Perşembe, Mart 08, 2012

Onikiye Beş Kala...


Hepsi bir yana, insan küçük de olsa bir cesaret kıvılcımına ihtiyaç duyuyor bazen, ne yalan söyleyim..  Ben ki; uzun zaman öğretmenlik yaptım, bu kadar çocuk yetiştirdim, topluluklar önünde dersler verdim, onlarca söyleşiye katıldım; konu sen olunca duraksıyorum. Elim kolum bağlı oturup, aramanı ya da birşeyler söylemeni bekliyorum. Bir gün haber çıkmasa, meraklanmaya başlıyorum. Aklıma türlü türlü senaryolar geliyor. Hepsi için ayrı ayrı sorular üretip, hepsini tek tek çürütürken buluyorum kendimi. Sonra bir an nefeslenip, toparlanmaya çalışıyorum.. Derken “Kendine gel ! Sen onun için yalnızca telefonun öbür tarafındaki bir sessin, birşey isterse yardım edersin, istemezse hiç birşeysin” cümlesi bir tokat gibi patlıyor yüzümde; parçalanıyorum. Ne kadar kötü değil mi ?

İşte hayatın gerçek yüzü dedikleri bu olsa gerek. Hayal ettiklerinle, yaşadıkların herhangi bir düzlemde buluşamıyor. Korktuğun her ne ise, başına gelen de o her defasında. Şans mı, şanssızlık mı; ben de bilmiyorum şimdi. Ama bildiğim birşey var ki; zaman, susmak zamanı...

Bazen sussam diyorum,
Sussam ve hiç konuşmasam.
Karışmasam mesela;
Bir kezde görmesem,
Ya da görmezden gelsem.

"Öyle miyim ?" sorusuna hali hazırda bir cevap gelmediğine göre tek suskun ben değilim. Beklenti demeyelimde, hazırlıksız yakalanılan bir sessizlik oldu. Yani bu durumdan çıkması gereken sonuç: Yalnızmışım. Bunda bir kötülük yok biliyorum, korkma ! Sırf iyi insan olduğumuz için hayatımızdaki boşlukları, hayal ettiklerimiz dolduracak diye bir kural yok. Mutsuz olmak da var serde, yalnız kalmak da.. Zaten bir bu yalnızlık edebiyatını, bir de yarım kalmış hikayeleri sevemedim ben.. İkisi de birbirinden kötü yahu. Bir tarafları hep eksik.  

Geçen akşam çok sevdiğim bir dostum şöyle birşey söyledi; "Eskiden senin hikayelerini okurken heyecan duyuyordum ve hakikaten seviyordum. Hala okuyorum ama artık eskisi gibi sevmiyorum. Sonlarının mutsuz bitmesi beni rahatsız ediyor..". Ben de "Yazmak için yaşamak gerekir" dedim. Aradakileri atlayarak geçiyorum, zaten çok da ikna edici bir konuşma olduğunu söyleyemem. Herneyse; "Bir kere de.." dedi, "Sonu mutlu biten bir hikaye yaz be oğlum".. Oysa bilmediği birşey vardı; ben bu hikayeye, uzun zamandır olmadığım kadar "mutlu son" düşüncesiyle başlamıştım. Bütün eksiklerimi son bir öyküyle tamamlayacaktım sözümona. Son kurduğum cümle şöyleydi : "Eğer bir kere gözlerimin içine daha dikkatli bakıp, orada ne olduğunu görseydi, bu hikayenin sonu farklı bitecekti".  

Dahil olmasam insanların hayatlarına,
Ötelesem, bıraksam, sahiplenmesem.
Ya da anlatmasam uzun uzun;
Ben yorulmasam, onlar sıkılmasa...

Hikaye anlatıcalarının işi zor. Çünkü anlattıklarının hem içinde olmaları, hem de dışında kalmaları gerekiyor. Çok ince bir çizgi bu. Bir ip canbazı ustalığıyla yürüyüp, dengeni kaybetmemelisin. Diğer yandan her hikayenin bir sonu var, her hikaye anlatıcısının da.. Gariptir, genelde hayatımdan çıkarmak istediğim insanlar için "onun gitme zamanı gelmiş" derdim; şimdi aynı cümleyi -istemesem de- kendim için kuruyorum.  Gitme zamanım gelmiş. Yani ufak ufak toparlanmaya ve geride kalanlara veda notları yazmaya başlamalı artık.

Birşey söylemesem kimseye,
Uyarmasam, geride kalsam.
Onlar da söylediklerimle değil,
Söylemediklerimle yaşasa...

Her insanın bir kırılma noktası var. Geldiği yere, artık geri dönemeyeceğini anladığı an. Göğüsün ortasına tam onikiden saplanan ama vücudun sıcaklığıyla ilk anda hissedilmeyen kurşun gibi. Önce farkına varma; sonra sendeleme, sonra düşme.. Ve nihayet çizginin diğer tarafındasın. Başlarda herşey flu, ölmüş gibi hissediyorsun ya da birazdan ölecekmişsin gibi geliyor. O film şeridi -kısmen de olsa- geçiyor gözlerinin önünden. Sonra birden soğuk kaplayıveriyor tüm bedenini, ürperiyorsun. "Tamam" diyorsun kendi kendine, "Bu son"; artık bütün yazacakların ve söyleyeceklerin tükendi.

Özen göstermesem yazdıklarıma,
Onlarca kez düzeltmesem.
Olduğu gibi bıraksam,
Hatta belki, hiç yazmasam.
Acımasam, acıtmasam, ağlatmasam...

Ölmüyorsun tabi, ancak çok da fazla seçeneğin kalmıyor elinde. Çünkü çizginin öte yanında hayat buradaki gibi değil, aynı kurallarla işlemiyor. İki seçeneğin var: Ya duracaksın, öyle sessiz, hareketsiz ya da hiç birşey olmamış gibi yoluna devam edeceksin. Bak, ne korku kaldı, ne beklenti, ne ayrılık, ne terkedilmek, ne de pişmanlık. Neredeyse tercih hakkın bile yok. Çoğu kaldığı yerden devam etmek ister; bilir ki dünya döndüğü sürece durmak mümkün değil; tercihini -eskisi gibi olmasa bile- yaşamaktan yana kullanır. Bazıları da herşeyden vazgeçip, susmayı seçer. 

Sevmesem mesela,
Ya da hiç farkettirmesem.
Kaçmasam, kovalamasam;
Aramasam, sormasam, düşünmesem.
Unutsam sonra,
Olmamış gibi davransam,
Yaşanmamış saysam,
Hatırlamasam...

Kalbimin derinliklerinde ince bir sızı var şimdi, ne yalan söyleyim. Gitmek zor geliyor. Kimseye anlatamıyorum. Hani insanlar bazen söyleyeceği pek çok şey varken susmak zorunda kalır ya, işte öyle. O da yanlız olduğum zamanlarda açık kolluyor sanki. Ne kadar saklanmaya çalışsam da nafile, aralık bulduğu ilk kapıdan girip kapanmaya yüz tutmuş bir yarayı tekrar için için sızlatmaya başlıyor. Öyle bir sızı ki; çok keskin, çok yaralayıcı. Bakıp da görememek, dinleyip de duyamamak, uzanıp da tutamamak, arayıp da bulamamak belki de kaybolmak gibi zamanın içinde.

Bazen diyorum ki kendi kendime;
İnsanın kaderi, hep aynı çukura düşmekse;
Ve yalnızlığın anadiliyse susmak..
O halde susalım;
Susalım ve hiç konuşmayalım...





Hiç yorum yok: