Perşembe, Mart 01, 2012

Onikiye Beş Kala...

Hani genelde Kara Murat filmlerinde olur; bir köyde saklanırken bizans askerleri baskın yapar. Bütün ahaliyi meydana toplayıp; "Söyleyin hanginiz Kara Murat ? Söylemezseniz hepinizin canını alacağız" türünden bir cümle kurarlar. Köylülerde ele vermemek için tek tek bir adım öne çıkıp "Benim Kara Murat", "Kara Murat benim" derler ya. Haliyle insan bu kadar türk filmi izledikten sonra "Haydi bunun cevabını da sen ver; Öyle miyim ?.." diye sorduğunda bir karşılık bekliyor. Aksini düşünmek elde değil.. Örneğin; o en çok sevdiğin, en çok değer verdiğin ortaya çıksa; bir not yazsa, "Değilsin" dese... Fena mı olurdu ?  

İnsanın beklenti içinde olması ne kadar kötü değil mi ? Yazarken bile karşıdan gelecek tepkinin olumsuz olma ihtimalini düşünmüyor. Hep bir umut var içinde. Bu yüzden birşeyi isterken ya da dilerken kendilerini bekleyen muhtemel "mutsuz son" dan habersizmiş gibi davranmayı tercih ediyorlar. Böylesi daha rahatlatıyor belki. Oysa hayatın herhangi bir yerinde, sıradan bir durum için bile hesap yaparken aldığın riskin "% 50 = % 50" olduğunu bilirsin. İyi, kötü diye sınıflandırmıyorum, çünkü belli ki hepsini ayakta tutan duygu bu. Ama ya bir gün "Öyle miyim ?.." diye sorduğunda, cevap "Evet, öylesin..." olursa ? Söylenecek hiçbir şey yok, hayal kırıklığından başka.. Çaresiz toparlanıp gideceksin -ki benim de payıma düşen bu galiba..

Yani, o ağaç dalında asılı salıncağa isteyerek binmek de var; korkarak inmek de; düşüp ölmek de... "Salıncaktan düşerek de ölünür mü ?" deme; ben çok düştüm, acısını iyi bilirim. O yüzden birinin ağzından "yalnız değilsin" cümlesini duymak, hayata hiç bırakmamacasına tutunmak isteyen herhangi biri için bile çok önemli..

"Siz hiç birini ölesiye sevdiniz mi ?
Canınız pahasına ama..
Bedeli ne olursa olsun..
Sabrederek..

Bekleyerek..
Bir gün geleceğini hayal ederek..
Sonunda acı çekeceğini bilsen de,
Uğrunda her şeyden vazgeçerek..."

Uzun zamandır bir ıssızlık var içimde. Yaşadığım herşey aynılaşmaya başladı. Sabah kalkış saatiyle başlayan koşuşturma, hiç durmaksızın sürüyor. Gün ve saat bilincimi kaybettim. Şu cümleyi yazarken bile hangi gündeyiz, saat kaç bilmiyorum. Zaten kol saati taşımayı bıraktım, gazete okumayı da.. Televizyon izlemeyeli sanki asır geçti. Haftabaşı toplantılarından dolayı bir pazartesilerin farkındayım, bir de cumartesilerin. Her sabah aynı saatte kalkıyorum ama işe hangi yoldan ve nasıl gittiğimi hatırlamıyorum; günde onlarca telefona cevap veriyorum ama akşam olduğunda aklımda bir tanesi bile kalmıyor; aynı anda 3-4 proje üzerinde çalışıyorum, -herkes halinden oldukça memnun- bence çoğu eksik. Çünkü hiçbirine yeterli ilgiyi gösteremiyorum. Ganj nehrinin durgun sularında yıkanır gibi, oluruna terkediyorum artık herşeyi. Her suya batış ve çıkışta elimde ne varsa; sonları okunmuş, sayfaları eksik, yarım kalmış, bütün hikayeleri akıntıya bırakıyorum.

" Bir sözüyle günlerce mutsuz olup,
Bir sözüyle havalarda uçarak..
Birlikte geçirmediğin
her dakikadan pişmanlık duyarak..
Hiç hesap yapmadan, hiç korkmadan,
Belki bir çocuk gibi,
kendini onun kollarına bırakarak.. "

Gerçi kocaman bir hayatı paramparça etmeyi başarmış ve yaşadığı herşeyi ardında bırakıp kaçan bir adamdan başka ne beklenebilir, o da ayrı bir konu tabi. Bunların içinde bir tek sen varsın, aklımın ve kalbimin tamamlayabildiği. İlginçtir; konu sen olunca, elimde ne varsa bırakıyorum. İş olmuş, olmamış, yarım kalmış, telefon gelmiş, birisi birşey sormuş.. dünya yansa umurumda değil. Mesela gün boyu en düzenli yaptığım işlerden biri, seni düşünmek. Ne yalan söyleyim, her defasında da elim telefona gidiyor. Çünkü biliyorum ki, o an seninle konuşursam günümün kötü geçme olasılığı yok. Nasıl bir mutluluktur anlatamam. Ama duruyorum, arayamıyorum. Doğru zamanı tutturmayı bir türlü beceremediğim için rahatsızlık vermeme duygusu ağır basıyor. Ya da diyelim ki -bir cesaret- aradım, telefon açılmazsa daha kötü hissediyorum; vazgeçiyorum. Vazgeçiyorum, özlüyorum. Ve özlemek daha çok yoruyor..

"Bir gülümsemenin ne kadar değerli,
Bir bakışın ne derece yakıcı,
Bir dokunuşun ne denli sıcak
Ve dudaklardan dökülen tek bir cümlenin
insanın içini nasıl bu derece ısıttığı duygusunu,
damarlarınızda akan her damla kanda
buram buram hissettiniz mi ?" 

Bugünlerde gerçekten çok yorgun hissediyorum kendimi. Düşünmesi, karar vermesi, uygulaması zor geliyor. Tembellik yapıyorum, olabildiğince erteliyorum elimdekileri; sabah uyanmak için kurduğum saat gibi. O da her sabah sekizonbeşte çalıyor ama, duyan kim ? Bir taraftan herşeye rahatça bir mazaret bulup, sözümona kendimi rahatlatıyorum. Sonuç haliyle öyle olmuyor tabi; rahatlamak isterken dolup dolup taşıyorum. İçeriden birşeyler sürekli dürtüyor sanki, sürekli sorumluluklarımı, yapmam/yapmamam; söylemem/söylememem; uzak/yakın durmam; görmem/görmemem; sevmem/sevmemem; gizlemem/gizlememem gerekenleri hiç durmadan kulağıma fısıldıyor. Boğulur gibi oluyorum ve fünyesi çekilmiş bir bomba gibi dolaşıyorum ortalıkta. Bakma sakin göründüğüme, içimde bir fırtına koptuğunda, dalga kıranlar bile durduramıyor öfkemi. İşte ara ara kaybolmamın nedeni bu. O bombanın herhangi bir şekilde, senin yakınında bir yerde patlamasını istemiyorum. Artık koruma içgüdüsü mü dersin, endişe duymak mı, kanatlarının altına almak mı, bilemiyorum.. Ama bana sorarsan, birini sevmenin en yalın hali.. Uzaktan ve sessizce..

"Siz hiç,
birinin gözlerine
her baktığınızda
kendinizi gördünüz mü ?
Siz hiç, birini ölesiye sevdiniz mi ?"

Ben sevdim.

Hiç yorum yok: