Hepsi bir yana, insan küçük de olsa bir cesaret
kıvılcımına ihtiyaç duyuyor bazen, ne yalan söyleyim.. Ben ki; uzun zaman öğretmenlik yaptım, bu
kadar çocuk yetiştirdim, topluluklar önünde dersler verdim, onlarca söyleşiye
katıldım; konu sen olunca duraksıyorum. Elim kolum bağlı oturup, aramanı ya da
birşeyler söylemeni bekliyorum. Bir gün haber çıkmasa, meraklanmaya başlıyorum.
Aklıma türlü türlü senaryolar geliyor. Hepsi için ayrı ayrı sorular üretip,
hepsini tek tek çürütürken buluyorum kendimi. Sonra bir an nefeslenip,
toparlanmaya çalışıyorum.. Derken “Kendine gel ! Sen onun için yalnızca
telefonun öbür tarafındaki bir sessin, birşey isterse yardım edersin, istemezse
hiç birşeysin” cümlesi bir tokat gibi patlıyor yüzümde; parçalanıyorum. Ne
kadar kötü değil mi ?
İşte hayatın gerçek yüzü dedikleri bu olsa gerek.
Hayal ettiklerinle, yaşadıkların herhangi bir düzlemde buluşamıyor. Korktuğun
her ne ise, başına gelen de o her defasında. Şans mı, şanssızlık mı; ben de
bilmiyorum şimdi. Ama bildiğim birşey var ki; zaman, susmak zamanı...
Bazen sussam
diyorum,
Sussam ve hiç
konuşmasam.
Karışmasam
mesela;
Bir kezde
görmesem,
Ya da
görmezden gelsem.
"Öyle miyim ?" sorusuna hali hazırda bir
cevap gelmediğine göre tek suskun ben değilim. Beklenti demeyelimde, hazırlıksız
yakalanılan bir sessizlik oldu. Yani bu durumdan çıkması gereken sonuç: Yalnızmışım.
Bunda bir kötülük yok biliyorum, korkma ! Sırf iyi insan olduğumuz için hayatımızdaki
boşlukları, hayal ettiklerimiz dolduracak diye bir kural yok. Mutsuz olmak da
var serde, yalnız kalmak da.. Zaten bir bu yalnızlık edebiyatını, bir de yarım
kalmış hikayeleri sevemedim ben.. İkisi de birbirinden kötü yahu. Bir tarafları
hep eksik.
Geçen akşam çok sevdiğim bir dostum şöyle birşey
söyledi; "Eskiden senin hikayelerini okurken heyecan duyuyordum ve
hakikaten seviyordum. Hala okuyorum ama artık eskisi gibi sevmiyorum.
Sonlarının mutsuz bitmesi beni rahatsız ediyor..". Ben de "Yazmak
için yaşamak gerekir" dedim. Aradakileri atlayarak geçiyorum, zaten çok da
ikna edici bir konuşma olduğunu söyleyemem. Herneyse; "Bir kere de.."
dedi, "Sonu mutlu biten bir hikaye yaz be oğlum".. Oysa bilmediği
birşey vardı; ben bu hikayeye, uzun zamandır olmadığım kadar "mutlu son"
düşüncesiyle başlamıştım. Bütün eksiklerimi son bir öyküyle tamamlayacaktım
sözümona. Son kurduğum cümle şöyleydi : "Eğer bir kere gözlerimin içine
daha dikkatli bakıp, orada ne olduğunu görseydi, bu hikayenin sonu farklı
bitecekti".
Dahil olmasam
insanların hayatlarına,
Ötelesem,
bıraksam, sahiplenmesem.
Ya da
anlatmasam uzun uzun;
Ben yorulmasam,
onlar sıkılmasa...
Hikaye anlatıcalarının işi zor. Çünkü anlattıklarının
hem içinde olmaları, hem de dışında kalmaları gerekiyor. Çok ince bir çizgi bu.
Bir ip canbazı ustalığıyla yürüyüp, dengeni kaybetmemelisin. Diğer yandan her
hikayenin bir sonu var, her hikaye anlatıcısının da.. Gariptir, genelde
hayatımdan çıkarmak istediğim insanlar için "onun gitme zamanı gelmiş"
derdim; şimdi aynı cümleyi -istemesem de- kendim için kuruyorum. Gitme zamanım gelmiş. Yani ufak ufak
toparlanmaya ve geride kalanlara veda notları yazmaya başlamalı artık.
Birşey söylemesem
kimseye,
Uyarmasam,
geride kalsam.
Onlar da
söylediklerimle değil,
Söylemediklerimle
yaşasa...
Her insanın bir kırılma noktası var. Geldiği yere,
artık geri dönemeyeceğini anladığı an. Göğüsün ortasına tam onikiden saplanan
ama vücudun sıcaklığıyla ilk anda hissedilmeyen kurşun gibi. Önce farkına
varma; sonra sendeleme, sonra düşme.. Ve nihayet çizginin diğer tarafındasın.
Başlarda herşey flu, ölmüş gibi hissediyorsun ya da birazdan ölecekmişsin gibi
geliyor. O film şeridi -kısmen de olsa- geçiyor gözlerinin önünden. Sonra
birden soğuk kaplayıveriyor tüm bedenini, ürperiyorsun. "Tamam" diyorsun
kendi kendine, "Bu son"; artık bütün yazacakların ve söyleyeceklerin
tükendi.
Özen göstermesem
yazdıklarıma,
Onlarca kez
düzeltmesem.
Olduğu gibi
bıraksam,
Hatta belki,
hiç yazmasam.
Acımasam, acıtmasam,
ağlatmasam...
Ölmüyorsun tabi, ancak çok da fazla seçeneğin
kalmıyor elinde. Çünkü çizginin öte yanında hayat buradaki gibi değil, aynı
kurallarla işlemiyor. İki seçeneğin var: Ya duracaksın, öyle sessiz, hareketsiz
ya da hiç birşey olmamış gibi yoluna devam edeceksin. Bak, ne korku kaldı, ne
beklenti, ne ayrılık, ne terkedilmek, ne de pişmanlık. Neredeyse tercih hakkın
bile yok. Çoğu kaldığı yerden devam etmek ister; bilir ki dünya döndüğü sürece durmak mümkün değil; tercihini
-eskisi gibi olmasa bile- yaşamaktan yana kullanır. Bazıları da herşeyden
vazgeçip, susmayı seçer.
Sevmesem mesela,
Ya da hiç
farkettirmesem.
Kaçmasam,
kovalamasam;
Aramasam,
sormasam, düşünmesem.
Unutsam sonra,
Olmamış gibi
davransam,
Yaşanmamış saysam,
Hatırlamasam...
Kalbimin
derinliklerinde ince bir sızı var şimdi, ne yalan söyleyim. Gitmek zor geliyor.
Kimseye anlatamıyorum. Hani insanlar bazen söyleyeceği pek çok şey varken susmak
zorunda kalır ya, işte öyle. O da yanlız olduğum zamanlarda açık kolluyor
sanki. Ne kadar saklanmaya çalışsam da nafile, aralık bulduğu ilk kapıdan girip
kapanmaya yüz tutmuş bir yarayı tekrar için için sızlatmaya başlıyor. Öyle bir
sızı ki; çok keskin, çok yaralayıcı. Bakıp da görememek, dinleyip de duyamamak,
uzanıp da tutamamak, arayıp da bulamamak belki de kaybolmak gibi zamanın
içinde.
Bazen diyorum
ki kendi kendime;
İnsanın kaderi,
hep aynı çukura düşmekse;
Ve yalnızlığın
anadiliyse susmak..
O halde
susalım;
Susalım ve hiç
konuşmayalım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder