Hiçbir şey yaşamamıza rağmen,
onsuz bir hayat düşünemezdim, rüyalarımda bile onu görürdüm her gece..
Gelecekle ilgili hayallere daldığımda, hep benimle olacakmış gibi gelirdi.
Gençlik işte.. Olmadı tabi. Bir gün geldi "Seni çok seviyorum" diye
başladı cümleye -benim yüzümde güller açtı-.. Ama mutluluğum o kadar uzun
sürmedi ne yazık ki. Çünkü cümlenin devamında "gitmesi gerektiğini, benim çok iyi
bir insan olduğumu ve bana layık olmadığını" söylüyordu. İyi değil mi ?
İşte o gün, bugündür benim
sihirli cümlem de bu. Gerçi zamanla "Motto" haline geldi, nereden
baksan en az onbeş kişi aynı cümleyi kurmuştur. Bu konuda yapacak -en azından
benim payıma düşen- pek birşey kalmadı gibi. Gerçi kendimle dalga geçmeyi
öğrendim; "Yahu ben ne iyi adammışım da haberim yokmuş" dediğim zamanlar
oluyor arada.. Ayrıca hiç küçümsemeyin, hem "İyi" hem de "layık
olunamayan" insan sınıfına girmek, sandığınız gibi kolay birşey değil.. Şakası bir yana, şimdilerde daha rahatım. Hiç
istemesem de durumu kabullendim. Biraz da profesyonelleştim galiba. Artık
"Seni çok seviyorum.. Ama..." diye başlayan cümlelere verdiğim
tepkinin bile bir standartı var. Daha cümlenin sonunu beklemeden yerimden
doğruluyorum, hemen yanıbaşımdaki sandalyede asılı duran ceketimi ve çantamı toplayıp
"Allahaısmarladık" diyorum; "İyi ol ve mutlu kal". Böylece
karşımdaki insanların, arka arkaya sıraladığı yalanlardan sıyrılıp, daha fazla yara
almadan ve mümkün olduğu kadar sessizce çıkıyorum hayatlarından...
Şimdi "Bu kadar basit
birşeyi öğrenmek için bunca yıl beklenir
mi ?" diyeceksiniz, biliyorum.. Beklenmez elbet. Ama ne yapsaydım ? Aylin'in
istediği gibi vurup, kırıp, dökse miydim ? Emin olun, o gömlek benim üzerime hiç
yakışmazdı. O şekilde "değerli" olmaktansa, şimdiki halimle
"değersiz" kalmak çok daha iyi... Bu da benim seçimim.
Bu arada söylemeden
geçemeyeceğim; bizim kuşağın en kalıcı arızası; "Aşk" denilen mereti
hep türk filmlerindeki gibi sanmasıdır. O zamanlar feysbuk, twitter yok tabi,
tek eğlence sinema.. Sosyalleşmenin tek ölçütü de izlediğin filmler. Çünkü o
yılın moda renkleri, duvar kağıdı desenleri, yeni model arabalar, evler,
oteller, gece kulüpleri, yazlık kışlık mekanlar, kadın ve erkek giyim modası
hep o filmlerden takip edilirdi. Hatta ev gezmelerinde, dost sohbetlerinde bile
konu dönüp dolaşır "Ediz Hun - Hülya Koçyiğit" ya da "Filiz Akın
- Cüneyt Arkın" filmlerine gelirdi. İzlemeyenler garip bir şekilde ayıplanırdı;
çünkü film izlemek üst bir statü aracıydı ve "kültürlü olma"
göstergesiydi. Aslında senaryolar basitti; bir tarafta zengin kız-fakir oğlan,
diğer tarafta zengin oğlan-fakir kız.. Zengin tarafına bir "kötü karakter",
Fakir tarafına da yoksul bir mahalle ve bir-iki tane "akıl danışılan iyi
arkadaş" ekle; tamamdır. Bakın sihirli formül şu an ellerinizde.
Oysa çocukluğumuzda öğrettikleri
ilk sınıfsal olguydu "davulun bile dengi dengine çaldığı" ama, yine de o
filmlerdeki karakterlerin yoksulluğu, toplumsal baskıyı yok sayıp imkansızlıkları
aşması hepimizin çok hoşuna giderdi. Sonunda kötüler yenilir, iyiler hep kazanırdı. Hatta filmlerin ekseriyetle kötülerin cezalarını
bulduğu sahnelerde, bütün salondaki seyirciler delicesine alkışlarlardı
"kötülük yapanın hali böyle olur işte" diye. Sonra sevgililer mutlu sona
kavuştuklarında, herkesin sevinç gözyaşları dökülmeye başlardı tek tek. Haliyle
bizler de, o filmlerdeki aşkları gerçek sanırdık. Kendimizi film kahramanlarıyla
özdeşleştirip benzer bir aşkı yaşamanın hayallerini kurardık. Dedim ya, arıza
büyük.
devam edecek..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder