Hani genelde Kara Murat filmlerinde olur; bir köyde saklanırken
bizans askerleri baskın yapar. Bütün ahaliyi meydana toplayıp; "Söyleyin
hanginiz Kara Murat ? Söylemezseniz hepinizin canını alacağız" türünden
bir cümle kurarlar. Köylülerde ele vermemek için tek tek bir adım öne
çıkıp "Benim Kara Murat", "Kara Murat benim" derler ya. Haliyle insan bu
kadar türk filmi izledikten sonra "Haydi bunun cevabını da sen ver;
Öyle miyim ?.." diye sorduğunda bir karşılık bekliyor. Aksini düşünmek
elde değil.. Örneğin; o en çok sevdiğin, en çok değer verdiğin ortaya
çıksa; bir not yazsa, "Değilsin" dese... Fena mı olurdu ?
İnsanın
beklenti içinde olması ne kadar kötü değil mi ? Yazarken bile karşıdan
gelecek tepkinin olumsuz olma ihtimalini düşünmüyor. Hep bir umut var
içinde. Bu yüzden birşeyi isterken ya da dilerken kendilerini bekleyen
muhtemel "mutsuz son" dan habersizmiş gibi davranmayı tercih ediyorlar.
Böylesi daha rahatlatıyor belki. Oysa hayatın herhangi bir yerinde,
sıradan bir durum için bile hesap yaparken aldığın riskin "% 50 = % 50"
olduğunu bilirsin. İyi, kötü diye sınıflandırmıyorum, çünkü belli ki
hepsini ayakta tutan duygu bu. Ama ya bir gün "Öyle miyim ?.." diye
sorduğunda, cevap "Evet, öylesin..." olursa ? Söylenecek hiçbir şey yok,
hayal kırıklığından başka.. Çaresiz toparlanıp gideceksin -ki benim de
payıma düşen bu galiba..
Yani, o ağaç dalında asılı
salıncağa isteyerek binmek de var; korkarak inmek de; düşüp ölmek de...
"Salıncaktan düşerek de ölünür mü ?" deme; ben çok düştüm, acısını iyi
bilirim. O yüzden birinin ağzından "yalnız değilsin" cümlesini duymak,
hayata hiç bırakmamacasına tutunmak isteyen herhangi biri için bile çok
önemli..
"Siz hiç birini ölesiye sevdiniz mi ?
Canınız pahasına ama..
Bedeli ne olursa olsun..
Sabrederek..
Bekleyerek..
Bir gün geleceğini hayal ederek..
Sonunda acı çekeceğini bilsen de,
Uğrunda her şeyden vazgeçerek..."
Uzun
zamandır bir ıssızlık var içimde. Yaşadığım herşey aynılaşmaya başladı.
Sabah kalkış saatiyle başlayan koşuşturma, hiç durmaksızın sürüyor. Gün
ve saat bilincimi kaybettim. Şu cümleyi yazarken bile hangi gündeyiz,
saat kaç bilmiyorum. Zaten kol saati taşımayı bıraktım, gazete okumayı
da.. Televizyon izlemeyeli sanki asır geçti. Haftabaşı toplantılarından
dolayı bir pazartesilerin farkındayım, bir de cumartesilerin. Her sabah
aynı saatte kalkıyorum ama işe hangi yoldan ve nasıl gittiğimi
hatırlamıyorum; günde onlarca telefona cevap veriyorum ama akşam
olduğunda aklımda bir tanesi bile kalmıyor; aynı anda 3-4 proje üzerinde
çalışıyorum, -herkes halinden oldukça memnun- bence çoğu eksik. Çünkü
hiçbirine yeterli ilgiyi gösteremiyorum. Ganj nehrinin durgun sularında
yıkanır gibi, oluruna terkediyorum artık herşeyi. Her suya batış ve
çıkışta elimde ne varsa; sonları okunmuş, sayfaları eksik, yarım kalmış,
bütün hikayeleri akıntıya bırakıyorum.
" Bir sözüyle günlerce mutsuz olup,
Bir sözüyle havalarda uçarak..
Birlikte geçirmediğin
her dakikadan pişmanlık duyarak..
Hiç hesap yapmadan, hiç korkmadan,
Belki bir çocuk gibi,
kendini onun kollarına bırakarak.. "
Gerçi
kocaman bir hayatı paramparça etmeyi başarmış ve yaşadığı herşeyi
ardında bırakıp kaçan bir adamdan başka ne beklenebilir, o da ayrı bir
konu tabi. Bunların içinde bir tek sen varsın, aklımın ve kalbimin
tamamlayabildiği. İlginçtir; konu sen olunca, elimde ne varsa
bırakıyorum. İş olmuş, olmamış, yarım kalmış, telefon gelmiş, birisi
birşey sormuş.. dünya yansa umurumda değil. Mesela gün boyu en düzenli
yaptığım işlerden biri, seni düşünmek. Ne yalan söyleyim, her defasında
da elim telefona gidiyor. Çünkü biliyorum ki, o an seninle konuşursam
günümün kötü geçme olasılığı yok. Nasıl bir mutluluktur anlatamam. Ama
duruyorum, arayamıyorum. Doğru zamanı tutturmayı bir türlü beceremediğim
için rahatsızlık vermeme duygusu ağır basıyor. Ya da diyelim ki -bir
cesaret- aradım, telefon açılmazsa daha kötü hissediyorum; vazgeçiyorum.
Vazgeçiyorum, özlüyorum. Ve özlemek daha çok yoruyor..
"Bir gülümsemenin ne kadar değerli,
Bir bakışın ne derece yakıcı,
Bir dokunuşun ne denli sıcak
Ve dudaklardan dökülen tek bir cümlenin
insanın içini nasıl bu derece ısıttığı duygusunu,
damarlarınızda akan her damla kanda
buram buram hissettiniz mi ?"
Bugünlerde
gerçekten çok yorgun hissediyorum kendimi. Düşünmesi, karar vermesi,
uygulaması zor geliyor. Tembellik yapıyorum, olabildiğince erteliyorum
elimdekileri; sabah uyanmak için kurduğum saat gibi. O da her sabah
sekizonbeşte çalıyor ama, duyan kim ? Bir taraftan herşeye rahatça bir
mazaret bulup, sözümona kendimi rahatlatıyorum. Sonuç haliyle öyle
olmuyor tabi; rahatlamak isterken dolup dolup taşıyorum. İçeriden
birşeyler sürekli dürtüyor sanki, sürekli sorumluluklarımı,
yapmam/yapmamam; söylemem/söylememem; uzak/yakın durmam;
görmem/görmemem; sevmem/sevmemem; gizlemem/gizlememem gerekenleri hiç
durmadan kulağıma fısıldıyor. Boğulur gibi oluyorum ve fünyesi çekilmiş
bir bomba gibi dolaşıyorum ortalıkta. Bakma sakin göründüğüme, içimde
bir fırtına koptuğunda, dalga kıranlar bile durduramıyor öfkemi. İşte
ara ara kaybolmamın nedeni bu. O bombanın herhangi bir şekilde, senin
yakınında bir yerde patlamasını istemiyorum. Artık koruma içgüdüsü mü
dersin, endişe duymak mı, kanatlarının altına almak mı, bilemiyorum..
Ama bana sorarsan, birini sevmenin en yalın hali.. Uzaktan ve sessizce..
"Siz hiç,
birinin gözlerine
her baktığınızda
kendinizi gördünüz mü ?
Siz hiç, birini ölesiye sevdiniz mi ?"
Ben sevdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder