş, kimileri alttan alttan kanamaya devam ediyor.. Hatta bazıları var –ki kapanmış bile olsa dokundukça sızlıyor. Şimdi sana saçma gelecek biliyorum; o herşeye iyi geldiğini söyledikleri zaman var ya; beni sürekli acıtsa da, kanatsa da, yaralarımın hepsini seviyorum. Çünkü onlar da olmasa, geçmişi hatırlatacak hiçbirşey kalmayacak elimde.

Perşembe, Eylül 16, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar IV

BÖLÜM 4



“Bilerek mi yanına almadın giderken
başının yastıkta bıraktığı çukuru ? 
Güveniyordum oysa ben sevgimize 
vapur iskelesi ya da tren istasyonundaki 
saatin doğruluğu kadar.. 
Beni senin gibi bir de annem terketmişti 
ki göbeğimde durur 
onun yokluğundan bana kalan çukur.”




Ve sonunda bitti. Daha ben ne olduğunu anlamadan hem de. Kısa ve net. Son söylediklerin hala kulaklarımda. Oysa böyle değildi hayat, böyle yaşanmazdı sevgiler. İsimlerin mendillere yazıldığı, sevdaların yüreklere kazıldığı zamanlara ne oldu ? Çok mu eskidi yoksa ben mi kayboldum ? Anladım ki cevapsız gibi görünen ama cevabını bildiğin sorular daha fazla acıtıyor insanı. Çünkü nedeni her ne olursa olsun, giden gidiyor.. Engelliyemiyorsun, durduramıyorsun.. Tıpkı senin gibi…


“İki rayı gibiyiz
bir tren yolunun,
yakın olması
neyi değiştirir
son istasyonun”



Aslında sen de bilmiyorsun değil mi ? Yalnızca kaçıyorsun, nereye gittiğini bilmeden. Belki yolun sonu çıkmaz, farkında değilsin. Belki farkındasın ama yok saymak daha kolay geliyor. Belki de farkındalık korkutuyor, kalamıyorsun. Bir tarafın çocuk, bir tarafın kadın. İçindeki çocuk “Gitme kal !” diyor, biliyorum. Kadınsa karşı çıkıyor :


- Kalacaksın da ne olacak, ne değişecek ? Dünya aynı dünya, yaşam ise günden güne birbirine dolaşan yün yumağı. Sen yavru bir kedi. Elllerinle bir o yana, bir bu yana yumağı kovalıyorsun. Eee sonra ? Hayat hep böyle mi geçecek ? Birgün sen de büyüyeceksin. Ya o yumağa dolanıp kalırsan ?


“Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı 
Yangelmişim diz boyu sulara 
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum.. “



Ben en çok, o çocuğu seviyorum. Önyargıları yok çünkü, sadece sevilmek istiyor. Yolda yürürken elimi hiç bırakmıyor, oturduğumda yanımdan hiç ayrılmıyor. Uykusu geldiğinde, başı ya dizlerimde ya göğsümde. Korktuğunda boynuma sarılıyor. Sevgisi karşılıksız ve şartsız. İşte içimdeki ışığı yakan, o çocuk. Ne de güzel gülüyor, gözleri ışıl ışıl. Kalbi kuş gibi, bıraksam sanki yerinden fırlayıp uçacak.


"Bu nasıl sevgi böyle?
Bu nasıl tutku?
Bu nasıl özlem?
Ne zaman gözlerini görsem
Bir çoğalıyorum, bir eksiliyorum…”



Ne çok şey söyleyebilirim aslında! Senin için biriktirdiklerim o kadar çok ki.. Öykü mü istersin, roman mı, şiir mi ? Belki şarkılar daha güzel anlatır, ne dersin ? Belki serin bir Kadıköy akşamında denize karşı demli bir çay yudumlarken; belki de şehir hatlarıyla, iki ayrı yakada bıraktığımız yalnızlıklarımızı biraraya getirmeye çalışırken, ben anlatmalıyım hepsini. Hatta bu kez hiçbiri yarım kalmasın diye bir avuç jeton almalıyız belki. Bir o yaka, bir bu yaka derken, hiç ses çıkarmadan gözlerin kapalı dinlemelisin bütün hikayeleri.. Ve gecenin son seferini yapıp kıyıya çıktığımızda: “Bu mudur, budur!..” demelisin, gülen gözlerle. Sonra kanatlarını açıp uçmalısın. Uçup avuçlarıma konmalısın.. Seni bir ömür saklayabileyim diye…

Perşembe, Eylül 09, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar III

BÖLÜM 3

 

Yol kenarındaki.
yağmur mazgallarını

kumbara sanıp
harçlığımı atardım
bu yüzden en çok
denizden alacaklıyım.."

Aslında başka bir yazıya başlamıştım gecenin şu saatinde. Hatta başlangıcı bile yapmıştım ; “Bilerek mi yanına almadın giderken başının yastıkta bıraktığı çukuru ?" . Ne yalan söyleyim cümleler geldi, geldi ve takılıp kaldı kalemin ucunda. Baktım ilerlemiyor, bıraktım olduğu gibi. Zaman mevhumu ile ilgili ciddi sıkıntılar yaşayan bendenizin aklına, bugünün arefe olduğu geldi. Eh, durum böyle olunca yarın da bayram öyle değil mi ?

Haliyle eski bayramları yâdetme zamanıdır diye düşündüm. Açık söylemek gerekirse güzel günlerdi. Kendimi şanslı hissediyorum,çünkü ne kadar şikayet etsem de, o dönemin tanığı olan son adamlardan sayılırım. Siyah-Beyaz fotoğraflarda kalmış cânım anıları, bugün gibi hatırlıyorum.

Daha bayram gelmeden telaşı gelirdi bizim eve. Maddi durumumuz çok iyi değil o zaman, babam ay sonunu nasıl getireceğimizi, annem de bayramı en az masrafla -ama işi ucuzlatmadan- nasıl atlatacağımızın planlarını yapardı. Ne de olsa adı bayramdı ve senede bir defa geliyordu. Bayram şekerinden tutun, ne tür tatlı yapılacağına, kanepenin örtüsünden perdelerin yıkanmasına, camların temizlenmesinden evdeki sandalye sayısına (evimizde dört sandalye ve bir kanepe vardı, bir de küçük camlı-aynalı bir vitrin; misafir sayısı fazla olursa komşularımızdan sandalye, çay bardağı ya da tabak ödünç alırdık), kimlere misafirliğe gidileceğinden, gelen misafirlerin çocuklarına ne harçlık verileceğine hatta kaç mendil alınacağına kadar ( o zamanlar bayram harçlıkları mendillerin içine koyulup verilirdi) düşünülürdü.

Tabi birde bayramlık kostümler var; kim, ne giyecek ?

Annemin ve babamın zaten her bayram giydikleri sabit giysileri vardı. Bir tek benim giyeceklerim problem olurdu, çünkü tek çocuktum. Onlar da doğal olarak tek çocuklarını bayramda en güzel giysiler içinde görmek isterlerdi. Hazır giyim pek yok o dönem, olanlarda zaten çok pahalı. Allahtan annem vardı, genç kızlığında biçki-dikiş kurslarına gitmiş sertifikalı bir terziydi. Ticaret yapmazdı ama, beni – ve benden yıllar sonra doğan kardeşimi- konfeksiyon gibi giydirirdi. Öyle yeni alınmış kumaşlar sanma, babamın giymediği küçülmüş gömlekleri ya da pantolonlarından, bilemedin eskiden alınıp dikilmiş kumaşların artıklarından. Marifetli kadındı.

Konu biraz dağıldı farkındayım.

Bayramı anlatıyordum değil mi ? Bayram sabahları erken kalkılırdı. Zaten ben uyuyamazdım genelde. Bir gün önceden yeni elbiselerimle yanyana yatardım, sanki birileri gelip alacakmış gibi. Çocuk aklı işte. Sonra sabah olunca daha yüzümü yıkamadan doğru üstümü giymeye koşardım. Annem kızardı :

- Oğlum niye acele ediyorsun, kahvaltını yaptıktan sonra giyersin. Bak üstüne birşeyler dökersin sonra, karışmam .

İşte sakinleşmem için gereken sihirli cümle buydu. Elbiselerim kirlenmesin diye pijamalarımla kahvaltı yapıp, işim bitince de, ok gibi yerimden fırlar, hemen yenilerimi giyerdim. Sonra saat 10 gibi düşerdik yollara. Çünkü bayramın ilk günü büyüklerin elleri öpülürdü. Benim en rahatsız olduğum, daha doğrusu utandığım durum harçlık verildiği anlarda yaşanırdı. Çünkü alamazdım, utancımdan kıpkırmızı olurdum. Harçlıklar o zamanlar, herkesin ortasında verilmezdi. Evin hanımı harçlık verilecek çocuğu mutfağa çağırıp, içine para konmuş mendili cebine koyardı. Ben utancımdan çağrılsam da gidemediğim için, istisna bir modeldim. Babamların yanında harçlık vermeye çalışırlardı, ben yine alamazdım. Bu kez ısrarlar başlardı :

- Hadi al oğlum, utanma. Bak bayram harçlığı veriyor teyzen.

Neyse, benim direncim kırılırdı, ama yine de son bir kez anne ve babamın gözlerinin içine bakardım. Yaptığım şeyin doğruluğunun onaylanmasını beklerdim kendimce. Babam “al” der gibi gözlerini yumardı, ancak öyle alırdım mendili. Herkes derin bir “oh” çekerdi, görsen sanki ikinci dünya harbinden çıkmışlar...

Ben bayramları severdim, bir de güneşli yazları, sonra bir de seni. Sonra sen bir gittin, yaz olmadı o sene. Bayram geldiğinde mevsimlerden kıştı. Kış güneşi ısıtamadı çocukların üşüyen ellerini. Onlar harçlıksız kaldı. Ben sensiz...

Pazartesi, Eylül 06, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar II

BÖLÜM 2



“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı..”




Şimdi sana saçma ya da çocukça gelecek biliyorum ama, “gün saymama oyunu” diye birşey uydurdum kendi kendime. Her gün onu oynuyorum. “Saymayı bıraktığın gün unutmuşsundur” diyorlar ya, yalan ! Öyle olmuyor işte.. Her gece aynı kâbustan kan ter içinde uyanıp, ayılmak için bir bardak su içerken “taak” diye aklıma birşey düşüyor. Ben -ki, gün-ay-yıl-saat mevhumu nedir bilmem, takvim arıyorum evde. Hangi aydayız, bugün günlerden ne ve kaç gün olmuş ? Ne garip değil mi ? Senin olmadığın ve altmışa bölünebilen bütün zaman dilimlerini tek tek, hiç üşenmeden saymak..


“ Yollarımız burada ayrılıyor
Artık birbirimize iki yabancıyız
Ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Herşeyi, evet herşeyi unutmalıyız…”


Bu kadar zaman geçti aradan, hala aynı çıkmaz sokaktayım. Ben bile tanıyamıyorum kendimi çoğu zaman. Anladım ki yokluk bana göre değil, hele hele alışmak hiç değil. Hangi yüze baksam seni görüyorum, böyle birşey olabilir mi ? Kiminle konuşsam sen. Kalbim çarpsa sen. Hatta kapı çalsa, mektup gelse yine sen.. Ve geride kalan onlarca gün, bir sürü yaşanmamış, harcanmış zaman parçacıkları.


Bazen düşünüyorum; örneğin biri seni merak etse, nasıl anlatırdım ? Gözlerinden mi başlardım acaba ? Yoksa gülüşünden mi ? Belki bana, o en sevdiğim tonda adımı söylemeni tarif etmeye çalışırdım.. Belki de ellerinin sıcaklığını…

Peki sorduklarında, “Sesini duyduğumda içim titriyor" desem yeterli olur muydu ya da "Sarıldığımda kalbim duracak gibi oluyor" ?


“Bir ayak sesi duymayayım
Kapıya koşuyorum
Gelen sen misin diye
Bir siyah saç görmeyeyim
Yüreğim burkuluyor
Ağlamaklı oluyorum..”


Karşılığı olmayan sorular ve kelimelerin kifayetsiz kaldığı an !. Ne vazoda kurumuş iki çiçek, ne yarım kalmış bir not, ne bardakta kalan parmak izleri, ne de aynı çerçevede buluşmuş iki mutlu yüz. Elimde kalan yalnızca sessizlik ve sensizlik. Görsen onlar da iki düşman kardeş gibi; sessizliği bölen sen, seni bölen sessizlik. Ne matematik ama ! Sonunda “hiçlikler” abidesine dönmeyi başardım galiba. Daha kötüsü ne biliyor musun ? Bunların hiçbirine cevap bulacak kadar yaşamayacağım.

Cumartesi, Eylül 04, 2010

Adresini Kaybetmiş Mektuplar I

BÖLÜM 1

“Herkes öldürür sevdiğini,
Kimi bir bakışı ile yapar bunu,
Kimi göz yaşı döker,
Kiminin kılı bile kıpırdamaz...”
 

Aslında bu sayfayı tekrar açmalı mıyım bilmiyorum !.. Elime kalem almayalı çok uzun zaman oldu. Kimseyi suçlamıyorum, benimki bilinçli bir seçim. Mürekkep kağıtta şekil almaya başladığında sesleri kaybetmeye başlıyorum, yüzler silikleşiyor, isimleri unutuyorum. Sonra bir korku başlıyor içimde, herşeyi yitirecekmişim gibi geliyor. Bir an duruyorum. Kendimi dinliyorum . Mantığım : “Yazmamalısın” diyor; 

- Yazarsan o gözyaşları sel olup, herşeyini alacak yine elinden. Madem yazacaktın ne diye yaşadın onca şeyi ?

Kalbimse başka bir yerde: “Yaz” diyor;

- Mürekkebi veren zaten benim. Ha bir eksik, ha bir fazla, ne farkeder ? Zaten gittiler ve dönmeyecekler. Yaz, yazabildiğince..

Ne kadar kaçmaya çalışsam da, bu iki ses peşimi bırakmıyor bir türlü. Ama ne çare her defasında kendimi bulduğum yer aynı. Elimde kalem, önümde bir müsfette kağıt, yine masanın başındayım.

İnatla son 3 aydır, -uçurumun kenarından dönercesine- tek bir kelime bile yazmadan bırakıyorum. Tek tük karalamaları da çöpe atıyorum. Oysa edindiğim en güzel alışkanlıktı bu; Hayatın içinde gezerken aldığım küçük küçük notları, bir süre sonra biraraya getirmek.. Biraz uğraştırıyordu belki araları tamamlamak ama şikayetçi değildim. Bitirip, baştan okuduğumda aldığım key’fi anlatamam. Zaman dediğin nasıl birşeyse artık, insan vazgeçebiliyor hepsinden. Çünkü yazılanları sonradan okuyup zaman atlamaları yaşamak ve geriye dönmek –ben dahil- kimsenin hoşuna gitmiyor !.. 

“En güzel deniz:
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk:
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
henüz söylememiş olduğum sözdür..”
 

Daha sana merhaba bile demedim değil mi ? Merhaba.. Ne kadar dolduysam artık sen düşün. Uzun zamandır yazamadım sana, n’olur affet. Tembellik değil ama. Belki unutma ya da unutulma beklentisi. Belki de her ikisi, bilemiyorum şimdi..

Bu sabah bir derginin sayfalarını karıştırırken denk geldim : “Beklemekte olduğun şey, ancak onu beklemeyi unuttuğunda gerçekleşir” türünde bir cümleydi sanırım. Anahtar kelimeler “unutmak” ve “gerçekleşmek”. Evet, insan herşeyi unutabilir, umursamayabilir, ihmal edebilir… Yakalayabildiklerin şans.. Kaçırdıkların pişmanlık.. Iskaladıkların ise körlük.. Peki bu kadar sevginin ve emeğin sonunda elde kalan ya da gerçekleşen ne ? Hiç !.. Bir taraftan yaşam hiçbirşeye aldırmadan, kendi halinde bir su edasıyla avuçlarından pervasızca akarken, diğer tarafta birbirinden ayrı düşmüş ve varlık nedenlerini unutmuş; sen, ben yahut bir başkası, aynı çemberin içinde daralmaya, kaybolmaya devam ediyoruz..

Bence doğru cümle şöyle olmalıydı : 
"İçinde varolamadığın bir hayatın ne kadarı sana ait olabilir ?”
Ya da, “Ne kadarının ait olmasını bekleyebilirsin ?".