Salı, Mart 20, 2012

Onikiye Beş Kala...


Genelde çalışkan bir adamımdır, fakat tembellik yapmak arada iyi geliyor bana da. Mesela bir süredir yazmıyorum ya, nasıl keyifli nasıl keyifli anlatamam. Herşeyden uzağım. Düşünmüyorum. Hayal etmiyorum. Beklenti içine girmiyorum. Okumuyorum. İzlemiyorum. Yorum yapmıyorum. Huysuzlanmıyorum. Suyun üstünde yüzen gelincik misali, akıntı nereye, ben oraya.. Gerçi bunun da bir dezavantajı var; uzaklaştığın her ne ise onun yerini abuk bir sürü şey dolduruyor, ama olsun -en azından şimdilik- şikayet etmiyorum.

Saat gecenin bir otuzu
İkibin onikinin şubatı
ve salı..
Eşyalar dağınık,
Elbise askılığı aynı yerde,
balkonun kapısı açık,
radyoda muhayyer kürdi bir beste;
"ne çıkar bahtımızda ayrılık varsa yarın",
Nazım’ın şiiri duvarda
- o da çok yorgun -
kültablası yatakta
ve sigaradan iki nefes daha kaldı.
  
Sonunda söylediğimi yaptım ve sustum. Bunun da bir bedeli var elbet. Çünkü susunca; hayatla ilgili bütün bağlar -bir anlamda- kopuyor. Yakınında-uzağında kimseyi barındırmak istemiyorsun. Kelimeler dilinin ucuna kadar geliyor ama, söyleyecek kimsen olmadığı için hepsi boğazında düğümlenip kalıyor. O eğilmez bükülmez tarafın yıkıcı, kırıcı olmaktan korkuyor. "Ben bu adam değilim" desen bile, içindeki şiddet durmak bilmiyor; nefessiz kalana kadar koşup uzaklaşıyorsun. Böyle bir durumda bile koruma altına aldığın kendin değilsin yine, başkaları. Kaçmanın bedeli daha ağır; Yaşamıyorsun.. Yaşamayınca, yazamıyorsun.. Yazamayınca; hayatın, hayallerin, ailen, dostların, sevdiğin kadın.. ve seni anlamlandıran her ne varsa toz olup avuçlarının arasından rüzgara karışıp gidiyor.

Hep hüzün kokar böyle geceler;
yalnız, isteksiz…
Sanki yaşam bize ait değildir de
ödünç verilmiştir birileri tarafından,
"al yaşa" diye;
ya da sürgün verilmiştir gönüle
yürek sessiz, gözler sessiz
ve eller çizememiştir beklediği sevgiliyi.

İhtimal ki, bundan sonra bir ya da bilemedin iki kez daha karşılaşacağız - o da kimbilir hangi sebepten, belki de zorunluluktan..-. Sonra sırasıyla telefonlar seyrekleşecek, yerini kısa kısa mesajlar alacak. Samimiyet sahte gülüşlere, hal hatır sormalara bırakacak yerini.. derken bir gün bakacağız ki, yokuz ve kaybolmuşuz. Ne elin o ahizeye gidecek, ne merak edeceksin, ne artık eskisi gibi aklından geçeceğim, ne de ismimi hatırlayacaksın sonunda. Bilinç hergün biraz daha örtecek üstümü, biraz daha duvarlarını örecek etrafıma, ve yüzüm de hafızandan silinecek zamanla.

Ve bitip tükenmez böyle geceler,
ağlarız tek, güleriz tek…
Kimin umurunda
gölgen varmış, yokmuş
sevmişsin, terkedilmişsin,
kim görmüş, kim duymuş ki
bugüne kadar ?
Yıldızları gökyüzünden
indirmişler indirmesine
saçacaklarına yere göğe,
inadına kalplerine gömmüşler
ve üzerine yıldızlar yağsın deyip
ellerinde bir avuç toprakla
hikayeler anlatmışlar
Kerem ile Aslı,
Ferhat ile Şirin üzerine.

Hayatına giren üçüncü tekil şahıslarla avunmaya çalışacaksın. Olmaz ya, birgün her ikimizi de tanıyan biriyle sohbet ederken "o ne yapıyor" diye sorarsa, suçluluk duygusuyla karışık "bilmem, iyidir herhalde, ben de uzun süredir görmüyorum" diyeceksin. Belki o an, geçmişe ait bir kaç kare gelecek gözlerinin önüne, belki birkaç damla süzülücek yanaklarından.. Ne bileyim belki de bana dair birşey hatırlayıp gülümseyeceksin. Ama her ne olursa olsun dönmeyeceksin ve sen de susmak zorunda kalacaksın -en az herkes gibi-.

En sonunda; gökyüzünde kanat çırpan beyaz güvercinin, bir avcı tüfeğinin namlusundan çıkan serseri bir kurşuna teslim olması gibi, özgürlüğümüzü başkalarının avuçlarına bırakacağız. Ve birbirimizden ayrı yaşayıp, birbirimizden habersiz öleceğiz.

Ve bıkmadan, usanmadan
sahiplenmişiz böyle geceleri,
bazen sevgilimizle,
bazen yalnız,
bazen yazarak,
bazen bekleyerek
süslemişiz onu,
gözümüz kapıda, kulağımız telefonda…
Ve değerini bilmemişiz
yitip gidenlerin,
kalanlarsa yetmemiş
dört işlemi yapmaya,
gözyaşlarımız kurumamış,
yalnızlığımızla kalakalmışız
hayatın tam ortasında.

Ayrılıkları ve ölümleri sevemedim. "Kim sever ki ?" diyeceksin şimdi, biliyorum kimse sevmez. Ama ben hiç sevmem. Çünkü bilirim ki herkes zamanla herşeye alışır, ben alışamam. Herkes içinde bulunduğu her türlü duruma uyum sağlar, ben sağlayamam. Herkes yaşadığı herşeyi -en sevdiği dahil- unutur, ben unutamam. Çünkü alıştığım an ben "ben" olamam; Uyum sağladığım gün "özgür" kalamam; Unuttuğum gün sen de "sen" olamazsın ve hayata ihanet etmiş sayarım kendimi. İşte bu yüzdendir yazdıklarım. Ola ki bir gün hafızam zamana yenik düşerse, okuyup hatırlayım diye..

Yüreğimiz kayalara oturmuş
batık bir gemi şimdi,
sessizliğimizse büyük bir çığlık.
Şiirler anlatmış
şarkılar söz vermiş
ve kanamış içimiz
acımış böyle gecelerde.

Herkes kolay sanıyor veda etmeyi, ama değil. Bakma bana, yazdığım için kolaymış gibi geliyor. Ne yalan söyleyim, daha aklımdan düşünce olarak geçerken bile yüzüm kızarıyor, içim daralıyor. Cümleler nasıl geliyor, nasıl yazıya dökülüyorlar, orasını hiç sorma!. İnsanın sevdiğine "gidiyorum" demesi çok zormuş. Acaba diyorum, duman ateşinden uzaklaşırken ne düşünür; Özlem mi, özgürlük mü ?

Bir başka gece,
İkibin onikinin martı
ve pazartesi..
Eşyalar yine dağınık,
Elbise askılığı aynı yerde,
balkonun kapısı bu kez kapalı,
radyoda rast bir beste;
"sen gözlerimde bir renk",
Nazım’ın şiiri duvarda
- o da çok yorgun, ben de -
kültablası yine yatakta
gecelerdir tüten son bir sigara
ve bir gece daha bitti…











Hiç yorum yok: